‘Artık yeter’ diyen Ulagay endişeli: Böyle giderse bizim laik mahalle marjinalleşir.
Osman Ulagay,
Milliyet Gazetesi köşe yazarlarından.
Okurları onu daha çok ekonomi yazılarından tanıyor. Uluslararası
finans hareketlerini yakından takip eden, küreselleşme üzerine kitaplar yazan bir isim kendisi. Entelektüel birikimi ekonomiyle sınırlı değil.
Türkiye’de yaşanan
toplumsal değişimler ve bu değişimlerin ekonomide, politikada, kültürde, sanatta ürettiği sancılar üzerine yaptığı değerlendirmeler kayda değer nitelikte. ‘Laik mahalle’nin sakinlerinden; ama o çevresinin dışına çıkıp, neler olup bittiğine farklı açılardan bakmayı başarabiliyor. Yazdığı son kitap da bunun bir göstergesi zaten. “AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu” adını taşıyan çalışma, geçen yılki
Cumhuriyet mitinglerini,
AK Parti iktidarına karşı oluşturulan laik cepheyi, e-bildiriyi ve bunların sonuçlarını eleştirel bir gözle
analiz ediyor. Yazdığı “farklı” yazılara gelen sert okur tepkileri sebebiyle, son bir yıldır Milliyet’teki yazılarına ara veren (bu yıl yeniden başladı) Ulagay, bir parçası olduğu laik kesimi artık, sırtını askere dayayarak ve toplumun dertlerine derman olmayan konularla muhalefet yapmaktan vazgeçmeye davet ediyor.
-Hangi psikolojik ortam yazılarınıza ara vermeyi gerektirdi?
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde beni ilk rahatsız eden husus,
Başbakan’ın tavrı oldu. Verdik ellerine çelik çomağı oynuyorlar şeklinde talihsiz açıklamaları oldu. Sonra, laik kesim, son
kale gibi gördüğü
Çankaya’nın düşmesini engellemek için bir çaba ortaya koymaya başladı. Gerekirse demokratik sürece müdahale ederek bunu önleme çabası içine girilmesi gerektiği kanaati bir
takım çevrelerde gündeme getirildi. Ben bunlardan rahatsızlık duydum.
-Niye?
Çünkü, toplum nezdinde geri tepecek bir çabanın başlangıcı olarak değerlendirdim olan biteni. Yazılarıma yansıtmak için bir iki deneme yaptım; ama çok olumsuz tepki aldım.
-Okurlardan mı?
Evet, okurlardan. “Siz hepiniz, büyük medya AKP’ye teslim oldunuz. Zaten kendi patronunuzun doğrultusunda yazı yazan kimselersiniz. Bu da bunun yeni bir örneği.” dediler genelde. Oysa benim motifim, sonuç vermeyecek bu çıkışın anlamsız olduğunu, bu müdahaleyi yapanların umduğu sonucu elde edemeyeceğini anlatmaktan ibaretti.
MAHALLE BASKISI İSLAMCILARA ÖZGÜ DEĞİL
-Peki siz bu sonuca nasıl vardınız?
AKP 4 yıllık icraatıyla genelde olumlu puan almıştı. Gerek ekonomide yaptıkları, gerek AB’ye yaklaşımı, gerekse toplumun değişik kesimlerine
hizmet götürmede gösterdiği başarı toplumda olumlu izlenim bıraktı. Dolayısıyla AKP’nin anayasal hakkı olan prosedürü işletmesine karşı engel çıkarmanın toplum nezdinde
destek bulmayacağını düşünüyordum. Bu konudaki tavrım, karşı tarafa hizmet etme amacım varmış gibi algılandı. Ben de onun üzerine o dönemde yazı yazmamamın daha doğru olacağını düşündüm.
-Genelkurmay’ın bildirisi de etkili oldu mu bu kanaate varmanızda?
Elbette. Muhtıranın arkasındaki güçlerin neler yapabilecekleri konusunda kaygılanmaya başlamıştım, ciddi şekilde.
