Muhterem Hocaefendi'nin 20 Aralık 2013 Cuma günü yaptığı sohbette bizzat bulunduğunu belirten Kurucan, söz konusu ahitleşmeyi birinci ağızdan anlatıyor. Yaşanan duygu dolu anları detaylıca kaleme alan Kurucan, ahitleşme sonrası ortaya atılan 'beddua' söylemlerine de bir bir cevap veriyor. Muhterem Hocaefendi'nin neden bu şekilde bir ahitleşme yaptığını tüm gerçekliğiyle anlatan Kurucan, yaşanan bu olayın öncesine de ışık tutuyor.
Mesele malum. Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktıktan sonra o iddialara muhatap olanların üzerine yürüneceğine onları ortaya çıkaranlara “çete, piyon, taşeron, maşa” suçlamaları, peşi sıra gelen tayinler, gece yarısı kanunları ile yolsuzlukların üzerini kapatmalar. Ve tarih 20 Aralık 2013 Cuma.
Kaydedin bu tarihi bir yere. Sebeplerin bütün bütün sükût ve sukût ettiğinin ilan tarihidir bana göre. Sebepler sükût ve sukût edince geriye bir tek yol kalmıştır sülûk edilecek; Allah’ın kapısını farklı bir şekilde çalma. Tokmağına bir farklı dokunma.
Beddua dedi bazıları buna. Dini terminoloji açısından değil de halk arasındaki algıyı esas alırsanız diyebilirsiniz ama işin doğrusu bu beddua değil. Âl-i İmran Sûresi 61. ayetini delil olarak ileri sürerek mübahele veya mübaheleye davet dedi bazıları. Bazıları da Allah’a havale dedi. Ben kanaatimi söyledim, bir daha söyleyeyim, sebeplerin bütün bütün sükût ve sukût ettiği yerde çaresizliğin göstergesi olarak Allah’a dert yanmadır. İsterseniz 1993 Temmuz ayı Sızıntı dergisinin başyazısı olarak yayımlanan “Bir Yakarış” yazı ve/ya duasını bu gözle okuyun. Ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.
Bununla beraber meseleyi çarpıtmaya da, uzatmaya da gerek yok; metin ortada. Ekrem Dumanlı Bey’in dediği gibi “yüreği yeten”, abdestinden ve namazından şüphesi olmayanlar, iddiaların gizli-açık her şeyimize nigahbân olan Allah’a arz edildiği bu duaya, bu içten yakarışa can u gönülden âmin der. Bu kadar basit.
Ben söz vermiştim hikâyesini yazacağım diye. Okuduğunuz yazıyı kaleme almamın sebebi bu. İkindi namazı sonrası sohbet için koltuğa oturup çayını yudumlarken etrafa dolu dolu gözlerle bakıyordu Hocaefendi. Kim var kim yok diye mi? Etrafı kontrol eden benzeri bakışları olmuştur ama bu defaki öyle değildi. Bence simalardan insanın derûnuna bir atf-ı nazardı bu. Hani “sima yalan söylemez” derler ya, işte o yalan söylemeyen simalardan kalbe, ruha, hissiyata inme. Yaşanan hadiselerin insanlardaki aksini görebilme. Göreceği bir hüzün emaresi ile “demek ki yalnız değilmişim” deyip teselli olma. Evet, bakış böylesi bir bakıştı.
Sohbet hem yazılı hem sözlü elimizde. Teknoloji çağında ulaşmak da çok kolay. Dolayısıyla yapacağım şu tasviri mevcut görüntülerin yardımıyla zihninizde canlandırabilirsiniz. Sohbet halkasına oturabilirsiniz demek iddialı olur ama en azından ekrana yansımayan şekliyle salonu tahayyül ve tahassüs edebilirsiniz.
Ferdî günahlara karşı ferdin takınacağı tavrı anlattığı yere kadar gayet sakindi Hocaefendi. Muhtevayı zihnen takip etme, hatta ağızdan çıkan kelimeleri teker teker saymanız da mümkündü. Maiz ve Gamidiye’li kadın örneğini vermeye başladığında sözün gideceği yeri tahmin etmek benim için zor olmadı. Şahsî günahlarla, kamuyu ve usul-ü fıkıhtaki kavramla “Allah hakkını” alakadar eden günah ve suç ayrımını yapacağı belliydi. Sakin sakin yürürken birdenbire koşmaya başlayan insanın nabız atışlarının yükselmesi gibi nabızlarımız yükselmeye başladı. Âteşîn hali, ses tonu, o tona yansıyan heyecanla salon farklı bir atmosfere büründü. Not aldığım defteri ve kalemi bir kenara bıraktığımı hatırlıyorum. Sonra dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele veya mübaheleye davet, adına ne derseniz deyin işte o fasla sıra geldi. Hissiyat dorukta ama her zaman olduğu gibi akıl ve mantık örgüsü devre dışı değil. Akıl, his, mantık iç içe, yan yana, omuz omuza. His aklın önüne geçmiyor. Akıl hissi devre dışına itmiyor. Mantık “bu hissi ortamda benim işim olmaz” demiyor.
Nihayet heyecan zirve yaptı ve o cümleler ardı ardına sökün etmeye başladı. Herkesin şaşırdığını zannediyorum. “Dememiştim, demeden edemedim” dediği cümleler ağzından çıkıyordu. Videodan izleyin, ilk başlarda âmin seslerinin azlığı bu şaşkınlığın izi ve emaresi. Sonra? Sonrası malum, semaya doğru yükselen ellere yine semaya doğru yükselen âmin sesleri iştirak etti.
