Elvan Aktaş bugünkü yazısında yapılan çelişkili açıklamalardan, devletin böylesine müdahil olduğu bir bankacılık sistemine neden sarhoş tefecilik dediğini açıklık getiriyor.
İşte Elvan Aktaş'ın 'Sarhoş tefeciler takke satarsa' isimli yazısı;
Orta Vadeli Polyanna (OPV) masalı açıklandığından beri, gerek görünürdeki yasal yürütme erki, gerekse Cumhurbaşkanlığı eksenli paralel yürütme erki tarafından çok çelişkili açıklamalar yapılıyor.
Yukarıdaki giriş cümlesinden maksadımız tabii ki Türkiye’nin ekonomi politikaları. Fakat uzmanlık alanımız olmasa da aynı cümleyi Türkiye’nin dış politikaları, hukuk skandalları, iç güvenlik düzenlemeleri, sosyal çalkantıları, vs. için de söylesek, kimseye şaşırtıcı gelmezdi maalesef. Zaten tüm bu gelişmelerin planlama, uygulama ve netice aşamalarında birbirinden kopuk bir tablo arz etmelerini beklemek hayalcilik olur: Sosyal çalkantılara gebe, iç güvenlik sorunlarını aşamamış, hukuk skandalları yüzünden müttefiklerince bile eleştirilen (bkz: AB hayali), dış politikada haftalık u-dönüşleriyle yalpalayan bir ülkeden nasıl bir ekonomik planlama ve istikrar beklenebilir ki?
Her neyse, biz asıl konumuza dönelim, kimdir bu sarhoş tefeciler ve neden takke takma lüzumu hissetmişlerdir?
Bankacılık sektörünün olmazsa-olmazları nelerdir diye sorsanız, konuyla ilgili hemen herkes, hukuki altyapı, ekonomik istikrar, sermaye yeterliliği, güvenilir denetleme mekanizmaları, vb. faktörleri sıralayacaktır. Bunların tamamını herhangi bir ders kitabında ya da internet sitesinde bulabilirsiniz. Fakat Türk Bankacılık Sektörü adına belki de en önemli eksikten bahseden pek fazla kaynak bulamazsınız. Neden mi? Bu faktör daha çok Türkiye siyasetiyle ilgilidir ve bundan bahsetmek –özellikle sağ iktidarlar döneminde- kimsenin işine gelmez de ondan. Hangi faktörden bahsediyoruz? Tabii ki kamu bankaları ve devletin finansal piyasalardaki ağırlığından.
Yakın siyasi tarihimiz, yalnızca bankacılık sektörü değil, hemen her alanda “arpalık” diye adlandırılan kamu teşebbüslerinin, o günkü siyasi iktidar tarafından nasıl kötüye kullanıldığının örnekleri ile doludur. Bir de buna, modern bankacılık sistemi ve ekonomi yönetiminin çok hassas kırılganlığı eklendiğinde, devletin böylesine müdahil olduğu bir bankacılık sistemine neden sarhoş tefecilik dediğimizi yadırgamazsınız herhalde. Düşünün bir kere, hem denetleyen devlet, hem de baş aktörler devletin elinde! Haydi buyurun garabetler diyarının rekabetçi bankacılık sistemine.
Peki neden “özellikle sağ iktidarlar döneminde” ifadesini kullandık? Sol muhalefet, yapısı ve siyasi felsefesi gereği kamu teşebbüslerine karşı çıkamaz ve özelleştirmeyi destekleyemez de ondan. İktidar ve güç sarhoşu olmuş bir sağ iktidarın bu “arpalık”ları nasıl da ülke yararına kullanacağından hangi vatansever şüphe edebilir ki? Ne yani, koskoca “mübarek” hükümet bu bankaları yandaşlarına ucuz krediler vermek, sonra da bu batık krediler tehsil edilemeyince, onları kamu bankaları üzerinden görev zararı olarak gösterip, vergi mükelleflerinin sırtına yükleyecek değil ya, haşa! Hele aynı “muhafazakar ve dindar” hükümet, onlarca kez ihale yönetmelik ve düzenlemelerini değiştirerek yandaşlarına kazandırdığı projeleri, bir de tutup bu kamu bankaları aracılığıyla finanse eder mi hiç? Tövbe haşa! Böylesine “dindar” bir siyasi otoritenin, mali teftiş, bankacılık denetleme, borsa işlemleri düzenleme, vb. mekanizmaları, siyasi baskı aracı olarak kullanacağını ve hatta muhaliflerce finanse edilmiş bir bankayı –tüm sistemi etkileyeceğini bile bile- batırma planları yapacağını düşünmek ihanet değildir de nedir? Bankacılık sistemi sarhoş olmasın da ne yapsın?
Şimdi gelelim bu sarhoş tefecilerin takke takma hikayesine…
Kamu bankaları ve devletin bu piyasalardaki ağırlığı, Türk Bankacılığının gelişmesi ve global piyasalarla entegrasyonu önünde aşılmaz bir engel gibi durmakta iken, bir de ne duyalım? Kamuya ait faizsiz katılım bankası…Takkeli sarhoş tefeciler diyarına hoş geldiniz!
Neden faizsiz katılım bankası? Neden şimdi?
Birinci muhtemel senaryo: Kamu ve özel sektör borç batağına girmiş, kısa vadeli borç uçurumuna hızla yaklaşılmakta, cari açık kontrol altına alınamamakta, enflasyon tekrar çift haneli rakamlara yükselmekte, yanı başımızda bir savaş sürmekte, reform ve demokratikleşme adına 40 yıl geriye dönülmekte… ve netice: yabancı sermaye kaçıyor, Babacan ve Şimşek günah keçisi olsunlar diye bu çöküşün sorumluları olarak kabinede tutulmuş olsalar da, dış piyasalarda algı operasyonları fayda vermiyor, Türkiye’ye güven erozyona uğramış (bkz: son BM oylaması ve yarıya düşen destek). Tek çare: Müslüman ülkelerden faizsiz katılım bankası adı altında para girişi sağlamak.
İkinci muhtemel senaryo: Yeni yasal düzenlemelerle TMSF’ye verilen olağanüstü yetkileri (banka devralma, mallara el koyma, bunları başka bankalara devretme, vs.) bir türlü batırılamayarak “batan” banka, Bank Asya operasyonunda kullanarak, güya Ziraat Bankası adına açılan bu yeni katılım bankasına tüm mallarını devretmek (affınızı istirham ederek).
Buraya kadar yazıyı eğlenceli bulmadı iseniz, buyurun size haftanın bonus garabeti: Yandaş havuz medyasında (dikkat: bir kısmı halen TMSF’ye aittirler, geri kalanları ise bir dönem aynı maşa tarafından yandaş iş adamlarına hediye edilmişlerdir) çıkan haberlere göre, sırf faiz karışmasın diye, bahsi geçen katılım bankası, Ziraat Bankası fonları yerine Hazine tarafından finanse edilecekmiş. Sormadan geçmeyelim: Genelevler, alkollü içecek ve sigara satışları, şans oyunları, eğlence mekanları gelirleri, vs. gibi kaynaklardan tehsil edilen vergiler Hazine hesaplarında ayrı bir havuzda mı tutulmaktadırlar? Yoksa yazının başlığını “Takkeli Tefeciler Sarhoş Olursa…” şeklinde mi yazmalıydık?
Müslüman ülkelerden beklenen bu para girişi için bir de güzel atasözümüz var: Takke düştü, kel göründü…