-Peki yakın çevreniz nasıl tepki gösterdi size?
Yakın çevremin bütün derdi, şu ya da bu şekilde AKP
yönetiminden kurtulmak ve Cumhurbaşkanı’nı AKP’nin seçmesini önlemekti. Bu amaca ulaşmak için, kullanılacak bütün yöntemleri kabul etmeye hazır olanların sayısı hayli fazlaydı onlar arasında.
-Onların bu tavrını “mahalle” baskısı şeklinde nitelendirmek mümkün mü?
Buna “çevre” baskısı demek daha doğru. Şerif
Mardin, belki daha spesifik bir olguyu tanımlamak için kullandı
mahalle baskısı kavramını. Ben ise daha genel anlamda kullanıyorum onu, kendi çevremin baskısını kastederek.
-Mahalle baskısı denilen olgu bir kesime özgü değil yani…
Değil tabii ki… Laikliği
savunma çabasında olan kesimin, kendi görüşüne aykırı bulduğu kesime karşı çok dışlayıcı bir tavrı var. Mesela benim gibi onların içinde yetişen birini bile, sırf fikirleri kendilerine aykırı geldiği için dışlayabiliyorlar. Onlar kendi savundukları fikirlerin doğruluğuna o kadar ikna olmuşlar ki bunu sınamaya ve tartışmaya hazır değiller. Tartışmaya zorladığınız zaman tepki alıyorsunuz.
MEMLEKETİN SAHİPLERİ İKTİDARLARINI KAYBETMEKTEN KORKUYOR
-Kitabınızda, ‘Bu ülke bizden sorulur’ anlayışı ile yetişmiş bir ‘laik iktidar bloğundan’ söz ediyorsunuz. Kastettiğiniz iktidar olmasa da muktedir olabilen bir kesim mi?
Evet. Formel olarak siyasi iktidar onların elinde görünmeyebilir; ama muktedirler.
-Memleketin sahibi olma psikolojisini biraz açar mısınız?
Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkma iddiasındaki kesimin tahayyül ettiği bir Türkiye modeli var. Bu modelin cumhuriyetin kuruluş döneminde ve
Atatürk’ün hayatta olduğu yıllarda şekillenmiş olduğu varsayılıyor. O dönemde hayat onların düşündüğü gibi miydi o ayrı bir konu; ama sonuçta kafalarında “1930’lar Türkiye’si” denilen bir hayal ülkesi var. Bugünkü Türkiye’yi de o hayal ülkesine uydurmak istiyorlar. Toplumun, 85 yıllık cumhuriyet deneyimi sonunda bile, ille kafalarındaki o modele uygun yaşamasını, davranmasını; hatta giyinmesini istiyorlar.
-Bu mümkün mü peki?
Bugünkü Türk toplumunun o modele uyması imkânsız. 85 yılda devletin
kilit noktalarını işgal etmeleri, bürokrasiye hâkim olmaları, fiilen Türkiye’de neyin nasıl yapılacağı konusunda söz sahibi olmaları bu inancı yerleştirmiş onlarda. Eninde sonunda bizim seçimimiz ağır basar, olaylar istediğimiz yöne gider diye düşünüyorlar. Türkiye ise o ülke olmaktan uzaklaşmış. İstedikleri birçok gelişmeyi yönlendiremiyorlar. Bunun çekişmesi yaşanıyor şimdi. Laik kesimin boşlukta bıraktığı yerlerdeki rolleri üstlenmeye
aday başka bir kesim var artık.
-Memleketin asıl sahibi olarak kendini gören kesimi şöyle tanımlıyorsunuz kitabınızda: “Dünyadaki gelişmeleri izleyemiyorlar, kendilerini yenileyemiyorlar, ülke sorunlarına çözüm üretemiyorlar, geniş toplum kesimleriyle teması kaybediyorlar ve kitle tabanlarını yitiriyorlar.” Yeni orta sınıf diye tanımladığınız kesimin ise tam zıt bir çizgide ilerlediğini yazmışsınız. Bu tabloda ‘irticacı’ ifadesi muhatap mı değiştiriyor. Rol değişimi krizinde laiklerin irticacı rolünü fiilen üstlenmesi gibi bir durum var mı?
