İşte Devlet Bahçeli'nin konuşma metni:
"Değerli
Milletvekilleri,
Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,
Hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.
Bildiğiniz gibi
İsrail'in
Filistinlilerin yaşadığı
Gazze topraklarına 2008 yılının son haftasında
Hamas tarafından atılan füzeleri gerekçe göstererek başlatmış olduğu saldırılar, 23 gün sürmüş ve İsrail'in gevşek bir
ateşkes kararından sonra şimdilik sona ermiştir.
Bu süre zarfında evleri, okulları ve işyerleri tahrip edilen ve bombalanan Filistinlilerden çoğu kadın ve çocuk olmak üzere ölenlerin sayısı 1500' e yaklaşmış, yaralıların sayısı ise dört bin beş yüzü aşmıştır.
Saldılar karşısında gösterilen tepkileri umursamayan İsrail, uluslararası kararları bile ciddiye almamış, suskun ve etkisiz Arap ve
İslam Dünyasının durumundan cesaret alarak dilediği zamana kadar saldırılarını sürdürmüştür.
Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre ölenlerin üçte birinin çocuk olması; yolların, trafoların, su depolarının, okulların,
hastanelerin ve resmi binaların
hedef alınması, İsrail'in hedefinin öncelikle
sivil halk ve günlük hayatın idamesini sağlayan tesisler olduğunu ortaya çıkarmıştır.
İsrail'in hukuk ve ölçü tanımayan pervasızlığı ve Gazze'de yaşanan insanlık dramının korkutucu boyutlara ulaşması, bütün dünyada olduğu gibi
ülkemizde de infiallere neden olmuş, milletimiz Gazze'de yaşananlara haklı ve vicdani bir hassasiyet göstererek Filistinli kardeşlerimize sahip çıkılmasını talep etmiştir.
Bu arada hükümetin göstermelik arabuluculuk tavrından ikna olmayan ve soruna müdahale niyetinden kuşku duyan kamuoyu, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin bu konudaki samimiyetini sorgulamaya başlamıştır.
İşte, geçtiğimiz hafta Sayın Baş
bakan'ın haklı tepkileri ile
gündeme gelen
Davos toplantısının öncesindeki süreç ve
psikolojik ortam, hükümetin kendisini Filistin meselesinde sıkışmış ve etkisiz gördüğünü hissettiği bir dönemde gerçekleşmiştir. Gelişmeler bu açıdan anlamlıdır.
Bildiğiniz gibi otuz dokuzuncusu İsviçre'nin Davos kasabasında düzenlenen ve son kırk yılın en önemli
ekonomik toplantısı olarak nitelendirilen Dünya
Ekonomik Forumu'nda, 96 ülkeden 2500 katılımcı yer almış,
Türkiye'yi temsilen ise
Başbakan Erdoğan ve bazı bakanlar ile çok sayıda medya, iş ve ticaret dünyası mensupları katılmıştır.
Son yüzyılda ikincisi yaşanan ağır bir küresel ekonomik
krizin dünyayı sarstığı, milli ekonomilerin bu krize karşı çıkış ve çözüm aradığı bu dönemde gerçekleşen böylesi bir toplantıda, Türkiye'nin önceliklerinin ekonomi olması idrak sahibi herkesin üzerinde
ittifak edeceği bir gerçektir.
Ne var ki Başbakan, ekonomik
tedbirler açısından çok yaranlı olabilecek bu toplantı sürecini, siyasal kaygıları ve ihtiraslarıyla başka mecraya kaydırmış, kamuoyu Başbakan Erdoğan'ın "Gazze:
Ortadoğu'da Barış Modeli" isimli
oturumdaki tepkilerine odaklanmıştır.
Başbakan'ın söz konusu
tartışmaya ne niyetle katıldığı, hangi saiklerin kendisini oraya yönelttiği, hangi sıfatı taşıyarak orada bulunduğu ve Ortadoğu'daki soruna doğrudan müdahil olan
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri,
Arap Birliği Genel Sekreteri ve İsrail Cumhurbaşkanı'nın arasındaki bu tartışmada Filistinli hangi grubun adına ve hangi yetkiyle orada bulunduğu ayrıca sorgulanmalıdır.
