Bu
Anayasa, yapılış şartlarının icabı olarak, otoriter, vesayetçi v
e devletçi bir zihniyeti yansıtmıştır.
Anayasacılığın genel anlamı, bireyi devlet otoritesine karşı korumak ve bu amaçla devlet iktidarını sınırlandırmak olduğu halde, 1982 Anayasası, âdeta devleti bireye karşı korumak amacını gütmüş; devlet otoritesi ile birey hürriyetleri arasındaki hassas dengeyi devlet otoritesi lehine bozmuştur. Bu nitelikleri itibarı ile 1982 Anayasası, kabul edildiği günden itibaren ciddî eleştirilere konu olmuş ve 13 defa, bazıları kapsamlı olmak üzere, değişikliklere uğramıştır. Bu değişikliklerin dışında, çeşitli siyasî partiler (SDHP ve DYP) ve
sivil toplum kuruluşları (
TÜSİAD,
TOBB,
Türkiye Barolar Birliği) ya mevcut Anayasada radikal değişiklikler öneren, ya da tümüyle yeni bir anayasa yapılmasını amaçlayan
taslaklar hazırlamış ve kamuoyuna sunmuşlardır. Bu süre içinde Anayasada yapılan değişikliklerin hemen hemen tümü,
demokratikleşme yolunda olumlu adımlar oluşturmakla birlikte, gene genellikle kabul edildiği üzere, 1982 Anayasası'nın otoriter ve vesayetçi ruhunu tamamen
tasfiye etmek mümkün olmamıştır.
AK Parti'nin talebi neydi?
Bugün içinde bulunduğumuz anayasa yapımı süreci, kamuoyunca da bilindiği gibi, 8 Haziran 2007 tarihli kabullerinde Sayın
Başbakan Erdoğan'ın bana, bu amaçla kurulacak bir bilim kuruluna
başkanlık etmemi önermesi ile başlamıştır. Yaklaşık aynı tarihlerde yayımlanan AK Parti
seçim beyannamesi, milletimize yeni bir anayasa yapılması taahhüdünde bulunmuş ve bu anayasanın genel parametrelerini şöyle belirlemiştir: "Yeni anayasa,
Cumhuriyetimizin değiştirilemez temel nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini tam olarak hayata geçirmeli, bireylerin haklarını en etkili şekilde korumalı, temel hak ve özgürlükleri 'İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ve '
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin getirdiği ilke ve standartlarda güvence altına almalıdır. Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olmalı; yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter
sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı; temsili
demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni anayasa en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır."
Bu parametreler benim ve çalışma arkadaşlarımın zihinlerindeki ideal anayasa parametrelerine uygun düştüğü için, bu görevi memnuniyetle ve gururla kabul ettik ve çalışmalarımızı 28
Ağustos tarihinde tamamlayarak, AK Parti Genel Başkanlığı'na takdim ettik. Taslak, halen AK Parti'nin yetkili kurullarınca değerlendirilmektedir.
Çalışmalarımızın hemen başından itibaren, taslağın gerek içeriğine, gerek hazırlanış yöntemine bazı çevrelerden eleştiriler gelmiştir. Bazıları hukuk fakülteleri birinci
sınıf öğrencilerini dahi hayrette bırakacak nitelikteki bu iddialar, 2007 ilkbaharından beri devam etmekte olan ve ünlü 184-367 tartışmasında düğümlenen hukuk savaşlarının başka bir düzlemde sürdürülmesinden gayrı bir şey değildir. Bu iddialardan biri, yeni bir anayasa yapılmasının âcil bir ihtiyaç olmadığı, 1982 Anayasası'nın geçirdiği değişikliklerle evrensel demokratik standartlara zaten ulaşmış olduğu, gerekirse birkaç maddesinde düzeltmeler yapılabileceği, esasen konunun 2007 seçim kampanyasında tartışılmış bulunmadığıdır. Oysa, yeni bir anayasa taahhüdü, AK Parti'den başka, MHP ve DP'nin de seçim beyannamelerinde yer almıştır. 1982 Anayasası'nın, geçirdiği olumlu değişikliklere rağmen, otoriter, vesayetçi ve devletçi zihniyetinden tümüyle kurtulamadığı, bu nedenle yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu da genellikle kabul gören bir iddiadır. Yukarıda değinilen, TÜSİAD (1992), TOBB (2000) ve Türkiye
Barolar Birliği (2001 ve 2007) taslakları, mevcut Anayasa'da kısmî iyileştirmeler yapılmasını değil, tümüyle yeni bir anayasanın meydana getirilmesini amaçlamışlardır. SDHP'nin 1993 yılında önerdiği taslak da, 1982 Anayasası'nın 96 maddesinin değiştirilmesini ve 23 maddesinin ilgasını öngörmesi itibarı ile, aslında yeni bir anayasa
önerisi sayılabilir. Türkiye Barolar Birliği'nin
Kasım 2007 tarihinde güncelleştirdiği yeni anayasa önerisi, tamamen paylaştığımız şu gözlemlere yer vermektedir: "Aslında, daha az demokrasi/daha çok otorite; daha az hukuk/daha çok devlet gibi bir bakıma, 'azlar ve çoklar' kısır döngüsüne dayanan 1982 Anayasası, Türkiye gibi birikimli ve girift yapılı bir toplum ve ülkeye 'dar' gelmiştir... (Y)üz elli yıllık anayasal ve siyasal tarih, 1982'nin, bireyleri ve örgütleri 'zapt-u rapt' altına almayı hedefleyen kurum ve
organları ile dondurulmuştur... 1982 Anayasası'nın getirdiğinden çok götürdüğü, yeniliğinden çok çağ dışılığı öne çıkmaktadır... Yaşadığımız olumsuzlukların, çirkin görüntülerin kaynağı... 1982 Anayasası'nın anlayışı, yazımı, dili, mantığıdır... Bu sebeple on iki değişiklik görmüş olmasına karşın
tamir edilememiştir. Ve dikiş tutmaz hale gelmiştir."
