Başbuğ'un Amerika ziyaretini nasıl okumalı?
Genelkurmay Başkanı
Org.neral
İlker Başbuğ resmî bir ziyaret gerçekleştiriyor ABD'ye. Başbuğ, 30
Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında ABD
Genelkurmay Başkanı Oramiral
Michael Mullen ve
Pentagon yetkilileriyle bir araya gelecek. Ayrıca, Türk
Amerikan Konseyi toplantısına Mullen'la birlikte katılarak.
En son 2005'te, genelkurmay ikinci başkanı sıfatıyla ABD'yi ziyaret etmişti Başbuğ. Dört yıl aradan sonra bu kez genelkurmay başkanı olarak 'önemli' temaslarda bulunacak
Washington'da. Kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadığı için ajandasında neler olduğunu bilmiyoruz. Ancak kamuoyuna yansıyan bilgiler Başbuğ'un Amerikalı muhataplarıyla, iki
ülke arasındaki ilişkilerin önümüzdeki dönemde nasıl seyredeceği hususunda görüş alışverişinde bulunacağını gösteriyor.
Şüphesiz burada altı çizilmesi gereken bir husus var. Modern dönemde bağımsız iki devlet arasındaki ilişkilerin ana çerçevesini genelde hükümetler v
e devlet başkanları belirler, bürokratlar da bu temel stratejiyi uygulamaya çalışır. Demokratik ve çağdaş rejimler açısından bu
kural hayatî öneme sahiptir. İstisnai durumlar söz konusu olmaz, olamaz.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihî seyrine bu açıdan bakıldığında söz konusu kuralın çoğu zaman ihlal edildiğini söyleyebiliriz. Özellikle de Soğuk
Savaş döneminde.
Biliyorsunuz Türkiye 1952'de NATO üyesi olarak devletin bekâsını ve güvenliğini güvence
altına almaya çalıştı. Bu tarihten itibaren Sovyet yayılmacılığına karşı Batı Avrupa'nın güneydoğu kanadını koruyan bir
karakol hüviyetine büründü. Bu görev her ne kadar Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin sağlam bir zemine oturmasını sağlasa da bazı önemli sorunların çözüme kavuşmasını da engelledi. Bunlardan en önemlisi tabii ki iki ülke arasındaki ilişkilerin ana eksenini askerlerin belirlemesi ve bunun sonucu olarak da Türkiye'deki
demokrasinin her on yılda bir askerî darbelerle kesintiye uğramasına Washington'ın göz yummasıdır.
1989'da
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve
Soğuk Savaş'ın bitmesiyle bu dönem kapandı. Ancak eski alışkanlıklar bir süre daha devam etti. Sanırım bu konuda verilebilecek en güzel örnek 28
Şubat sürecidir. Türkiye, 1993'te
merhum Turgut
Özal'ın vefatıyla başlayan ve
AK Parti'nin 3
Kasım 2002 tarihinde
iktidara gelmesiyle yaklaşık 10 yıl süren bu dönemde, çevresinde olup biten gelişmelere bigâne kalarak içine kapanmayı
tercih etti. Zayıf
koalisyon hükümetleriyle yönetilen Türkiye, tarihin altın tepside sunduğu fırsatları da görmezden geldi. ABD ile ilişkiler de Özal döneminde olduğu gibi yakın bir ilişki içinde olmadı, genelde askerler üzerinden yürütülen temaslarla sınırlı kaldı.
Bu süreç 2000'lerden itibaren köklü değişime uğradı. Kasım 2000'de George W.
Bush ABD'nin 43. başkanı seçildi. Ardından 11
Eylül 2001 tarihinde New York'taki İkiz Kulelere
terör saldırıları düzenlendi. 3 Kasım 2002'de de Türkiye'de genel
seçimler yapıldı ve AK Parti tek başına iktidar oldu. Bu gelişmeler hem ABD'de hem de Türkiye'de önemli siyasî değişiklikler meydana getirdi. Farklı bir zemine oturan Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini artık askerler değil
sivil politikacılar belirlemeye başladı. 1
Mart 2003 tarihinde
TBMM, Irak'ı işgal etmeye hazırlanan Amerikan askerlerinin
Anadolu topraklarını kullanmasına imkân veren yasal değişikliği kabul etmeyerek bu yeni zeminin parametrelerini de belirlemiş oldu.
O tarihten bu yana Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler sivil siyasetçilerin belirlediği ana çerçeve üzerinden yürütülüyor.
Askerler de bu temel stratejiyi esas alarak kendi ilgi alanlarına giren konulardaki görüşlerini bağlı oldukları hükümetlere ileterek üzerlerine düşen vazifeleri yerine getiriyor. Bu noktada sorulması gereken kritik soru şu: "Or
general Başbuğ'un Washington ziyareti bu süreçte ne anlama geliyor?" Bu soruya
cevap verebilmek için öncelikle Ocak 2009 tarihinden itibaren Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin seyrini etkileme potansiyeline sahip bazı gelişmeleri zikretmek ve bunlar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini irdelemek gerekiyor.