(Gülüyor) Tabii, bu irtica çok kritik bir kelime. Benim, sizden önceki kuşak olarak en az 50 yıldır kulağımdaki bir kelime. Şimdi burada irticaı eğer bir geriye dönüşü savunmak anlamında kullanacak olursak yahut yenilikleri ve değişimleri reddetme anlamında kullanırsak belki irtica konusunda bir rol değişiminden söz etmek mümkün olabilir.
Kitapta da vurguladığım gibi siyasi
İslam kökeninden gelen akım büyük bir dönüşüm geçirdi. Yönetim bilimlerinde ‘öğrenen organizasyon’ diye bir kavram var. Hakikaten öğrenen organizasyon tepkisi göstermeye başladı. Yaşadığı olaylardan dersler çıkartarak kendini nasıl yenileyebileceğini öğrendi. Marjinal bir siyasi akımdan nasıl bir merkez siyasi akıma doğru evrilebileceğini araştırdı. Kendini buna göre yeniden tanımladı. Aynı zamanda küresel gelişmeleri doğru okuyarak kendini konumlandırdı. En çarpıcı olanı da Türkiye’nin AB üyeliğini programının mühim bir parçası haline getirdi. Bu şekilde hem kendi toplumsal tabanını genişletti hem de İslam’ın terörle özdeşleştirildiği bir dönemde çok farklı bir
profil ortaya koyarak Batı’da kabul gören bir siyasi parti haline geldi.
-Peki laik kesimde nasıl bir değişim oldu bu sırada?
Laikliği savunma iddiasındaki kesim ise hem Türkiye’deki hem de dünyadaki değişimi algılayamadı. 40 yıldır tekrarladıkları şablonu tekrar savunma durumuna düştüler. Bu durum onları hem çağın dışına itti hem de çağdaşlıktan söz etmelerine rağmen etkisiz olmalarına yol açtı. Öğrenen organizasyonun tersine yaptıkları hatalardan ders çıkartmadıkları gibi aynı hatalarda ısrar da ediyorlar. Dolayısıyla gittikçe
mevzi kaybediyorlar.
-Marjinalleşiyorlar yani…
Evet, öbürleri merkeze gelirken bunlar bir anlamda marjinalleşiyor.
-Böyle devam ederse laik kesim Batı karşıtlığı ve tutuculukla özdeşleşme durumuna düşmeyecek mi?
Böyle bir
tehlike var. Nitekim seçimlerden önce yapılan mitinglere
katılım büyük çeşitlilik gösteriyordu. Ama kürsüden dile getirilen söylemde, Batı’ya kapalılık, küresel düzene düşmanlık ve yenileşmeye karşı bir tepkinin belirtileri vardı. Fakat Türk toplumunun geniş kesimi değişime açık bence. Dünyada iddialı olmak istiyor. Kendi işini, çevresini ve konumunu geliştirmeyi arzu ediyor. Önünün açılmasını isteyen bir toplum var karşımızda. Bunun önüne sadece bir takım korkular ve gelişme dinamiğini sınırlayıcı argümanlar koyarsanız, haliyle toplumsal desteğiniz de çok sınırlı kalır.
LAİKLİKTE İKTİDARIN KAYNAĞI HALKTIR
-Bütün bu saydığımız içe kapalılığı, statükoyu, Batı düşmanlığını temsil eden kavram ulusalcılık. Her laik aynı zamanda ulusalcı mıdır veya bu süreç bizi o noktaya götürür mü?