Ancak katılma gerekçesi ne olursa olsun,
Türkiye Cumhuriyetinin bir Başbakanına yönelik olarak İsrail Cumhurbaşkanı ile oturum yöneticisinin küstah ve aşağılayıcı tavırları karşısında Başbakan Erdoğan'ın tepkisi, yazılı açıklamamızda da belirttiğimiz gibi, yöntemi tartışılsa bile haklı, meşru ve yerindedir.
Şayet maruz kalınan muamelelere rağmen tepki bu noktada, yeri ve zamanı geldiğinde gösterilmemiş olunsaydı Türk milletinin şeref ve haysiyeti savunulmamış,
hakaretlere
boyun eğilmiş olunacaktı.
Ancak, Başbakan Erdoğan'ın bu tepkisi ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak göstermesi gereken bu tavrı, altı yılı aşkın süredir sergilediği ilkesiz, omurgasız, teslimiyetçi ve daha da önemlisi
taşeron siyasetini örtemeyecek, "yalnızca bir doğrusu, sayısız yanlışlarını" silmemize yeterli olmayacaktır.
Nitekim, hükümetin tavizkâr dış
politikasına artık alışmış ve onurlu tavır, dik duruş ve seviyeli ilişki konusunda Başbakandan umudu kesmiş milletimiz de Davos resti karşısında şaşırmış ve heyecanlanmıştır.
Başbakandan bugüne kadar görmediğimiz tutum,
toplumda altı yıldır özlenen ve aranan devlet adamlığı duygularını da ortaya çıkarmış, milletimizde haklı bir umut uyandırmıştır.
Bu umudu, basit hesaplarla iç siyasette oya tahvil etmek isteyen AKP zihniyeti, köhnemiş anlayışını yurda dönüşünde de sergilemiş ve maalesef değişen hiçbir şeyin olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur.
Muhterem Milletvekilleri,
Son gelişmeler nedeniyle zihninin bulanık olduğu anlaşılan Başbakan'ın, Türkiye'ye dönüşünden sonraki tutarsız ve çelişkili beyanları, Türk basını ve
Dışişleri Bakanlığı mensuplarını hedef alan ithamları, kendisine hakim olan niyetler hakkında kuşkuların doğmasına yol açmıştır.
Bunun yanı sıra,
yandaş basın vasıtasıyla başlatılan ve mizah ve magazin ölçülerini ve sınırlarını zorlayan "kahramanlık
kampanyaları", bu konunun
seçim malzemesi olarak kullanılmak istendiğine işaret eden gelişmeler olarak karşımıza çıkmıştır.
Bugüne kadar "sahte
mağdur ve mazlum" rolü oynayarak bunun
ucuz istismarıyla yol alan Başbakan'ın, şimdi de "Gazze mağdurlarının yanında dik durarak İsrail'e meydan okuyan, "sessizlerin sesi ve kimsesizlerin kimsesi" kartvizitiyle yeni bir siyasi duygu istismarından medet umduğu anlaşılmaktadır.
Başbakan'ın Büyük Atatürk'ün Çanakkale'deki sözlerine atıfta bulunan hamasi beyanları, Türkiye'nin büyüklüğünü anlamak için şerefli tarihimize bakılması yolundaki hatırlatmaları ile yandaş basının "fetih-fatih" ekseninde yürüttüğü
imaj mühendisliği çabaları, seçim kampanyası malzemelerinin hazırlandığının göstergeleri olmuştur.
Milliyetçi Hareket Partisi, İsrail'in Gazze saldırılarından bu yana geçen süreçte yaşanan gelişmeler ve Başbakan'ın bu konudaki çelişkili ve kuşkulu tutumu hakkındaki görüşlerini, objektif ve somut gerçeklere dayalı olarak bütün açıklığıyla ortaya koymuştur.
Bu konuda baştan itibaren tutarlı bir tavır sergilemeyen, asabi ve fevri çıkışlarla suçluluk psikolojisi içine giren Başbakan, bu alandaki sorularımıza bugüne kadar inandırıcı
cevap verememiş, İsrail ile ilişkilerde atılmasını önerdiğimiz somut adımlar karşısında derin bir sessizlik ve kayıtsızlık içine girmiştir.
