Merkel ve Chirac,
limanlarını
Rumlara açmayan Türkiye'ye süre tanınması önerisini dün baş başa görüştü. AB'nin etkin iki lideri, Komisyonu'nun
müzakerelerde 8 başlığın dondurulması önerisini hafif buluyor. Türkiye'ye yükümlülüklerini yerine getirmesi için 1,5 yıllık süre verilmesini istiyor.
Merkel, açıklamasında, Türkiye'nin protokolü uygulamamanın sonuçlarına 'katlanmak zorunda' olduğunu vurguluyor. Bu haksız öneriye, Türkiye'den önce Komisyon tepki vermekte gecikmedi.
Kıbrıs ihtilafından dolayı uygulanan baskıların sonuç vermediğini ve Türkiye'nin stratejik önemine uygun dengeli bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğini açıkladı.
Peki, Komisyon'un hatırlattığı bu stratejik önemi kavramakta Merkel neden zorlanıyor? Eski Genişleme Komiseri Verheugen'in 'Bizi aldattılar' sözü ya da onlarca Avrupalı liderin "Kıbrıs'ı çözüm olmadan alarak hata ettik." itirafına rağmen, bu Kıbrıs sevgisi nereden geliyor? BM planını reddetmek ve Bürgenstock'ta verilen sözleri tutmamak
AB üyeliği ile mükafatlandırılırken, sadece 1-2 limanın Rumlara açılmaması neden ceza gerektiriyor? AB, çözüm için çırpınan Kıbrıs Türklerini ambargoyla ezmekten vazgeçmiş ve izolasyonları kaldırma sözünü tutmuş mu ki, Türkiye'nin liman sözünü tutmaması bu kadar büyük kabahat oluyor?
Yoksa Merkel, dünyanın ısrarla aradığı medeniyetler arası uyum ihtiyacını Rumlar üzerinden mi karşılamayı düşünüyor? Ya da Avrupa'yı doğalgazda Rus bağımlılığından kurtaracak enerji kaynaklarının
Rum Kesimi üzerinden mi sevk edileceğini düşünüyor?
Gerçekten, objektif bir gözle bakınca, bugün AB'nin Türkiye'ye sorun çıkarmasındaki mantığı anlamakta zorlanıyorum. Çünkü şu anda mesele tam üyelik değil, müzakerelerin sürmesi. Kimse, 2014'ten önce üyelik beklemiyor. O halde, nerdeyse tek
kuruş ödemeden, Türkiye'nin reform sürecine ve demokratik dönüşümüne yardımcı olan süreci baltalamaya çalışmanın Merkel'e ne faydası var? Bazılarının '21. asrın projesi' dediği süreci
teşvik ederek AB'nin ve kendisinin prestijini artırmak varken, neden aksini yapıyorlar?
Ayrıca korkulan Türkiye'nin üyeliği ise, müzakereler başarıyla tamamlansa da hem hükümetlerin hem de halkların üyeliği engelleme imkanı yok mu?
Fransa sırf bunun için anayasasını değiştirip yeni üyeler için
referandum şartını getirmedi mi? Şayet mesele Kıbrıs ise, bu sorun çözülmeden Türkiye'nin üye olamayacağını göremeyecek kadar aptal mıyız? Zaten bunu bildiği için, çözümde hep Türk tarafı öncü olmuyor mu?
AB ile bugünlerde yaşadığımız anlamsız krize objektif bir izah bulamayınca, insan ister istemez sübjektif gerekçeler arıyor. Mesela, Merkel'in 5 Ekim'de
Çankaya Köşkü'nde Sezer'den yediği fırça aklıma geliyor.
Hani televizyonlarda gösterilen, Ali Babacan'ın Sezer tarafından haşlandığı görüşmeden bahsediyorum. Daha sonra 2 gazeteci arkadaşla bu görüşmenin perde arkasını dinlemiş ve yazılmamak üzere verilen bir emanet olduğu için yazmamıştık. Kendileri çok iyi bilen o 'güzide' meslektaşlarımız, konuyu manşetten duyurunca, 'anayasa fırlatma' olayının bir bakıma uluslararası versiyonu sayılabilecek bu olayın sır yönü kalmadı.
İşte o görüşmede, Babacan'ın yediği fırçayı ve düştüğü durumu dehşetle izleyen Merkel, Sezer'in ağır eleştirileri karşısında iyice afallamış ve sadece şu sözleri söyleyebilmişti: "Ben Doğu
Alman kökenliyim. Orada komünist rejim altında yaşadık. O zaman demokratik
kavgalar olmazdı. Biz bunları bilmezdik. Ama şimdi demokratik
Almanya'nın başbakanıyım. Demokrasi içinde kavga etmeyi öğrendim; ama sizinle bu
akşam kavga etmeyeceğim." Merkel, ayrılırken de yanındakilere şunları söyleyecekti: 'Hayatımda böyle bir olay yaşamadım. Hem Türk hükümetinin bir bakanını azarlıyor hem de konuk ettiği bir Alman Başbakanı'na tepki gösteriyor. İnanamıyorum.'
Alman devleti, bir şansölyenin gördüğü bu muameleyi nasıl not etmiştir? Merkel, Sezer'in bu tavrını ne kadar Türkiye'ye mal etmiştir? Ya da bugün Türkiye'nin AB sürecini yokuşa sürerken, ne kadar bu olayın etkisindedir, bilemiyorum. Ama dedim ya, insan objektif bir gerekçe bulamayınca, böyle sübjektif gerekçeler arıyor…
Abdülhamit Bilici-Zaman