Onların bir planı varsa...
2009’da yapılması planlanan
darbeye doğru ilerliyoruz. Ama kimse buna inanmıyor. O darbeyi yapacak
örgüt ortaya çıkarılıyor, buna da kimse inanmıyor.
Bazen insan kendini bağırmak istediğiniz ama sesinizin çıkmadığı bir kâbusta gibi hissediyor.
Sanki bir gün öyle bir darbe olduğunda işlenecek tüm günahların bedeli şimdiden omuzlarımızda. Sesimizi yeterince çıkarmazsak, o karanlık çetelerin “kan dökmeden olmaz bu işler” niyetlerini iyice teşhir etmezsek, olacaklardan biz de sorumlu olacağız.
Benim
ailem Demokrat Partili. Adnan
Menderes’in asılma haberini bir sabaha karşı çoluk çocuk başında bekledikleri radyodan hep birlikte ağlayarak dinlemişler. Sokaklarda öğrenciler, öğretmenler, memurlar,
Cumhuriyet’in beyaz yakalıları,
CHP’liler darbeyi kutlarken öfkelerini içlerine atıp işlerini yapmaya çalışmışlar. “Bir gün o
sandık önümüze gelmeyecek mi” diye beklemişler. Seslerini çıkarmamışlar, çıkaramamışlar.
Bir gün sandık önlerine gelmiş gerçekten de. Ama Ispartalı Süleyman onların hepsini bir güzel kandırmış. Herhalde böyle çok çabuk kandırıldıkları için 9
Mart 1971’de benim ailemin hep yanlış kararlar verdiğini düşünen bir aydın cuntası, ancak Baasçı bir rejimin bizim hakkımızdan geleceğini düşünmüş. Bunu haber alan başka bir cunta ise hem onların hem de tüm demokrasinin fişini çekmiş.
İşkence tezgâhları kurulmuş, bizimkileri kandıran Ispartalı Süleyman’ın adamları
Meclis’te bizimkilerden habersiz “üçe üç” diye bağırmış, Denizler idam edilmiş.
Sonra o karanlık çete
Rize’de kendi halinde yaşayan bizimkileri yönetme aşkıyla pek çok pis oyun daha oynamış. Fail meçhul
cinayetler işlemiş, bizimkilerin haberi olmamış. Alevileri Sünnilere kırdırmak için kanlı saldırılar tezgâhlamış, bizimkilerin ruhu duymamış.
Tüm
hazırlıklar bitince de 12
Eylül’ü yapmış. Tutuklanan binlerce kişi arasında bizimkilerden de ‘yaramaz çocuklar’ varmış, içeri alınmışlar, sürgüne gönderilmişler.
Bizimkiler bu darbeye kızmışlar ama o kızgınlıklarını hükümsüzleştiren bir sürü amalı cümleler kurmuşlar: “Ama huzur ortamı da kalmamıştı” diyerek amalarıyla suça ortak olmuşlar, amaları yüzünden binlerce kişi işkencelerden geçerken susmuşlar. Kenan
Evren’e olan öfkelerini Turgut
Özal’a oy vererek göstermişler.
Sonra ben büyüdüm. Ama o cunta hep aynı kaldı. Özal’a suikast yapılan kongrede partinin Rize teşkilatında üst düzey
yönetici olan babam ve dedem de vardı. Oturdukları yer de
katil Demirağ’ın hemen yanındaydı. O suikastın belgeselini izleyip, o kalabalık içinden babamı seçer, kendini korumak için yere yatış görüntülerini yavaşlatarak takip etmekten zevk alırdık. Özal’ın yaralı halde yaptığı konuşmayı izlerken de tüylerimiz diken diken olurdu. Sonra o suikast da karanlıklar arasında kayboldu.
Sonra lisedeyken
Kürt bir arkadaşım sayesinde bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını keşfettim. Hem de çok mutsuz olduklarını, çok öldürüldüklerini, çok eziyet çektiklerini. O anlattıkça ben öfkelendim. O anlatıyordu Rize’de bir lise öğrencisi olarak elimden bir şey gelmemesinin ıstırabını yaşıyordum.