Bu kapsamda,
Gazze saldırılarından beş gün önce İsrail Başbakan'ı ile Ankara'da yaptığı beş saatlik görüşmenin neden resmi tutanağının tutulmadığı,
Başbakanlık basın açıklamasında yer aldığı gibi bugün
katil olmakla suçladığı İsrail Başbakanı'na "Ortadoğu barış sürecine olumlu katkıları" dolayısıyla neden teşekkür ettiği,
Bu özel görüşmede Gazze konusunun nasıl gündeme geldiği gibi karanlıkta kalan konulara bugüne kadar tatmin edici bir açıklama getirememiş ve,
İsrail ile askeri ilişkilerin gözden geçirilmesi, Başbakan'ın BOP eş başkanlığını bırakması ve
Musevi kuruluşlarından aldığı cesaret madalyalarının iade edilmesi önerilerimiz karşılıksız kalmıştır.
Başbakan, bu konudaki samimi telkinlerimizi ya görmezden gelmiş, ya da "
bakkal dükkanı- devlet idaresi" gibi ciddiyetsiz benzetmelerle bunları geçiştirme yolunu seçmiştir.
Bugüne kadar
dış politikada teslimiyetçi anlayışını
pusula olarak benimseyen Başbakan'ın dik durma adına yaptığı bu çıkış,
sakat dış politika anlayışının bundan sonra değişeceği yolunda da bir iyimserlik yaratmıştır.
Bu beklentinin gerçekleşmesinin yolu, Başbakan'ın bugüne kadar izlediği teslimiyet politikalarıyla çıkmazlara sürüklenen milli meselelerde aynı onurlu tavrı göstermesi olacaktır.
Bu çerçevede, Başbakan'ın acilen yapması gerekenler;
Türkiye'nin
Irak politikasını gözden geçirerek
terörle mücadele, Türkmenlerin geleceği ve
Barzani ile ilişkiler konusunda Türkiye'nin çıkarlarını koruyan onurlu politikalar izlemesi,
Türkiye'nin toprak bütünlüğünü ve sınırlarını sorgulayan ve sahte soykırım yalanı etrafında Türkiye'yi mahkum ettirmek için hayasız bir kampanya sürdüren
Ermenistan'ın peşinden koşmaktan vazgeçilmesi,
Kıbrıs Türklerini bir
azınlık toplumu olarak teslim almaya hazırlanan Rum
yönetimi ve Yunanistan'a karşı kararlı bir duruş sergilemesi,
Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin milli birliğinin, devlet yapısının ve kuruluş ilkelerinin temellerini sarsmaya yönelik dayatmaları ve sürekli aşağılamaları karşısında Türkiye'nin onurunu koruyacak bir tavır geliştirmesi ve,
ABD'nin küresel senaryolarının bölgesel taşeronu olmaktan vazgeçmesidir.
Davos'ta Türkiye'nin onurunu ve itibarını koruduğunu, gölgesinden korkanların bunu anlamakta zorlanabileceğini söyleyen Başbakan'ın yapması gerekenler bunlardır.
Yakın dönemde yaşanan haysiyet kırıcı gelişmelere bakıldığında,
Süleymaniye'de Türk askerinin başına çuval geçirilirken,
ABD
Savunma Bakanı Kuzey Irak'a kara harekâtına derhal son verin diye
okyanus ötesinden müdahale ederken,
Barzani "Kerkük'e karşı Diyarbakır'da cevap veririz, içinizi karıştırırız" diye Türkiye'ye meydan okurken, Başbakan Erdoğan'ın; Türkiye'nin itibarıyla oynanacak sıradan bir ülke olmadığını hatırlamadığı bir gerçektir.
Bunların yanı sıra, Başbakan ve hükümetinin;
Avrupa Birliği komiserleri Türkiye'ye alenen hakaret ederken,
Brüksel'in baskılarıyla Türk tarihine ve Türklük değerlerine hakaret suç olmaktan çıkarılırken,
Ermenistan yetkilileri "Türkiye'nin hastalıklı bir toplum olduğu, geçmişiyle ve tarihiyle yüzleşmesine yardımcı olunarak
tedavi edilmesi gerektiği"ne yönelik hakaretlerde bulunurken, şerefli Türk tarihini, Çanakkale'yi ve Milli Mücadele ruhunu hiç aklına getirmediği de bir vakıadır.
Ancak, şimdi Başbakan Erdoğan'ın önüne bu alanlardaki şaibeli siyasi sicilini düzeltmek ve
temiz bir sayfa açarak onurlu politika izlemek imkânı ve fırsatı çıkmıştır.