Aslında götürmemesi gerekir. Laiklik konusunda duyarlı olanlar arasında, ki ben kendim de o kategorideyim, tamamen Batı değerleri ile yetişmiş bir grup var. O grubun içinde de, sanki Batı’da Türkiye’nin laik ve bağımsız devlet olarak kalmasını engellemeye yönelik bir
komplo hazırlandığı tezine inanmaya başlayanlar var. Batı bunun içinde ve buna karşı tavır koymak gerekir diye düşünüyorlar. Batı’yı dışlayan, AB ile bütünleşmeye karşı olan, hatta bu uğurda demokratik rejimden taviz vermeyi kabul edecek şekilde tepki göstermeyi kabul edenler bile var. Bana göre burada bir zihnî tıkanıklık var. Halbuki bizim AKP’den daha fazla dış dünya ile bütünleşmeci olmamız lazım. AB yolunda proje üretebilen, Türk toplumunun bugünkü yapısına uygun stratejiler geliştirebilen bir felsefeye yönelirken laikliği savunmuş olsak, o zaman bambaşka bir şey çıkacak ortaya. Ama bütün bu unsurları içermeden sadece laikliği ve onun sembollerini savunur duruma düşüldüğünden hem toplumun ufkunu açacak bir şey yapmamış oluyorsunuz, hem de sadece o simgeleri savunan ve giderek marjinalleşen bir gruba dönüşüyorsunuz.
-Kitabınızda laiklerin askere güvenerek tavır belirlemelerini eleştiriyorsunuz. Laik kesimde hâlâ ‘asker düzeltsin’ anlayışı var mı?
Bence içten içe var. 2007’de yaşananlar bu umutlara ciddi
darbe vurdu. 27
Nisan muhtırası verildiğinde, ‘hah işte nihayet beklediğimiz oluyor’ havasına kapılanlar ve devamının geleceğini düşünenler oldu. Ben ise bunun devamı gelirse diye kaygılananlar arasındaydım. Çünkü TSK’nın üst komuta kademesinin,
Hilmi Özkök ayrıldıktan sonraki tavırları beni endişelendirmeye başlamıştı.
-Neden?
Çok sık ve keskin beyanlarda bulunarak adeta siyasi ortamın belirlenmesinde bir “aktör” gibi bulunma isteğinden dolayı tabii ki… Hesabını iyi yapan bir kurmay kafasıyla değerlendirildiğinde, böyle bir adımın hiçbir şekilde atılmaması gerektiği açık seçik ortadaydı. Ben
27 Nisan muhtırasının çok iyi planlanıp, akılcı şekilde yapıldığından emin değilim. Ama sonuçta o olay bir şekilde yaşandı.
-TSK’ya bir prestij kazandırdı mı peki?
Sanmıyorum, aksine prestij kaybettirdiğini düşünüyorum. Hâlâ gözü askerde olan, sıkışırsak ‘nasılsa bizi asker kurtarır’ diye düşünen laikler de o süreçte büyük düş kırıklığına uğradı. Bence kafalarının bir yerinde hâlâ ‘asker halletsin’ düşüncesi var. Hatta
gazete köşelerinde bu imalar açıkça yapılıyor.
-Laiklik konusunda hassas insanların hep askere güvenerek tavır almaları bir süre sonra laiklikle demokrasi arasında kapanmaz yaraların açılmasına sebep olmaz mı?
Tabii ki… Buradaki temel kavram, laikliğin belki tanımıyla da ilgili. Demokratik bir iktidarda, gücün sadece toplumsal tabandan gelebileceğini ifade eden ilkedir laiklik. Laikliğin
Fransa’da yerleşmesinden önce, teokratik yapılarda egemenliğin Tanrı’dan hükümdara geçtiği düşünülüyordu. Laiklik geldiğinde iktidarın halktan başka kaynağı yoktur görüşü ortaya çıktı. Laikliğin en temel ilkesi budur. Siz halkın dışında bir unsuru bunun içine koymaya kalktığınızda, mesela askeri soktuğunuzda bu denklem bozuluyor. Burada laikliği sadece dinl
e devlet düzenini birbirinden ayrışmasını kastedip bunu önlemek için asker devreye girer dediğiz zaman, sistemin demokratik ayağını kırdığı için bu da çok ciddi tutarsızlık meydana getiriyor. Velev ki bu düşünceyi ileri sürenler açısından haklı gibi görünse de…
TÜRK TOPLUMUNUN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU LAİK DÜZEN İÇİNDE YAŞAMAK İSTİYOR
-Diyelim ki bir askerî müdahale oldu ve hükümet görevden uzaklaştırıldı. Bunun sonuçları ne olur?