Bundan sonra ne olur? İçinde bulunduğumuz ifritten süreç nasıl sonuçlanır? İnanan her insanın bu soruya vereceği cevap sanırım şudur; Allah bilir. Allah’ın ömür verdiği insanlar yakın ve uzak gelecekte görür ne olacağını. Bu safhada duamız “Allah akıbet ü encâmımızı hayr eylesin.” Hocaefendi’nin bir sonraki sohbette dediği gibi; “Allah herkesi istediği şeyde payidar eylesin. Daha ilerisine, daha ilerisine, daha ilerisine… Türkiye’de zirveyi tutmanın dışında, isterse Avrupa’da da zirveyi tutsunlar, Asya’da da zirveyi tutsunlar, Afrika’da da zirveyi tutsunlar; liyakatleri varsa ve ma’şerî vicdanın kabulüne mazhar iseler, olsunlar. Allah pâyelerini artırsın, arş-ı kemâlâta yükseltsin onları.”
Madem gelecek adına Allah’ın engin ilmine, lütfuna, ihsanına sığınmak ve beklemekten başka çaremiz yok o zaman maziye gidelim ve soralım Hocaefendi bu noktaya nasıl geldi? Bunu anlamak için bazı köşe taşlarının yerli yerine oturtulması gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi; Hocaefendi adı üzerinde bir din adamıdır ve konuşmalarında tabii olarak dinî referanslar ağırlıklıdır. Sohbetin mahiyet ve muhtevasını belirlemek için dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele, mübaheleye davet, iç yakarış kavramları etrafında müzakereler yapmamız bile bunun göstergesi. Dolayısıyla bu kavramlar ve aralarındaki farkı bilmeyenlerin mezkûr konuşmayı anlasa da anlamlandırması mümkün değildir. İmam hatip liseleri başlarımızın tâcı ama bu konuşma imam hatip lisesi bilgileri ile yorumlanamaz.
İkincisi; Hocaefendi cemaat, camia, hareket, hizmet yapısı ile bütünleşmiş bir insandır. Herkes biliyor ve bilmeli ki Hocaefendi dendiği zaman Ramiz Hoca ile Refia Hanım’ın oğlundan bahsedilmiyor. Onun içindir ki Hocaefendi’nin konuşmasını çok sert olarak niteleyenler, son 11 yılda camiaya gönüllü olarak destek veren kişi ve kurumlara müsbetiyle-menfisiyle, açığıyla ve gizlisiyle neler yapıldığını ve neler yapılmak istendiğini hesaba katmak, resmin tüm karelerini birden görmek zorundadır. Ve yine onun içindir ki Hocaefendi diyerek müsbet veya menfi söze başlayanlar bu yapı hakkında konuştuklarını unutmamalıdır. Burada “Hocaefendi iyi ama…” ile başlayıp Hizmet’e akla zarar ithamda bulunanların niyetlerini ve samimiyetlerini bilemem ama bu türden ayırımlar hakikat nezdinde hiçbir mana ifade etmemektedir.
Üçüncüsü; Hocaefendi’nin 75 yıllık hayatında dost veya düşman eliyle kendisine reva görülen eza ve cefalara karşı göstermiş olduğu sabrıdır. Rica ederim; “Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum... ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum… celalden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah’a ait hukuka karışamam ama bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.” diyen bir insandan söz ediyoruz.
Şahsına ya da Hizmet’e şimdiye kadar yapılan ve dünya mezalim tarihine örnek olabilecek muameleler karşısında bile “Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki… Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık sayıyoruz ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ediyoruz.” diyen, kendisine gönül verenleri teskin eden ve duruşu ile sabra sabır öğreten bir insan var karşımızda. Nitekim şu söz Hocaefendi’ye ait: “Sabır benden sabır dileneceği ana kadar sabredeceğim.”
Yıllardır eş-dost ve taraftarlarına “mukabele-i bi’l misil kaide-i zalimânesi ile hareket etmeyin” tenbihinde bulunan ve bunun açılımı adına “seneler var ki, zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, komplocuya ‘yeter artık’ demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ama milletimin sulh, sükûn ve iç huzurunu düşünerek kimseye bir şey demiyor; Allah’ın görüp bildiğini düşünüyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda bile ben bir ‘Lâ Havle’ çekip ‘Buna da eyvallah’ demekle yetiniyorum.” diyen bir insan bu insan.
Pekâlâ, ne oldu da bu Hocaefendi ellerini Rabbi Rahim’imize açtı ve “dememiştim, demeden edemedim” dediği o içten yakarışı yaptı? Üç kelimelik bir cevabı var bunun; sabır taşı çatladı. İşin geldiği bu noktada da “La Havle” çekmenin, “eyvallah” demenin onlarca-yüzlerce masumun binlerce-yüz binlerce yetimin, milyonlarca ülke insanının hak ve hukukuna tecavüzden geriye dönüşün olmayacağını gördü ve meseleyi asıl Sahib’ine havale etti. Etti çünkü sebepler planında yapılacak her şey yapılmıştı.
Bütün bu işlemlere imza atan kişilerin Müslüman olması neticeyi değiştirir mi? Yapmayın Allah aşkına! Bir soru ile cevap vereyim bu soruya; suç söz konusu olduğunda devletin koyduğu kanunî müeyyideler, insanlıkla yaşıt diyebileceğimiz ahlakî değerler, bunlardan nebean eden örf-âdet, gelenek-göreneğimiz, Hocaefendi’nin ilavesi demokratik teamüller, suçu, faili dini kimliğine göre ayırt ediyor mu? Cezai yaptırımlarda farklı uygulamaya gidiyor mu?
Neyse ben alanımın dışına çıkmayayım ve Alvar İmamı ile bitireyim; “Derd ehlinin feryâdını / Merhamet-i Rahmân sever / Üftâdeler imdâdını / Dergâh-ı Hakk derbân sever.”