Dış politikada yeni bir ufuk ve vizyon değişikliği yaptıklarını açıklayan Başbakan'dan beklenen;
AB ve ABD karşısında ezik, mahcup, mecbur ve mahkûm olmayı bırakması,
Hamas'ın avukatı ve sözcüsü olarak görüşlerini
savunmada gösterdiği heyecan ve kararlılığı, Türkiye'nin milli çıkarlarını koruma ve savunmada da sergilemesi,
Türkiye'yi
hain bir kuşatma altına alan kanlı terör ve etnik bölücülükle mücadelede gerekli irade ve dirayeti göstermesi ve,
Başta Kıbrıs, Ermenistan ve Irak konularında Türkiye'nin onuruna, haysiyetine ve şerefli tarihine yakışır omurgalı ve dik bir duruş ortaya koymasıdır.
Değerli Milletvekilleri,
Her şeye rağmen, Başbakanın duruşu
ümit verici bir gelişme olarak adlandırılmalıdır.
Türk milleti şimdi Sayın Başbakan'dan açtığı bu yeni kapıdan yeni hamleler beklemekte, bütün milli meselelerde onurlu duruşun devamını arzulamaktadır.
Ancak terk edilen Davos toplantısından sonraki gelişmeler ve Başbakan'ın Türkiye'deki beyanatları, iyimser düşünmemize imkân vermekten çok uzak kalmış, Başbakan bildiğimiz kimlik ve kişiliğine dönerek "karakolda doğruyu söyleyip, mahkemede şaşan" şahsiyet olarak tekrar karışımıza çıkmıştır.
Terk edilen toplantının ardından bugüne kadar olan gelişmeler, Başbakan'ın birer birer geri adım atmaya başlaması, gösterilen tepkinin bir iç siyaset malzemesi olarak kullanılmak istendiğine dair kanaatleri artırmıştır.
Başbakan yurda dönünce iç politikada şişirdiği
sanal kahramanlık ile gerçek dünyadaki hesaplar arasında bocalamaya başlamış, Davos'ta söylediklerinden aşama aşama çark ederek konuyu bir an önce kapatmanın arayışına düşmüştür.
Buradan huzurlarınızda soruyorum: Arkasına düşüp alkışlanan Başbakan hangisidir:
Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı'na yönelik ithamlarda bulunan Başbakan mı; yoksa ülkemize dönünce, tavrının oturum yöneticisine yönelik olduğunu açıklayan Başbakan mı?
Toplantıda İsrail'i ve geçmişteki cinayetlerini eleştiren Başbakan mı; yoksa İstanbul'a ayak basınca hiçbir ülkeyi ve toplumu eleştirmediğini söyleyen Başbakan mı?
Panelde Tevrat'ta atıfta bulunan Başbakan mı; yoksa Yahudilere karşı olmadığını, Anti Semitizmi benimsemediğini açıklayan Başbakan mı?
Türkiye hangi Başbakanı alkışlamış ve hangisinin arkasında durmuştur?
Başbakanın açıklamalarında belirttiği gibi gösterdiği tepki İsrail'e değilse, İsrail Cumhurbaşkanı'na değilse kime karşı olmuştur? Kime kahramanlık yapmıştır?
Alt yapısı olmayan dik duruş, onurlu siyaset iddiaları
sabun köpüğü gibi çabuk dağılmıştır.
Gelinen bu aşamada Türkiye özellikle Ortadoğu siyaseti başta olmak üzere, yaptığı yanlışların ağır faturasını ödemekle yüz yüze kalmıştır.
Hükümet Filistin'li siyasi gruplardan biri olan Hamas'tan yana tavır aldığına ve arka çıktığına göre, diğer Filistinli kardeşlerimizle olan ilişkileri nasıl düzenleyecek, yüzlerine nasıl bakacaktır?
Başbakan'ın İsrail karşıtı bir noktada konumlandığı ortadayken, Türkiye talip olduğu arabuluculuk görevini bundan sonra nasıl gerçekleştirecek, bu konuda görevli diplomatlar ve hükümet memurları Ortadoğu'da turlar atmaya nasıl devam edeceklerdir?
İsrail'in Filistin'e yeniden saldırı başlatması halinde, Başbakan ve hükümeti hangi cebri tedbirleri alacak, soruna müdahale için nasıl yöntemler bulacak, kimin yanında yer alacaktır?
Anlaşılan odur ki, bu gelişmelerin en büyük zararını önümüzdeki dönemde görecek olan Filistinli kardeşlerimizdir.