Daha önceki askerî müdahaleler hep
sivil yönetimlerin çok büyük itibar kaybına uğradığı, iktidarların toplumsal desteği zayıfladığı dönemlerde olmuştur. Bunun en çarpıcı örneği 12
Eylül’dür. O zaman toplum, bu müdahalenin olumlu bir tarafı da olabileceğini düşünüyordu. Ancak bugün şartlar çok farklı. Toplumun geneline yayılmış bir huzursuzluk veya iktidar değişimi talebi ya da
ekonomik kriz yok. Haliyle askerî müdahaleyi haklı göstermek çok zor. Ayrıca insanlar olan bitenin farkında artık. Onları öyle sürüler gibi tepeden buyruklarla idare etmek çok zor. Halka empoze edilen bir yönetimin iktidar olması zorlaştı yani. Bundan dolayı bir askerî yönetimin kurulması ve ülkeyi yönetmesi çok zor.
Tayland’da darbe yaptı askerler. 1 yıl sonra askerî yönetim seçime gitti. Seçimi, devrilen partinin lideri kazandı.
Askerler de devirdikleri partiye iktidarı teslim etmek zorunda kaldı. Toplumla bağları olmayan bir grubun, sadece elinde
silah gücü olduğu için ülkeyi yönetme hakkını kullanması artık çok zor. Böyle bir işe cüret etmek için çok hesapsız kitapsız ve mantık dışı davranmak lazım. Akıllarının köşesinde hâlâ bu şekilde bir seçenek olanların bunu böyle değerlendirmesi lazım. Mesela, son askerî müdahalenin öne sürülen gayelerinden biri siyasal İslam’ın yükselişi önlemekti. Oysa Türkiye’de siyasal İslam kendi içinde mutasyona uğradı. Oradan çıkan yeni parti tek başına iktidara geldi. Onu önleme çabası tam tersi sonuç verdi. Demek ki askerî müdahale başarılı olmuyor.
-Dindarlar arasında laiklikle sorunu olmayan ciddi bir kesim var. Bu insanlara sürekli laiklik sopası göstermek, makul kesimin radikalleşme tehlikesini arttırmıyor mu?
70 milyonluk bir ülkede, çok çeşitlenmiş bir toplum hakkında genellemeler yapmak yanıltabilir bizi. Bana göre Türk toplumunun büyük çoğunluğu laik diye tanımlanabilecek bir düzen içinde yaşamak istiyor. Dinî inançları sebebiyle yasaklamalara maruz kalmak istemediği gibi, dinî kuralların empoze edileceği bir düzen içinde de yaşamak da istemiyor. Laiklik üzerinden çok güçlü muhalefet yapan kesim, toplumun hayatını daha yakından ilgilendiren konularda hiç muhalefet yapmıyor. Mesela Türkiye’nin çok ciddi bir gelir eşitsizliği problemi var. AKP bazı adımlar attı; ama hâlâ bu problem çözülmüş değil.
Küresel kapitalizmle bütünleşme konusunda da sorunlar var. Bunlar
muhalif kesimin gündeminde değil. Şimdi toplumun geniş kesimini ilgilendiren bu konuları hiç gündeme almadan sadece laiklik üzeriden muhalefet yapmak, insanlarda şöyle bir izlenim uyandırıyor: “Demek ki bunların bizim asıl sıkıntılarımızla hiç ilgisi yok. Sadece başımızın üstündeki örtüye takmışlar.”
-Yine “türban” tartışmaları var Türkiye’de. Geçen yıl olduğu gibi insanlar kitlesel eylemler düzenliyor. Ne düşünüyorsunuz?
