Zaman Gazetesi'nden ayrıldıktan sonra Hizmet Hareketi ve sevenleri hakkında aslı astarı olmayan iftiralara evet dediği gibi bir de iftira atan Hüseyin Gülerce'nin bu tavrı ve olayın perde arkası hakkında “Bizden olsun, çamurdan olsun” zihniyeti" başlıklı bir yazı kaleme alan Bugün gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak makalesinde, 'havuz medyası'nın çok sevdiği Hüseyin Gülerce'nin samimiyetinden şüphe duymadığını ancak 'bükemediğin bileği öpeceksin anlayışını' Gülerce'ye yakıştıramadığını yazdı. Gülerce'nin Hizmet Hareketi'nin hükümete savaş açmakla suçladığı 3 olayın (7 Şubat, Gezi olayları ve 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları) perde arkasını yazdı.
İşte Bugün yazarı Nazlı Ilıcak'ın o yazısı:
"Bir zamanlar Cemaat’e yakın olan ve ama şimdilerde “havuz medyası”nın çok sevdiği Hüseyin Gülerce önemli açıklamalar yapıyor. Yanlış anlaşılmasın, Gülerce’yi ben de severim ve samimiyetinden zerrece kuşku duymam. Yani Gülerce, bir Nurettin Veren ya da Latif Erdoğan ile kıyas kabul etmez. Davranışının sebebini, Ahmet Hakan’a verdiği mülâkat metnini okuyunca anlıyorsunuz: “Hizmet’in karşısına bir dağ çıktı. Hizmet, bunu aşılabilecek bir tepe sanıyor.”
Öyleyse mesele, haklı olup olmamak değil, bükemeyeceğin bileği –kirli olsa da- öpeceksin.
Böyle bir felsefeyi benimseyenler var da Hüseyin Gülerce’ye yakışmıyor… Bunu geçelim ve işin esasına gelelim.
Hüseyin Gülerce, Hizmet Hareketi’nin Tayyip Erdoğan’ı devirmek istediğine inanıyor. 3 adım sıralıyor: 1) 7 Şubat, 2) Gezi, 3) 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları.
Nedir 7 Şubat’ın perde arkası?
Bunu Ali Fuat Yılmazer’den dinleyelim:
“2008’de başlayan ve 2012’ye kadar devam eden KCK operasyonları sırasında, çok sayıda MİT mensubuna ulaşılmıştı. Sözgelimi, Öcalan’ın talimatını redakte eden Cengiz Kapmaz MİT elemanıydı ya da Oslo tutanaklarını birkaç saat yayınlayıp, sonra da kaldıran Fırat News’un, MİT’e yakın kişiler tarafından işletildiği ortaya çıkmıştı. Ayrıca, KCK yönetimine sızan MİT kadrosu, metropollere gönderilen eylemcilerden, onlara ödenen paralardan, alınan eylem kararlarından da haberdardı. Emniyet İstihbarat’ın ve Organize Şube’nin bulguları bu istikametteydi. Toplanan bütün deliller, Başbakan’ın bilgisi dahilinde savcılığa peyderpey intikal ettirildi. Nitekim örgüt yöneticiliğinden tutuklananlar oldu. MİT ise elemanlarının serbest bırakılmasını istiyordu. Savcılık, MİT ile bir yıl görüştü; müzakere etti. Onlara bazı sorular sordu: “Elemanlarınız vasıtasıyla KCK’dan aldığınız bilgilerle ne yaptınız? Bu bilgileri hangi makama yansıttınız? KCK’nın hangi operasyonlarını önlediniz?”
Sonunda ikna edici bir cevap alamayınca, Savcı Sadrettin Sarıkaya, Teşkilatın yöneticisi 3 isim (Afet Güneş, Emre Taner ve Hakan Fidan) ile 2 MİT’çiyi, ifadelerine başvurmak üzere davet etti. Bu davetin yapıldığından İstanbul Emniyet Müdürlüğü dolaylı bir şekilde haberdar oldu. Savcı Sarıkaya, polisten, Emre Taner ile Afet Güneş’in ve eyleme karışan 2 MİT’çinin telefon numaralarını istemişti. Polis, bu bilgiyi amirlerine intikal ettirince, Emniyet, MİT’çilerin ifadesine başvurulacağını değerlendirdi; dosya bu şekilde İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın tarafından Başbakan’a sunuldu. Sadece Hakan Fidan’ın ismi yoktu. Çünkü Emniyet de, Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılacağından haberdar değildi. Başbakan, Emre Taner ve Afet Güneş’in ifadesinin alınmasını onaylamıştı. Buna mukabil, “Hakan Fidan’ı benden gizlediler, bana komplo kurdular” diye düşündü. Fidan’ın ifadeye çağrıldığı bilgisinin de -kendisine emrivaki yapmak üzere- İstanbul Emniyeti tarafından medyaya sızdırıldığına inandı. Başbakan “Basına yansımasaydı, düzeltebilirdim” kanaatini taşıyordu. Ama sonradan, ifade olayını İstanbul Emniyeti’nin değil kendilerini koruma altına almak isteyen MİT’çilerin deşifre ettiği, bu haberin ilk Fırat News’ta çıktığı anlaşıldı.”
Meselenin, doğrudan Oslo müzakereleriyle değil KCK’ya sızan ama ulaştığı bilgileri merkeze intikal ettirmediğinden kuşku duyulan MİT elemanlarıyla ilişkili olduğu anlaşılıyor. İddialar arasında, MİT’çilerin İmralı’dan Kandil’e eylem talimatı götürdüğü, sözgelimi bu talimattan kısa bir süre sonra Silvan’da 13 askerimizin şehit edildiği gibi suçlamalar da var.