Tıpkı Türkiye'deki siyaset ahlakını oraya da taşımak isteyen Başbakan'ın, Filistin'in yarısını dost diğer yarısını hasım gören siyaseti Türkiye'yi bölgede bir güç olmaktan çıkarmıştır.
Zira omurgasız siyaset anlayışı ve basit arayışların neden olacağı korku ve baskılar maalesef Türkiye'yi bundan sonra daha fazla İsrail tarafına itecek, İsrail politikalarının sadık takipçisi haline getirecektir.
Yapılan mezalim bir vakıadır ama dünya da Gazze'den ibaret değildir.
Eş başkanlığını Başbakanın iftiharla yaptığı çok geniş coğrafyalar ve mazlum milletler de inim inim inlemektedir.
Irak Türkmenleri, Kıbrıs Türkleri, yakın coğrafyalarda bunalan din kardeşlerimiz de Başbakan'dan aynı tavrı beklemekte ve ellerinden tutacak siyasi iradeyi aramaktadır.
Türkiye o günden itibaren Davos'taki duruşun devamını, bütün milli meselelerde görmeyi beklemektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi bu süreci ve hükümetin göstereceği tepkileri yakından takip edecektir.
Başbakan Erdoğan ve hükümeti için gerçek haysiyet ve samimiyet sınavı şimdi başlamıştır. Gerçek duruş şimdi anlaşılacaktır.
Değerli
Milletvekili Arkadaşlarım,
Başbakan Erdoğan tarafından; önce kurgulanan ve oluşturulan, sonra da sahnelenen tartışma ve siyasi dedikodu ortamında, milletimizin asıl ve öncelikli sorunlarının bilinçli olarak kenara itildiğine uzun bir süredir şahit olunmaktadır.
Özellikle, ekonominin her cephesinde; düşen ve krize teslim edilen kumdan istikrar kaleleri, vatandaşımızın günlük hayatına çok olumsuz yansımaktadır.
Ağırlaşan geçim şartlarından dolayı iyice bunalan milyonlarca vatan evladı; aradıkları, bekledikleri ve istedikleri siyasi ve ekonomik uygulamaları bir türlü görememişlerdir.
Başbakan Erdoğan, ne zaman bir çıkmaza girse ve meselelerin üzerinden gelemeyeceğini anlasa; suni bir gündem yaratıp, vatandaşlarımızın duygu ve heyecanlarının kabarmasına yol açarak toplumsal yapıyı gerçeklerden uzaklaştırmaktadır.
İçinde bulunduğumuz dönemde, hükümetin öncelikli ilgi alanı; yoğunlaşan beka meselelerinin çözüme kavuşturulması ve insanımızın ekonomik şartlarının düzeltilmesinden ibaret olmalıdır.
Bugüne kadarki aymazlığıyla, ekonominin kontrolünü kaybeden ve geldiği konusunda herkesin hem fikir olduğu kriz fırtınasına tedbir alacağı yerde, bunu fırsat olarak değerlendirebilecek kadar yönetim aczine düşen AKP hükümeti, ülkemizi sonu meçhul bir karanlık tünelin içine sokmuştur.
Bizim merak ettiğimiz husus; Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşlarının; bu puslu ortamdan da istifade eden yandaşların palazlanmaları değil de, krizi fırsata nasıl çevirecekleri ve ne zaman fırsata dönüştürecekleridir?
Bir gerçek vardır ki kriz, Adalet ve Kalkınma Partisi
iktidarının boyalarının dökülmesine, maskesinin düşmesine, becerisizliğinin açık olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, bunu anlamada hepimize değerli bir fırsat vermiştir.
Muhterem Milletvekilleri,
Dünyada birçok ülkenin, krize karşı önlemleri yoğunlaştırdıkları bir dönemin varlığı süratle devam etmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde, Obama yönetiminin siyasi sorumluluğu devraldıktan sonra, 819 milyar dolarlık yeni bir önlem paketini devreye koyduğu anlaşılmaktadır.
Ortaya çıkan her gösterge, dünya ekonomisinin nasıl bir ekonomik buhranın içinden geçtiğini açıkça göstermektedir.
Bu itibarla,
Dünya Ekonomik Forumu tarafından düzenlenen, beş gün süren Davos Zirvesinde; mevcut küresel ekonomik krizden nasıl çıkılacağı, yeni ekonomik düzenin ne olması gerektiği, küresel mali sistemin yeniden istikrara kavuşturulması ve ekonomik
büyümenin yeniden canlandırılması konuları gündeme getirilmiştir.