Verilen tepkileri ve Anıktabir’de toplanmaları, 2007’nin tekrarı gibi görüyorum.
İngilizce’de, “more of the same” deyimi var. Aynen onun gibi bir durum. Aynısından biraz daha. Farklı bir şey yapalım dürtüsü yok.
-Bütün bu yaşananlar, geçen seneki süreçten hiç ders alınmadığı anlamına mı geliyor?
Aslında temel algılamada geçen yılla bu yıl arasında pek bir farklılık yok. Ancak laiklik adına tepki gösteren kesimde biraz haklı çıkmış olma inancı var. Çünkü “türban” meselesine “Bir kalemiz daha gidiyor mu gitmiyor mu?” gözüyle bakıyorlar. Buna nasıl direnebiliriz, ne şekilde bir güç yığınağı yapabiliriz anlayışı var. Yine yargı ile engelleyebilir miyiz, yargıdan
ümit kalmazsa muhtıra gelir mi mantığı var. Bu düşünce sistematiği kırılmış değil.
CHP’nin hiç bir üretken yaklaşımı yok. Geçen yıldan bu yana laik ve ulusalcı muhalefeti örgütleyenlerin ne kadar ufuksuz olduğunu gösteren birkaç örnek var.
-Mesela?
Bir tanesi CHP’de
Baykal’a karşı muhalefet bayrağı açan
Haluk Koç ile DP lideri
Mehmet Ağar’ın, 27 Nisan’a tepki göstermemiş olmanın çok şey kaybettirdiğini
itiraf etmeleri. Baykal bunun öncülerindendi. Muhtıra sonrası neredeyse, iyi oldu havasındaydı. İkincisi
İlhan Selçuk ve hâlâ sol adına ahkâm kesen bazı kişilerin, MHP’ye oy vermenin bir vatan görevi olduğunu söylemeleridir. Aynı adamlar şimdi ne hale geldi. Ufuksuz olunca bunlar oluyor.
-Laikliğe duyarlı, küresel ekonomi ile bütünleşmeyi savunan, AB’ye inanan, demokrasiyi ve sivilleşmeyi savunan laik bir kesim yok mu? Sizin tabirinizle ‘paradigma hapishanesi’nden laik kesimi çıkaracak kimse kalmadı mı?
Belli bir duygusal tepkinin ötesinde akılcı bir değerlendirme yapılsa, benimle aynı ortamda yetişmiş kişilerin böyle bir noktaya gelebileceklerini umuyorum en azından. Bu düşünceye tekil kişiler olarak geldiğinizde, bunu örgütleyip sürükleyen bir siyasi akım yoksa kendinizi yalnız da hissedebilirsiniz. Benim umduğum türden bir gelişme olursa, AKP’ye destek vermiş liberal ve entelektüel çevre ile henüz bu sıçramayı yapamamış laik kesim arasında daha yakın bağlar kurulabilir. AKP’ye buradan bir muhalefet çıkabilir.
SOSYAL DEMOKRAT İKTİDAR ZOR
-AKP’ye alternatif bir siyasi hareketin çıkması belki laiklerin kendi içinde ayrışmasıyla olacak.
Evet, bence öyle. Toplumsal tabanı unutmayan bir siyasi hareketin ortaya çıkması lazım.
-Peki böyle bir siyasi hareketin Türkiye’de iktidar şansı nedir?
Bence laik düzene karşı bir girişim olduğunda, ona karşı duyarlı olabilen; ama varlık sebebini laik düzenin savunulmasına dayandırmayan bir hareketin şansı her zaman olabilir. Ancak, sadece laik düzen konusundaki hassasiyetleri öne çıkartarak kendini tanımlarsa o zaman bu şansı kaybedebilir. Kendini, Türkiye’nin önünü açacak toplumsal projelerle tanımlaması, AKP’in zayıf taraflarını, yapamadıklarını ortaya koyması daha doğru olur.
-Böyle bir hareket ufukta görünüyor mu?