Hem Türkiye hem de dünya için en önemli gelişme Barack Obama'nın ABD'de başkan seçilmesiydi. Kasım ayında 44. başkan seçilen Obama, 20 Ocak'ta işbaşı yaptı. Gerek seçim kampanyası sırasında gerekse göreve geldikten sonra Bush döneminde yıpranan Amerikan değerlerini
tamir etmeye yönelik politikalara yöneleceğinin sinyallerini vermesi; konuşmalarında sık sık demokrasi,
insan hakları, özgürlükler gibi temel kavramlara vurgu yapması Washington'ın bundan sonra izleyeceği politikalar hakkında yeteri kadar ipucu veriyordu. Hemen her ülke Obama'yı dikkatle takip etti ve ona göre pozisyon belirlemeye başladı.
Türkiye de onlardan biriydi.
Hükümet, diplomasi alanında yetkin en önemli isimlerini ABD'ye göndererek yeni yönetime Türkiye'nin duruşuyla ilgili bilgiler verdi. Görüşmeler neticesinde Obama tarihî bir karar aldı ve 6
Nisan'da Türkiye'ye ziyaret edeceğini açıkladı. Bu sırada
Başbakan Erdoğan 29 Ocak'ta Davos'ta yapılan bir panelde, diplomatik nezaketi aşan bir üslupla konuşan
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e sert bir cevap verdi.
Tarihe '
One Minute' olarak geçen bu hadise Türkiye'nin son yedi yılda devletler nezdinde kazandığı teveccühün bu kez bölgedeki insanlara da sirayet etmesini sağladı. Böylece, Türkiye'nin bölgesel bir aktör olduğu ve çevresindeki problem alanlarıyla yakından ilgilendiği tescillenmiş oldu.
Ancak bu tarihten itibaren devranın farklı bir zeminde dönmeye başladığının emareleri çıktı ortaya. Şubat ayından itibaren Türkiye 29 Mart'taki yerel seçimlere kilitlenirken bu gelişmeler yeteri kadar tartışılmadı. Onlardan biri seçimlerden bir gün sonra, yani 30 Mart'ta yayımlanan bir
rapordu. Washington'ın etkili düşünce kuruluşlarından Stratejik ve
Uluslararası Etütler Merkezi'nin (CSIS) yayımladığı raporun özünde şu vardı: "Genelkurmay'ın siyasî rolünün artması Türk-Amerikan
ittifakını bitirmez." Türkiye'den
SAREM ve
TEPAV gibi düşünce kuruluşlarının verdiği destekle hazırlanan raporda Obama yönetimine tavsiyelerde bulunuluyor, onların da tıpkı eski Amerikan yönetimleri gibi Türkiye ile ilişkileri 'askerler' üzerinden kurmalarının yararlı olacağı görüşü dile getiriliyordu. Yani, AK Parti döneminde siviller üzerinden işleyen mekanizma bitirilmeli, bunun yerine askerlerin belirleyeceği yeni
yol haritası benimsenmeliydi. Böyle bir değişiklik iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerini asla zedelemezdi.
CSIS'ın raporu Washington ve Ankara'da ne kadar karşılık buldu bilemeyiz. Ancak Obama'nın Türkiye ziyaretinden bir hafta önce neşredilmesi oldukça manidardı. Nitekim nisan ayında peş peşe yaşanan bazı gelişmeler, mezkûr raporun 'öylesine' yayımlanmadığını da gösterdi. 6 Nisan'da Türkiye'ye gelen Obama, Ankara'da önemli temaslarda bulundu. Meclis'te tarihî bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyenler arasında
İlker Başbuğ ile
kuvvet komutanları da vardı. Askerler, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan
genel seçimlerde milletvekili seçilen DTP'lileri
protesto etmek için Meclis'e gelmiyorlardı. Öyle ki, Meclis'in yeni yasama yılının açış konuşması yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü dinlemek için de TBMM'ye gelmemişlerdi.
Askerler uyguladıkları bu ambargoyu 6 Nisan'da Obama için kaldırdılar. Ancak istifhamlar da zihinleri kurcalamadı değil. Acaba askerlerin Meclis'e gelmesi ambargonun kalktığı anlamına mı geliyordu? Yoksa bu ziyaret Obama'ya verilen bir
mesaj niteliği mi taşıyordu? Galiba ikincisi daha ağır basıyordu; çünkü 14 Nisan'da
Harp Akademileri'nde konuşan Başbuğ, tam 5 kez Obama'ya atıf yaparak bu niyetini ortaya koymuş oldu. İşin doğrusu CSIS raporu İlker Başbuğ'a da bir meşruiyet alanı açtı. Ne de olsa Washington'ın nabzını tutan isimlerin kaleme aldığı rapor, bundan sonraki süreçte iki ülke arasındaki ilişkilerin askerler üzerinden sürdürülmesinin Türk demokrasisine zarar vermeyeceğini, Genelkurmay'ın siyasî rolünün artmasının Türk-Amerikan ittifakını bitirmeyeceğini söylüyordu. Başbuğ da aynı kanaatte olmalı ki 14 Nisan'daki konuşmasında sık sık Obama'ya atıfta bulunarak böyle bir ilişki için zeminin müsait olduğu izlenimi verdi.