Geçtiğimiz yılın
Ekim ayında, 2009 yılı için dünya ekonomisinde yüzde 2,2'lik bir büyüme tahmininde bulunan IMF, bu tahmininden vazgeçerek küresel ekonominin neredeyse durma noktasına geldiğini duyurmuştur.
Uluslararası Finans Enstitüsü'ne göre ise; içinde Türkiye'nin de bulunduğu yükselen
pazar olarak tanımlanan bazı ülkelere, net özel
sermaye akımı 2007 yılında 929 milyar dolar, 2008'de 466 milyar dolar olarak gerçekleşmişken, bu tutar 2009 yılında 165 milyar dolar olarak tahmin edilmiştir.
2007 yılında toplam GSYH'larının yüzde 7'si kadar özel
yabancı sermaye sağlayan yükselen pazar ülkeleri, 2009 yılında, GSYH'ların yüzde 1'i kadar özel dış kaynak bulabileceklerdir.
Bu verilerden çıkarılması gereken en önemli sonuç; yabancı sermaye girişinin hızla daralıyor olduğudur.
IMF programının; özel sektörün dış
finansman ihtiyacına ilişkin tedirginliğini azaltmak açısından önemli olduğuna vurgu yapan Hazineden Sorumlu Bakan'ın; zaten küresel kriz olmasaydı bile IMF ile daha önce bir 'İhtiyati Stand-By' yapmayı planladıklarını söylemesi, AKP hükümetinin IMF'nin paçasını hiç bırakmayacağının bir yönüyle itirafı olarak değerlendirilmelidir.
Krizin baskısını ağırlaştırdığı bugünlerde, sahip olunan yaklaşık 70 milyar dolarlık resmi döviz
rezervini yitirmemek ve beliren finansman açığının giderilmesi amacıyla çareler arayan AKP hükümeti, IMF'yle bitmeyen ilişkisine yeniden ivme ve istikamet vermeye çalışmaktadır.
Bizim açımızdan, eğer ekonominin finansman açığı giderilmez, aranılan para bulunmaz ve rezerv kullanılamaz ise, kur ve
faizlerdeki artışlar hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye ekonomisinin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan ve kronik bir hal alan hastalıklı yapısına, küredeki kriz ateşinin tam olarak bulaşmasının sadece an meselesi olduğunu görmek lazımdır.
Mesele artık çok ciddidir.
Artık konu kısa dönemli tedbirlerle, parçalı ve bir bütünlükten yoksun sözde önlemlerle geçiştirilmeyecek cesamete ulaşmıştır.
Aylardır süren IMF ile
müzakereler yılan hikâyesine dönmüş, gelişmelerden, başı ve sonu belli olmayan, fısıltıyla kamuoyuna duyurulan bazı hususlarda
anlaşmazlıkların olduğu ortaya çıkmıştır.
2005 yılında yapılan ve geçtiğimiz yılın
Mayıs ayında son bulan 19. Stand-By anlaşmasının bitimini takip eden süre içinde başlayan IMF'yle görüşmeler, dokuz aya yaklaşan bir zaman dilimi içinde hiçbir sonuca ulaşmamıştır.
Görüşmelerin nerede
kilitlendiği, hangi konularda uzlaşmazlıkların olduğu tam olarak belli olmasa da, anlaşmaya odaklanan ve beklentileri bu yönde biriktiren ekonomik aktörlerin durumunun bundan sonra ne olacağı müphem bir hal almıştır.
Ancak, bazı yaklaşımlardan, IMF ile yapılacak bir anlaşmanın süren ve yayılan krizi önleme konusunda çok etkili olmayacağı, sadece ekonominin girdiği finansman darboğazından çıkabilmek için palyatif bir önlem olacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim Hazineden Sorumlu Bakan yaptığı bir açıklamada; IMF programı olsa da, krizin etkileyeceğini ve Türkiye'nin bir programa ihtiyacı olduğunu kabul ve ikrar etmiştir.
Bu kapsamda yaklaşan mahalli idareler seçimleri nedeniyle belirli bir strateji izlediği anlaşılan iktidar partisinin; anlaşma yönünde beklentiler bu kadar kemikleşmişken ve ekonomiyi IMF g
özetimine mahkûm hale sokmuşken, kamuoyu nezdinde IMF'nin bazı taleplerine direniyor imajı doğru ve ahlaki değildir.