Çok kuvvetli görmüyorum. Belki bir zihinsel sıçramayla başlayabilir; ama bu hiç de kolay değil. Türkiye’nin geleneksel yapısıyla yakın ve iç içe olmak lazım, bunu yapabilmek için.
BEKİR COŞKUN LAİKLERİ AVUTUYOR
-Kitabınızda şöyle diyorsunuz: “Aynı ortamda yetişip benzer bir hayat tarzını paylaştığımız insanların Bekir Coşkun gibi duygu simsarlarının peşinden gitmesi ve dincileri lanetleme kampına katılması beni çok rahatsız etti.” Bunun altında yatan psikoloji nedir?
Hâkimiyeti kaybetme duygusuna sahip insanlar bir
yalnızlık içinde hissediyorlar kendilerini ve müthiş bir
dayanışma ihtiyacı içindeler. Onların tepkilerini dile getiren ve bunu başarıyla yapan
Bekir Coşkun gibi biri çıktığı zaman, onun etrafında bir ilgi halesi oluşturuyorlar ve yalnızlık özlemlerini gideriyorlar. Bekir Coşkun onları avutmuş oluyor. Oysa günün sonunda bu tepki ve dayanışma neye yaradı, ülke nereye gitti, bu soruların sorulması lazım. Ben buna avunma diyorum. Tabii bu avunma bir yerde maddi sonuçlar da doğuruyor. Bu avunmaya aracılık edenlerin kitapları best-seller oluyor. İnsanlar bunu alıp okuyor, böyle bir tarafı da var.
ÇILGIN TÜRKLER DÖNEMİ BİTTİ
-AK Parti’yi, Türkiye üzerinde kötü niyetli emelleri olan dış güçlerin tasarımı şeklinde tanımlamak gerçeği ne kadar yansıtıyor?
AKP’yi, mekanik bir dış planın parçası ve tasarımı olarak görmek çok eksik bir değerlendirme olur. Çünkü bütün bu iç dinamikler bizim gözümüzün önünde yaşandı. Toplumdaki değişim sadece siyasi düzlemde yaşanmıyor.
Anadolu’daki iş hayatının gelişmesi, tarımdan kopan nüfus, bir sürü toplumsal olgularla paralel giden bir gelişme. Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini iyi analiz ederek yola çıkmış bir siyasi hareket AKP. Dışarıdan tasarım lafları bana çok mekanik geliyor. Eğer öyleyse benim karşı tarafa tavsiyem, siz de yapın. Siz de Türk toplumundaki ve dünyadaki değişimi algılayarak buna karşı bir seçenek üretin ve bunu topluma benimsetin.
-AKP artık bir merkez partisi mi?
Merkez partisi olma yolunda çok önemli adımlar attı; ama ikinci iktidar döneminde şöyle bir tehlike var. Merkez partisi olma yolundaki konumunu mu güçlendirecek yoksa toplumsal tabanı tutabilmek için tekrar o eski marjinal döneme ait reflekslerle kendini merkezden soyutlayacak mı? Ben Türk toplumunun bugünküne benzer bir düzende yaşamak istediğini düşünüyorum. AKP bunun tersine giderse merkez partisi olma avantajını kaybeder. Mantıken bunu yapmaması gerekir.
-AKP’ye karşı çılgın değil akıllı Türkler başarılı olur diyorsunuz. Bu ne demek?
Kurtuluş Savaşı Türkiye’nin bir noktada konvansiyonel olanın dışında düşünmesini gerektiren bir olaydı. Çılgınca davranmayı gerektiriyordu.
Bağımsız Türk devleti kurmak isteyenler çok zor şartlarda çalıştı. Bugün, bu tür romantik atılımlarla, çılgınca hamlelerle alınacak mesafe ve kazanılacak savaş görmüyorum. Bugünün Türkiye’sinde kitledeki değişimi, özlemleri akılcı şekilde okuyarak yola devam etmek, hatalardan sonuç çıkarmak lazım. Akıllı Türklerden kastım bu.
ZAFER ÖZCAN - AKSİYON