Gazeteci ile siyasetçi…
Kabul edelim ki,
Türkiye her üç ilişkide de, bu, ister
iktidara yakın duran yayın organları, ister
muhalif yayın organları açısından olsun, tam bir batak içindedir.
Sorun her üç açıdan da
basın özgürlüğü sorunudur.
Elbette sorun elbette ciddi bir siyasi sorundur, sorun elbette ciddi bir etik sorunudur.
Bu mesele etrafında yaşanan ortada:
Devlet üzerinden zenginleşen basın, basın desteği üzerinden edinilmeye çalışılan siyasi güç ve bu ilişkilerin medyatik ve iktisadi aktörleri dolaylı ya da doğrudan kuşatması...
Dolaylı olarak kuşatılanlar, özellikle
gazeteciler için dün şunu söyledik:
"
Basın özgürlüğü sadece gazetecinin siyasi iktidar değil, aynı zamanda kendi patronu karşısındaki konumuyla da yakından ilgilidir. Sansür iktidardan geldiği kadar, hatta ondan daha fazla gazetenin kendisinden gelir. Basın iktidar kavgalarında 'Kendi patronlarını eleştirmeyenler' ile 'hükümeti eleştirmeyenler' birlikte bir 'oto
sansür düzeni' üretirler…"
Doğrudan kuşatılanlara, daha doğrusu bu sistemi üretenlere gelince…
Bu kişiler sıkça "iş takipçisi gazeteciler" olarak anılmışlardır, ancak, bu sıfat "içinde ve başında bulundukları yayın organlarının gazeteciliğe atfettiği anlam"ı da içerir.
Örnek pek pek çok…
Nitekim dün gazete arşivinde basın hakkındaki yazılarımı tararken, bir vahim örneğe takıldı gözüm.
6
Nisan 2005 tarihli "İş takipçileri kim?" başlıkla makaleye şu "not"ları düşmüşüm:
"Başbakanlara yakın olmak, Türkiye'de birçok gazete
yöneticisinin ve yazarın alıştığı bir tarzdır. Ne var ki, Türk basınını 'etik iflas'a sürükleyen unsurların başında da bu tarz gelmiştir... Banka sahibi olan, basın dışındaki alanlara el atan bir medya sektörünün varlığı, bu merkeziyetçi sistemde iş takibi, bunun doğrulanması ve meşrulaştırılması üzerine kuruludur.
Matbuat yalan söylemez...
1998 yılında
Hürriyet Gazetesi yöneticilerinin konuşmalarını banda alan bir çete ortaya çıkarılmıştı.
Temel özgürlükler ile basın özgürlüğünün en açık ihlallerinden birisini oluşturan bu duruma kamuoyu ve medya büyük tepki vermişti.
Ne var ki,
delil kabul edilemez olsalar bile bu kayıtlar
Hürriyet Gazetesi Yayın Yönetmeni'nin dönemin
Devlet Bakanı Güneş Taner'le yaptığı bir iş görüşmesini de ortaya çıkarmıştı. Muhataplar konuşmanın doğruluğunu kabul etmek zorunda kalmışlardı.
Nitekim 18
Aralık 1998 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinde şöyle diyordu
Ertuğrul Özkök:
'Evet, konuşmalar bana ait… Ben Hürriyet Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğinin yanısıra icra kurulu başkanıyım. Aynı zamanda Doğan Yayın Holding'in en üst profesyonel iki yöneticisinden birisiyim. Dolayısıyla, bir yönetici olarak grubumun işlerini takiple görevliyim. Grubumuz 130 milyon dolarlık bir karton sanayii yatırımı planlıyor. Burada üreteceğimiz kartonları kendi grubumuzda kullanacağımız gibi
ihraç da edeceğiz. Türkiye'de işten çıkarılmaların yaşandığı şu
kriz ortamında 1000'e yakın insana iş imkânı yaratmaya hazırlanıyoruz. Bu fabrikayı kurabilmek için kanunun bize sağladığı birtakım teşvikler için başvurmamız gerekiyordu. (...) Ben, Devlet Bakanı Güneş Taner'e yatırımımızın teşviki ile ilgili tüm işlemler tamamlandığı halde neden imzalanmadığını sordum...'
İşte size Türk basının serencamı, basının
amiral gemisinin hali ve yaşadığımız krizin arkasında ki derin ve ana neden… Bu siyasi iktidarın eleştirilmesi gereken birçok yönü var…
Evet…
İktidarların basın özgürlüğünden rahatsız oldukları bir diyar burası...
Evet…
Ama tüm bunlar kirli basın siyasetini ne aklar ne de gizler...
Balık baştan kokar...
Kokuyor da…
Koku her yerden önce medyada, merkez medyada…
ALİ BAYRAMOĞLU - YENİŞAFAK