Anayasanın yapım sürecine ilişkin ikinci bir
itiraz, şu anda görevde bulunan
TBMM'nin yeni bir anayasa yapamayacağı, bunun ancak bir kurucu meclis eliyle yapılabileceği iddiasıdır. Önerilen kurucu meclisin niteliğine ilişkin görüşler çeşitlidir. Bazıları, halen görevde olan TBMM'nin yanında ayrıca bir kurucu meclis kurulmasını, bunda sivil toplum kuruluşlarının, uzmanların ve toplumdaki güçleri ne olursa olsun bütün siyasî partilerin temsil edilmesini, hattâ bu mecliste görev alanların daha sonra hiçbir siyasî faaliyete katılmayacaklarına dair taahhütte bulunmalarını önermektedirler. Uygar ve demokratik ülkelerde bir benzeri olmadığını sandığım böyle bir kurucu meclisin, temsilîlik sıfatını nereden alacağı, hangi siyasî parti veya sivil toplum kuruluşlarının temsil edileceğine kimin hangi kriterlerle karar vereceği, kurucu meclisle görevdeki TBMM arasındaki ilişkilerin ne olacağı, kurucu meclisin hazırlayacağı önerinin TBMM bakımından sadece bir ön-taslak mı yoksa bağlayıcı bir metin mi oluşturacağı,
cevaplandırılması güç, hattâ imkânsız sorulardır. Aslında kurucu meclis, esas itibarıyla, demokratik siyasî rejimin ihtilâl,
darbe,
iç savaş, bölünme,
yabancı işgal veya totaliter
yönetim gibi, ciddî bir anayasal kesintiye uğradığı durumlarda başvurulan bir yöntemdir. Bu durumlarda yeni anayasayı yapacak meşru bir organ ve meşru usûller mevcut olmadığından, böyle bir yönteme başvurulması zorunludur. Demokratik siyasî hayatın kesintiye uğramadan normal şekilde sürdüğü durumlarda ise, seçilmiş yasama meclisinin, mevcut Anayasa'daki anayasayı değiştirme kurallarına uymak şartıyla, anayasada istediği değişiklikleri yapabileceği tabiîdir. 1982 Anayasası da, 4'üncü (ilk üç maddenin değişmezliğini öngören hüküm) ve 175'inci (anayasa değişikliğinin yöntemini düzenleyen hüküm) maddelerine uyulması şartıyla buna açıkça cevaz vermiştir.
Bu konuda, 1992 yılında TÜSİAD adına, Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in başkanlığında dokuz kişilik bir bilim kurulunun hazırladığı Anayasa önerisindeki şu gözlemlere katılmamak mümkün değildir: "Anayasada değişiklikler yapmaya yetkili bir organın yeni bir anayasa yapma konusunda da yetkili olduğu hususunda kuşku yoktur... Kısacası, bugünkü TBMM bir 'kurucu meclis' sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde, yeni bir Anayasa yapmaya yetkili bir 'asli kurucu organ' yetkisi kullanabilir. Zaten bunun aksini düşünmek, Anayasa yapıcılığı yetkisini yalnız kurucu meclislere ya da ihtilal sonrasının olağanüstü iktidarlarına tanımak olur ki; bu, tarihsel gerçeklerle uzlaşmadığı gibi, şiddet yolunu önermek anlamına dahi gelir. Oysa, pek çok ülkede yeni anayasalar, normal zamanlarda ve olağan yasama meclisleri tarafından hazırlanabilmiştir."
