İŞTE YUSUF ACAR'IN O YAZISI
Hocam Davutoğlu veya Bir Talebenin Hayal Kırıklığı
Başbakanımızı yıllar önce Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu olarak tanıdım. 2000-2001 eğitim yılında iki dönem üst üste Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler master programında ders aldım. İnanılmaz ufuk açıcı, eğitici ve verimli dersler oldu. Bir başka açıdan da efsaneydi benim için. Boğaziçi Üniversitesi’nde bölüme başladığımda onun mezuniyetinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama namı bize kadar gelmişti. İşte yıllar sonra o efsaneden ders almak benim için muhteşem bir deneyimdi. Meşhur “Stratejik Derinlik” kitabını da bize ders verdiği dönemde yayınladı. Hemen almıştım tabii ki.
Özel bir üniversite olan Beykent’te Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı’ydı, ama haftada bir gün Marmara’ya ders vermeye geliyordu. Devlet üniversitesinde ders vermeyi vicdani bir sorumluluk olarak gördüğünü söylemişti bir ders esnasında. Gözümde biraz daha büyümüştü.
Refah Partisi kapatıldıktan sonra açılan Fazilet Partisi henüz kapatılmamış, Yenilikçiler Ak Parti’yi kurmak üzere ayrılmamıştı. Siyasette sıcak günler yaşanıyordu. Hoca’ya da siyaset kulvarından teklifler geldiğini o günlerde öğrendik. Daha dün gibi aklımda, kendisine yapılan çağrıları sınıfta bize nasıl anlattığı: “Bana diyorlar ki Hocam bu kadar bilgi birikim ve olgunlaşmadan sonra siyasete girmenizin zamanı geldi.” Kendisine has üslubuyla bıyık altından gülümsemiş ve “Siyasete girmek için artık olmuşuz demek” mealinde hafifçe istihzaya almıştı. Bir ilim adamı olarak devlete-millete hizmet etmek istediğini ancak siyasete girmeyi düşünmediğini söylemişti.
2002-2009 yılları arasında 58., 59. ve 60. hükümetlerde Başbakan Dışişleri Başdanışmanlığı yaptı. Bunun siyaset değil devlet hizmeti olduğunu anlatıyordu. Bu görevindeyken, o vakit bünyesinde çalıştığım Zaman Gazetesi’ni ziyaret etmişti. Amacının bir an önce üniversiteye dönüp, yazmayı düşündüğü “Tarihi Derinlik” kitabı üzerinde yoğunlaşmak olduğunu samimi duygularla ifade etti.
Bizzat kendisinden değil ama yakın çevresinden Hoca’nın hep bir modern zaman âlimi olmayı hedeflediğini duyardım. Yıllar süren dış politika başdanışmanlığına rağmen siyasete girmemesini de böyle okumuş ve kendimce takdir etmiştim. Hocam Davutoğlu gibi sadece teorik değil uygulama yönü de kuvvetli bir ilim adamıyla çalışmasını da hükümet açısından hep çok büyük bir şans olarak değerlendirdim.
Mayıs 2009’da milletvekili olmadan Meclis dışından Dışişleri Bakanı olarak atandı. Bu Hocam’ın çizgisi açısından önemli bir kırılmaydı aslında ama bunu ancak yıllar sonra anlayabilecektim. 2011 seçimlerinde Konya’dan milletvekili adayı olup seçildiğinde siyasete iyice ısınmıştı. Kullandığı üslup gittikçe hamasileşiyor, ilim adamı dili fazlasıyla sertleşiyordu. Siyasetin fıtratında bu vardı galiba ve Hocam yıllar boyu uzak durduğu bu âlemin içinde, gittikçe kendinden uzaklaşıyordu. Dış politika Arap Baharı olaylarıyla ateş çemberine girerken “Sıfır Sorun Politikası” dökülüyor, Hocam ise o zamanki Başbakan Erdoğan’a daha fazla benzemeye başlıyordu. Libya, Mısır, Suriye derken ülkemiz gittikçe yalnızlaşıyordu. Ama ne “değerli” yalnızlık…
Dış politikada yalnızlaşan Türkiye, Aralık 2013’te Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ile sarsıldı. O günden bugüne olanları tek tek sayıp hatırlatmaya gerek yok. Üzerinden 14 ay geçti. Ne ayakkabı kutularından ortalığa saçılan rüşvetin, ne de havuzu besleyen yolsuzluk ihalelerinin üzerini kapatabildiler. Paralel safsatasından, yakın tarihteki tüm faili meçhul cinayetleri Cemaat’in üzerine yıkma vicdansızlığına, yurtdışındaki Türk okullarını kapatma beyhude çabasından Fethullah Gülen’e terörist deme densizliğine ne yapsalar yine de kapatamayacaklar.
Peki, Hocam Davutoğlu ne yaptı bu dönemde? Müthiş zihinsel potansiyeli ile kısa sürede “kurt politikacı” olduğunu ispat etti bence. Türkiye Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken, o Başbakanlığa giden yolun taşlarını döşedi adeta. Başbakanlık iddiaları ilk ortaya atıldığında, onun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kolay yönetebileceği, “Evet efendimci” bir kişiliği olmadığını söylemiştim. Bunun bir dayanağı da vardı. Geçenlerde Selçuk Gültaşlı kamuoyuna hatırlattı, 2003’teki bir röportajında şöyle diyordu: “Hangi siyasetçi ki ilime/ilim adamına yaklaşır, yükselir; hangi âlim ki siyasete/siyasetçiye yaklaşır, alçalır.” Ancak görünen o ki Hocam’ın öncelikli vasfı âlimlikten siyasetçiliğe inmiş ve bir zamanlar elinin tersiyle ittiği siyaset onu fena halde esir almış. “Tarihi derinliğimiz” adına çok yazık!