Aslında Başbuğ'un ABD'ye mesaj verirken bir başka yöntemi daha denediği de bu konuşmanın muhtevası dikkatle okunduğunda anlaşıldı. Genelkurmay Başkanı, kendi asli vazifesinin dışında yer alan hemen her konuya değindi. Sivil-asker ilişkileri,
laiklik ve terör ana başlıkları altında sosyal değişimler ve toplumsal dönüşümlerden bahsetti; devletin amaç ve görevlerini sıraladı; ulus devletlerin niteliğinden söz etti; din ve tarih konusunda sosyolojik değerlendirmelerde bulundu. Türk-Amerikan ilişkilerini yakından ilgilendiren ve askerin esas görev alanı olan güvenlik meselelerine ise değinmedi. İran'ın nükleer
silah peşinde koşması hakkında görüş beyan etmedi. ABD'nin
Afganistan'a ek asker talebine nasıl karşılık verileceğini açıklamadı.
Enerji güvenliği, NATO'nun
yeni dönem misyonu, ABD'nin Irak'tan çekilmesi ile oluşacak güvenlik boşluğunun nasıl doldurulacağı gibi hususlarda ne düşündüğünü anlatmadı. Türkiye'yi yakından ilgilendiren Rus-Gürcü,
Ermeni-Azeri, İsrail-
Filistin ihtilaflarıyla ilgili olarak görüş beyan etmedi. Türkiye'nin bekâsını ilgilendiren tehdit değerlendirmesini
PKK ile sınırlı tuttu. Kısacası, ABD'yi de yakından ilgilendiren bölgesel ve küresel pek çok meseleyle ilgili stratejik değerlendirme ve öngörülerde bulunmadı.
İlginçtir bu konuşmadan iki gün sonra (16 Nisan) eski Genelkurmay Başkanı
Yaşar Büyükanıt İstanbul'da önemli bir 'güvenlik' değerlendirmesi yaptı. ABD ve NATO'nun Türkiye'den sürekli asker istediğini, Türk Silahlı
Kuvvetleri'ni bir asker deposu olarak gördüklerini söyledi. Bu çıkış, yeni dönemde ABD ile 'temas' kurmak isteyen askerler için pek de takdir edilecek bir
analiz değildi. Gelen bu eleştiriler üzerine Başbuğ, Milli
Güvenlik Toplantısı'ndan bir gün sonra, yani 29 Nisan'da medya mensuplarının karşısına geçti ve dış güvenlikle ilgili "sınırlı" açıklamalarda bulundu. Bu sırada ilginç bir çıkış da yaptı. "Madem siz sormuyorsunuz ben cevaplayayım." diyerek ABD Genelkurmay Başkanı Mullen ve Obama'nın
Ulusal Güvenlik Danışmanı
emekli General James Jones'la özel görüşmeler yaptığını açıkladı. Ardından da sanki Büyükanıt'a şu sözleriyle cevap verdi: "Türkiye'de bir şey var. İlla, birisi geldiği zaman Türkiye'den bir şey ister. Niçin böyle görüyoruz? Türkiye illa bir şey istenecek ülke midir? Bunu silelim artık. Benim görüştüğüm iki Amerikalının Türkiye'den ne Afganistan ne Irak'la ilgili hiçbir somut isteği olmamıştır."
Gazeteciler sormadığı halde Başbuğ'un Mullen'le 4 saat özel bir görüşme yaptığını açıklama ihtiyacı hissetmesinin sebebi pek anlaşılamadı. Türkiye'nin kendisinden sürekli bir şeyler istenen ülke olmadığını vurgulaması ne anlama geliyor acaba? Bu sorunun cevabı sanırım Başbuğ'un Mullen'le Ankara'da ve 6-7 Mayıs tarihlerinde Brüksel'de yaptığı görüşmelerde saklı. Tabii bir de Washington'da yapacağı temaslarda...
Başbuğ'un konuşmasından anlaşılıyor ki ABD'nin Türkiye'den herhangi bir talebi yok. Peki, genelde Türkiye'nin özelde de Başbuğ'un Washington'dan bir talebi olabilir mi? CSIS raporu bu konuda askerin talep edebilecek bir konumda olduğunu söylüyordu. Bu durumda, ikili ilişkilerdeki mütekabiliyet esası baz alındığında, Başbuğ'un sözlerinden askerin Amerikalılardan herhangi bir talepte bulunmayacağı anlamı çıkarılabilir mi?
Sanırım bu soruların cevaplarını Başbuğ'un temaslarından sonra yapacağı açıklamalara ve ortaya çıkacak gelişmelere bakarak öğrenebileceğiz.
MEHMET YILMAZ - ZAMAN