İlk üç maddenin değiştirilmezliği konusunda ise aynı öneri, gene tamamen paylaştığımız şu düşünceleri ifade etmektedir: "Türkiye Devleti'nin Cumhuriyet olduğu yolundaki hükmün değiştirilmezliği, anayasa geleneğimizin temel unsurudur. Bunun dışındaki anayasa hükümlerinin değişmezlik kapsamına alınması ise, 12
Eylül rejimi koşullarında yapılan 1982 Anayasası ile olmuştur. Bu hükümler arasında, değiştirilmesi gerçekten yasaklanacak olanlar bulunabileceği gibi, bu nitelikte sayılamayacak kurallar da olabilir. Bu konuda, asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi
doğal ve gereklidir."
Bununla ilişkili bir iddia da, görevdeki TBMM'nin Anayasa'yı değiştirebileceğini kabul etmekle beraber, ilk üç maddenin "noktasına ve virgülüne" dahi dokunamayacağı görüşüdür. Oysa, Anayasa'nın 4'üncü maddesi, 2'nci maddenin "noktasına ve virgülüne" dokunulmasını değil, "2'nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri"nin değiştirilmesini yasaklamaktadır. Anayasa hukukçularımızın büyük çoğunluğu, bu nitelikleri zayıflatmamak şartıyla, 2'nci maddede iyileştirici değişiklikler yapılabileceğini kabul etmektedir. Bu anlayışla bilim kurulumuz, 2'nci maddede "
insan haklarına saygılı" deyimi yerine, daha güçlü bir yükümlülüğü ifade eden "insan haklarına dayalı" deyiminin kabulünü ve aşırı derecede sübjektif ve yoruma bağlı olan "toplumun huzuru, millî
dayanışma ve
adalet anlayışı içinde" ifadesi ile, "başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan" ibaresinin çıkarılmasını önermiştir. Maddede geçen "toplumun huzuru", "millî dayanışma" ve "adalet" kavramlarının, Cumhuriyetin 4'üncü madde ile korunan niteliklerden olmadığı, aksine bu niteliklere yapılan vurguyu zayıflatıcı mahiyet taşıdıkları düşünülebilir. Üçüncü maddede önerilen değişiklik ise, "dili Türkçedir" ifadesinin, "
resmi dili Türkçedir" şeklinde değiştirilmesinden ibarettir ki, bunun da sosyolojik ve hukukî bir gerçekliği ifade eden salt biçimsel bir değişiklik olduğu açıktır. Zaten yürürlükte olan maddenin başlığı da "resmi dil" deyimini kullanmaktadır. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, yukarıda değinilen TÜSİAD, TOBB ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007) taslaklarının hepsinde, 2'nci ve 3'üncü maddeler, yürürlükteki hükümlerden çok farklı biçimde düzenlendiği gibi, Başlangıç bölümü de tamamen yeni olarak kaleme alınmıştır. Yukarıdaki iddianın bir uzantısı telâkki edilebilecek olan, Başlangıç bölümünün değiştirilemeyeceği görüşü de, bütün teorik gerekçeler bir yana, Türkiye'nin anayasa pratiği ile de geçersiz kılınmıştır. Çünkü Başlangıç bölümü, şimdiye kadar, 1995 ve 2001 yıllarında olmak üzere, iki defa değiştirilmiştir.
Taslak tamamlanmadan kamuoyuyla paylaşılmaz
Anayasanın yapılış yöntemine ilişkin itirazların biri de, yeni anayasa çalışmalarında AK Parti'nin inisiyatif almış olması ve çalışmaların sadece bir ön-
hazırlık mahiyetindeki akademik bölümünün "kapalı" ya da "toplumun gözlerinden uzak" cereyan etmesidir. Yukarıda değinildiği gibi, 1982 Anayasası'nın kabulünden bu yana, çeşitli
siyasi partiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları birçok anayasa taslağı veya önerisi hazırlamışlardır. Bugün de bir siyasi partinin böyle bir taslak hazırlanmasına öncülük etmesinin yadırganacak hiçbir yanı olamaz. Üstelik, bugünkü parlâmento aritmetiği AK Parti'ye bu konuda özel bir sorumluluk yüklemektedir. Çünkü Anayasamıza göre (m. 175) TBMM'ye bir anayasa değişikliği teklifinin sunulabilmesi için, TBMM üye tamsayısının üçte birini oluşturan en az 184 milletvekilinin imzası şarttır. Mevcut parlâmento aritmetiğinde bu rakamın AK Parti'nin katılımı olmaksızın bulunabilmesi, matematiksel olarak imkânsız olmasa bile, politik bakımdan tümüyle ihtimal dışıdır. Akademik nitelikteki hazırlık çalışmalarının veya parti-içi değerlendirmelerin, televizyon projektörleri altında veya günlük basın bültenleriyle gerçekleştirilemeyeceği ise, herhalde her
akıl ve insaf sahibinin teslim edeceği bir hakikattir. Şu ana kadar gerçekleştirilen anayasa hazırlık çalışmalarının hiçbiri de, taslak tamamlanıp kamuoyuna sunulana kadar aleniyet içinde cereyan etmemiştir.
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN
BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
ZAMAN GAZETESİ