IMF'nin masasında AKP, yoksulluğun pençesinde Türkiye tablosu artık iyice netleşmiştir.
IMF'yle yapılan görüşmelerin, özellikle dayatılan iki maddeyle birlikte işlemediği, bu çerçevede Başbakan Erdoğan'ın IMF tarafından ileri sürülen bu iki maddenin kabul edilemez olduğunu belirttiği açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Ayrıca, kriz girdabına giren bazı ülkelerle anlaşmadaki hız ve çabukluğu ortada olan IMF'nin, madem istenmeyen ve kabul edilemeyecek talepleri vardır, o zaman kapısında beklemenin, sürekli olarak suya sabuna dokunmayan açıklamalarla ertelenen görüşmelerin devam ettirilmesinin hiçbir manası olmayacaktır!
Türkiye birçok badireyi atlatmış, Türk milleti birçok sıkıntının üstesinden gelmiştir. Yüce Allah'ın izniyle, bugünkü sorunların üstesinden gelinmemesi için hiçbir sebep yoktur.
Bunu yapabilmek için başlangıç olarak, büyük milletimizi, uluslar arası kuruluşların kapılarında dilenci durumuna düşürmemek, kararlı bir siyasi tutum takınmak yeterli olacaktır.
Türkiye'nin, ayak sürüyen, mazeretler üreten, anlaşmamak için zemin kollayan IMF'ye söyleyeceği sözü olabilmelidir.
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,
Türkiye ekonomisi girdiği türbülanstan çıkamayarak irtifa kaybetmeye başlamış, çakılmayla sonlanacak akıbetine çok az kalmıştır. Ekonomi ağır hasta, yoğun
bakım şartları kötü, teşhis zayıf ve yetersiz, bu itibarla yapılan müdahaleler basit ve güdüktür.
Bugünkü
manzara özet olarak şu şekildedir:
İşsizlik dayanılmaz bir aşamaya gelmiştir.
Büyüme durma noktasına ulaşmış, 2008 yılının son çeyreğinde negatif çıkacağı anlaşılmıştır.
Sanayi üretimi
felç olmuştur.
Ekonominin farklı sektörlerindeki iç kanama artarak devam etmektedir.
Özellikle otomotiv sektörünün kapısına kilit vurulmak üzeredir.
Sanayide kapasite kullanım oranları hızla düşmektedir.
Kapanan işyerlerinin sayısında kaygı verici bir artış görülmekte, ihracat pazarlarımız daralmaktadır. 2008 yılı
Aralık ayında; 2007 yılının aynı ayına göre ihracat yüzde 21, ithalat ise 30 azalmıştır.
Geleceğe dönük olumlu bekleyişler tükenme noktasına gelmiştir.
Alış verişlerin vadesi sıfıra inmiş, işlemler nakit para üzerinden yapılmaya başlanmıştır.
Yüksek maliyetli girdiler nedeniyle şirketlerin yazdığı zararlar milyarlarca lirayı bulmuştur.
İç ve dış borç toplamı 465 milyar dolar olmuştur.
Yapılan faiz
indirimleri piyasayı canlandırmaya yetmemiştir.
Vatandaşlarımız perişan bir halde, zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzaktır. Kış aylarında özellikle
ısınma ve aydınlanma giderlerindeki artış orta ve dar gelirli vatandaşlarımızı çok bunaltmıştır.
Hal böyleyken, yaklaşan seçimlerde siyasi desteğinin azalacağının işaretlerini yoğun olarak alan AKP hükümeti, 1 Şubattan itibaren, evlerde kullanılan
doğal gazın
fiyatında yüzde 17, sanayide kullanılan doğal gazın fiyatında yüzde 18 oranında indirim yapmıştır.
Bu indirim bize göre yerinde ve fakat yeterli değildir.
Hatırlanacağı üzere, doğal gaza en son zam, 2008 yılının
Kasım ayının başında itibaren yapılmış, bununla birlikte konutlarda kullanılan doğal gaz yüzde 22,50, sanayide kullanılan doğal gaz ise yüzde 22 oranında zamlanmıştır.
2008 yılı içinde beş kez zamlanan doğalgazın fiyatındaki toplam artış vergilerle beraber yüzde 82,15 olmuştur.
Biz bu durumu 4 Kasım 2008 tarihli
Meclis Grup toplantımızda gündeme getirmiş, doğalgaz zammının bu kadar yüksek olmasını; hükümetin popülist uygulamaları sonucu biriken yüke ve sonunda bu faturanın milletimize ve üretici kesime
ihale edilmesine bağladığımızı ifade etmiştik.