Hüseyin Gülerce’ye göre Zaman’ın kabahati “Savcılar daima haklı çıkıyor” manşetini atması. Böylece Sadrettin Sarıkaya’nın Hakan Fidan’ı ifadeye çağırmasını gazete desteklemiş oluyor. Bu da darbenin ilk ayağı sayılıyor! Oysa Cemaat’in baştan beri -tıpkı Erdoğan gibi- KCK operasyonlarını onayladığını, ayrıca MİT’te 28 Şubat’tan kalma karanlık odakların mevcudiyetine inandığını biliyoruz. Savcıyı desteklemesinin sebebi bu.
Soruşturmanın Oslo ile ilgili olmadığının bir başka kanıtı daha var. CHP Milletvekili Tanju Özcan ve bazı vatandaşların şikâyeti üzerine, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Oslo’yu merkezine alan bir tahkikat başlatmış, UYAP sistemine, 2011/1109 numarayla kayıtlı bir soruşturma dosyası açmıştı. MİT Hukuk Müşavirliği, aynı konuda 2 soruşturma yürütülemeyeceği gerekçesiyle Savcı Sadrettin Sarıkaya’yı uyarmış, Sarıkaya da konunun Oslo ile ilgili olmadığı cevabını vermişti.
Cemaat’in bu işte bir parmağı olduğu iddiasına gelince… 2011 Haziran seçimlerinde, var gücüyle iktidarı destekleyen Cemaat, neden 6 ay sonra (7 Şubat’ta), Tayyip Erdoğan’ı hedef alan bir operasyon düzenlesin? Üstelik bunu, Oslo bağlantılı olarak yapsın? Eylül 2011’de, Oslo müzakere zabıtları ortaya çıktığı günlerde, Zaman Gazetesi, PKK temsilcileriyle masaya oturulmasına karşı eleştirel bir tavır içine girmemişti. Ekrem Dumanlı, Oslo ses kayıtlarının meydana çıkmasındaki zamanlamaya şu sözlerle işaret ediyordu: “Türkiye’nin yükselen bir değer haline gelmesi ve hemen her alanda adımlar atıyor olması, bazı çevrelerde rahatsızlıkların oluşmasına yol açmış olabilir. Nitekim bu geniş heyet Kahire’deyken, uluslararası güçlerin oyuncağı haline gelmiş bir örgüt (PKK), hükümeti zor durumda bırakmaya yönelik hamle yaptı. Bu hamlenin o örgütü aşan bir yönü olduğu anlaşılırsa ve zamanlaması hesaba katılırsa, Türkiye’nin yeni vizyonundan rahatsız olan devletlerin devreye girdiğini iddia etmek de mümkün.”
Görüldüğü gibi, Dumanlı, Oslo’yu kurcalamak bir yana, bu zabıtları ortaya çıkaranları, “yabancı güçlerin kuklası” olarak değerlendiriyor.
Ama Gülerce’ye göre Zaman, 7 Şubat’ta Oslo müzakerelerini tartışmaya açtı ve Tayyip Erdoğan’ı hedef aldı. Zaman Gazetesi, Savcı Sadrettin Sarıkaya’nın tutumunu desteklediği için, Sarıkaya da, Cemaatçi bir komplonun parçası oldu. Sarıkaya’yı, dosyadan dönemin İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen aldı. Şimdi, Seçen’e de, “paralel örgütün üyesi” diyorlar.
Bir mantık kur ama biraz ipe sapa gelsin! Sebep-sonuç ilişkisinin bir insicamı olsun!
Gülerce, ikinci sarsıntıyı Gezi olayları sırasında, Mümtaz’er Türköne, Ahmet Turan Alkan ve İhsan Dağı’nın muhalif yazılar yazması üzerine geçirmiş. Galiba Gülerce de Gezi’yi, bir Cemaat komplosu gibi görme eğiliminde.
Ama esas kopuş, 17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrasında gerçekleşiyor. Gülerce “O tarihte Hizmet Hareketi hükümete topyekûn savaş açmış diye düşündüm” diyor. Türkiye’yi sarsan deste deste paralar, sıfırlanmaya çalışılan milyonlar, “havuz medyası” kurmak için müteahhitlerden kesilen haraçlara tek bir cümle ile temas etmiyor. Zaman Gazetesi, bu operasyonlara sütunlarında yer verdiği için Cemaat darbenin organizatörü oluyor. Ya diğer gazeteler?.. Onlar da bu haberleri yayınladı. Aydın Doğan ve Turgay Ciner de mi hükümete karşı darbeye kalkıştı? Hem ne zamandan beri yolsuzluğu yazmak suç oldu? “Bizden olsun da isterse çamurdan olsun” diye bir makbul vatandaş anlayışına mı ram olmalıyız?
Gülerce, -madem önümüzde aşamayacağımız bir dağ vardı- ahlâki değerlerimizi sıfırlayıp, Karun’laşan Firavunlar’ın peşine düşmeliydik mi demek istiyor? O zaman Hizmet Hareketi arsızlığı, haksızlığı ve zilleti paylaşmış olmaz mıydı?
“Her şey vaktini bekler. Ne gül vaktinden önce açar. Ne güneş vaktinden önce doğar. Bekle senin olan sana gelecektir” diyor Mevlana. Ama o gün gelene kadar acaba sen nerede durdun? Hakkın ve haklının yanında mı yoksa nefsine yenik düşen nasipsizlerin ardında mı? Önemli olan bu."