Sonra üniversite için
Ankara’ya geldim.
Susurluk oldu. İlk kez aile geleneğimizi bozup bir şeye tepki gösterecektim. Tencere tava sokaklara çıktık, karanlıklar aydınlansın diye her gece ışıklarımızı açıp kapattık. Balkondan ışıklarını açıp kapatan evleri saydık, bu çetenin bağlantılarını ortaya seren gazeteleri ezberledik.
Sonra bu ilk tepkimi bile çok gördüler, onu o karanlık çetenin hükümeti düşürme operasyonuna malzeme yaptılar. Bunun farkına vardığımızda 28
Şubat kararları alınmıştı bile. Askerlere kızgındım, her gün yeni bir isimsiz paşayı konuşturan medyaya kızgındım,
Fadime Şahin hikâyeleri de
mide bulandırıcıydı, ne zaman darbe olacak diye beklemekten dolayı öfkeliydim. Ama bir aile geleneği tekrarlanıyordu. Bir şey yapamıyordum. Elimden bir şey gelmiyordu. Ankara’da yanı başımda olan biten adaletsizliğe müdahil olamıyordum. Belki öfkemin dozunu
Erbakan’a da olan kızgınlığım azaltıyordu. Beni suça ortak eden ama bu oldu belki de.
Aralarda tonlarca
faili meçhul cinayet oldu. Sokaklara dökülenler oldu. O
cinayetler üzerine siyasallaşmalar inşa edildi. Ama hiçbiri aydınlatılmadı. Ve ben ve bizim aile yine hiçbir şey yapamadık. İnsanlar öldürüldü, milyonlarca insan evsiz kaldı, ancak kapkaçlar arttığında haberimiz oldu.
Uzatmayayım sonrasını kendinizden, kendi ailenizin hikâyesinden biliyorsunuzdur. Benim hikâyem bu tarihten sonra biraz daha fazla politik bir hikâye. Ama yine de
Şemdinli Savcısı
linç edilirken, Uğur Kaymaz öldürülürken,
Nokta kapatılırken yeterince ses çıkaramadım, tepemizde kumpaslar, tertipler yapılırken müdahil olamadım.
Ve yıllar sonra, sonunda benim ve benim ailemin eline karşısında bir asır hep güçsüz, hep çaresiz, hep pasif kaldığımız, bizi hep ezen, hep kandıran, hep manipüle eden, hep yöneten, acı çektiren o karanlık
iktidar çetesine karşı çıkma, onu deşifre etme, ondan sonsuza kadar kurtulma fırsatı çıktı.
Bize ihtiyaçları olduğunda yanlarında olamadığımız, yanlarında olmaktan korktuğumuz Cumhuriyet’in tüm gözü
yaşlı çocuklarından
özür dileme, onları hesabını sorma fırsatı bu. O dokunulmaz, o karanlık, gerektiğinde yandaşlarını bile öldürmekten çekinmeyen o kirli iktidara dokunma fırsatı.
Amalarıma engel olacağım, ortayolculuğun süt banyosundan olanları izlemeyeceğim. Tüm aile geleneğimi inkâr pahasına, ben bu kez sessiz kalmayacağım.
Tüm aile geleneğime
ihanet edip bu kez açıkça ‘taraf’ olacağım.
Şeytanın aklına gelmeyecek planlar yapmış olabilirsiniz, en kurnaz psikolojik savaş taktiklerini uygulayabilirsiniz. Ama beni unuttunuz. Planlarınızda “Sessiz kalırlar, yalanlarımıza inanırlar, korkup susarlar” diye geçen o Rizeli ailenin bir gün gelip sessizlik yemini bozacağını hesaplayamadınız. Şimdi ülkenin her yerinde, her makamında ailelerinin asırlık sessizlik yeminlerini bozanlar var. Ve işte artık onların de bir planları var.
Yıldıray Oğur /
Taraf