Ancak, Başbakan Erdoğan, o dönem içinde yaptığı bazı konuşmalarda zammı savunmuş, Rusya'dan alınan doğal gazın 9 ay, İran'dan alınan gazın 6 ay sonra fiyatlara yansıdığını, bunun yanında dövizdeki fiyat oynamalarının da bu süreci tetiklediğini ifade etmiştir.
Yine Başbakan, Kasım ayının ilk haftasında yaptığı bir konuşmasında, yapılan zammın
ham petrol fiyatının 150 dolara yaklaştığı dönemlerin bir yansıması olduğunu ifade etmiş, o zaman ki düşük fiyatların ise 6 ila 9 ay sonra doğal gaz fiyatlarına yansıyacağını belirtmiştir.
Ancak, yapılan en son zamdan sadece 3 ay geçtikten sonra doğal gaz fiyatında indirime gidilmesi, Başbakan Erdoğan'ın ya bir hesaplama hatası olarak değerlendirilmeli, ya da seçim telaşı olarak görülmelidir.
Eğer gerçekten doğal gaz fiyatı, petrol fiyatlarının seyrine doğrudan doğruya bağlıysa; petrol fiyatlarının çok düştüğü dönemler mutlaka doğal gazın fiyatına yansıtılmalıdır.
O halde, doğal gaza yapılan zamların büyük bir bölümünün bir süre sonra geri alınması, vatandaşımızın istediği ve beklediği indirime gidilmesi makul ve haklı bir durum olarak ortaya çıkacaktır.
Doğal gazdaki fiyat artışının bir bölümünün,
döviz kurundaki oynaklıklardan kaynaklandığı iddia ediliyorsa ki, Başbakan Erdoğan bunu da söylemiştir, o zaman şu hususların izahı mutlaka yapılmalıdır:
Geçtiğimiz yıl, doğal gaz zammının en son yapıldığı tarihteki dolar kuru fiyatının, bu yıl içinde indirimin yapıldığı tarihteki dolar kuru fiyatından yüzde 3 oranında düşük olduğu anlaşılmaktadır.
Demek ki, daha düşük bir kur düzeyinde zam yapılmış, daha yüksek kur düzeyinde indirim yapılabilmiştir.
6 ila 9 aylık döviz fiyatlarındaki yansımalar açısından meseleye bakıldığında; doğal gazın zamlandığı 2008 yılı Kasım ayının başındaki döviz fiyatının, altı ay önceki döviz kurundan yaklaşık yüzde 18, dokuz ay önceki döviz kurundan ise yaklaşık yüzde 35 fazla olduğu görülmektedir.
2008 yılı için yaptığımız bu değerlendirmede, doğal gaz fiyatının, Başbakan Erdoğan'ın iddia ettiği gibi olmayacağı anlaşılmaktadır.
Döviz kuru nispeten daha düşükken doğal gaza zam yapılmış, daha yüksekken indirime gidilmiştir. Üstelik 6 ila 9 aylık geriye gidildiğinde, doğal gaz fiyatında yüzde 82,15 artışa neden olacak döviz kurunda fiyat hareketliliği olmadığı açıklıkla görülebilecektir.
Bize göre,
sandık ufukta görünmüş, AKP hükümeti doğal gaza yaptığı büyük zammın
küçük bir bölümünü geri almak için harekete geçmiştir.
Doğal gaz faturalarındaki yüksek meblağlara maruz kalan aziz vatandaşlarımız elbette bu siyasi uyanıklığı değerlendireceklerdir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, kış mevsiminin kalan aylarında, vatandaşlarımızın biraz daha soluk alabilmesi için, geçtiğimiz yıl yapılan zammın en az yarısının geri alınmasının gerektiğine inanıyoruz.
Eğer Başbakan Erdoğan vatandaşımızın sorunlarıyla gerçekten ilgileniyorsa,
soğuk kış günlerinde ısınamayan, gelen doğal gaz faturalarını ödeyemeyen aziz millet fertlerinin feryatlarını dikkate alır ve talep ettiğimiz indirimi gerçekleştirir.
Bunu milletimiz adına beklediğimizi ve kararlılıkla takipçisi olacağımızı Başbakan ve arkadaşlarına duyurmak istiyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum."