‘Oturduğun evin aslında bir
mescit olduğunu biliyor musun?’ ‘Biliyorum tabii.’ ‘Yer yatağını tam da mihrabın önüne koymuşsun bak, bir önemi yok mu senin için?’ ‘Yok abla, benim için hiçbir önemi yok.’
Urfa’da bir mescit, Hindiye Tekkesi’nin mescidi… Avludan geçip içeriye giriyoruz. Eski mescit, loş ve dağınık bir oda şimdi, havada
yoksulluk kokusu var, yer yatağında fanilalı bir
genç oturuyor, kız kardeşi ayakta. Yıllık cüzi bir kira veriyorlarmış ev sahibine; yani mescidin sahibine… Bu kez
Bursa’dayız.
Elmalık Mescidi’nin penceresinde bir güvercin ve
Türk bayrağı… Dışarıda çamaşırlar kuruyor ve işsiz güçsüz bir adam gülerek bize yaklaşıyor; “Bakın bayrağa, güvercine, savaşlar olmasın, hep barış olsun.” Yedi çocuğuyla Van’dan göçmüş bu adam, şehit haberlerinin geldiği gün taşkınlık olur korkusuyla safını belli etmek istiyor. Ama biz, artık bir mescide benzemeyen harabeyle ilgiliyiz: “Kaç yıldır oturuyorsun burada?” “İki yıldır” “Eskiden bir mescitmiş burası.” “Biliyorum; ama mecburum. Çok çocuk var, kimse ev vermiyor. Bir hafta dışarıda yattıktan sonra buraya yerleştik. Penceresine ‘
satılık’ diye yazmışlardı, kâğıdı söktük ve içeri girdik.” Bozuk bir lavabodan sızan suyla ıslanmış içerisi, çocuklar işe, anne kömür
yardımı alabilmek için belediyeye gitmiş. Mescidin son sahibi, sorun çıkarmamış, ‘satılık’ ilanı evin bir köşesine kaldırılmış. Yönümüzü
Sivas’a çevirelim şimdi. Gazezler Sokağı’nda yeni yapılmış
pembe, rüküş bir
apartman. Yerinde Oğlançavuş
Camii yükselirmiş vaktiyle. Cami önce satılıp sonra yıkılınca sırasıyla bir ev ve tenekeci dükkânı yapılmış
arsaya. Bir cami başka neye dönüşebilir?
Selçuklu eseri İplikçi Camii’nin kapısında iki Hitit aslanı, içerideki Roma-Helenistik çağının tanrı ve tanrıça heykellerini bekliyor. Burası cami değil artık, Âsarı Atika
Müzesine sığmayan eserlerin nakledildiği bir arkeoloji müzesi. 1960’larda
Konya’da çocuk olanlar, aslanlara yaklaştıklarında bekçinin onları nasıl kovaladığını anlatıyor bugün hâlâ…
CAMİLER VE MESCİTLER NEDEN SATILDI
Mescitler ve camiler nasıl oldu da şahıs eline geçti? Alınıp satılabilir bir gayrimenkule dönüştü? Camilerin
İkinci Dünya Savaşı döneminde
buğday ambarına, kışlaya hatta
ahıra çevrildiği kulağımıza çalınmıştır da acele düzenlenmiş
raporlar,
gazete ilanları ve açık artırmalarla
haraç mezat satıldığı pek bilinmez.
Sanat tarihçileri ve yerel tarihçiler konuya vâkıf; ancak
Erzurum,
Amasya,
Tokat gibi bazı illerde, şehrin tarihi üzerine nice kitaplar devirmiş, kitaplar yazmış insanların bile ‘cami
satışı’nı ilk kez duyması uygulamanın üstünün örtüldüğü izlenimi uyandırıyor. Meseleyi anlaşılır kılmak için 1924’e dönelim. Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılıp yerine Evkaf Umum Müdürlüğü’nün kurulması cami ve mescit satışlarının ilk adımı olarak değerlendirilebilir. Vakıfların
tasfiyesi hakkında proje hazırlayan müdürlük bir ‘Tasfiye Komisyonu’ oluşturarak
vakıf mallarının büyük b
ölümünü diğer kamu kurumlarına devretmiş, yapıyı küçültmek ve
personel sayısını azaltmak amacıyla hayrat, akar ayrımı yapmadan bütün vakıf mal varlığını satmaya gayret etmiştir. Öyle ki 1927’lere gelindiğinde, üzerinde hiçbir tasarruf yapılmayan tek vakıf eseri cami ve mescitlerdir. Onların satışı da çok gecikmeyecektir elbette.
Vakıflar Umum Müdürlüğü ne yapmaya çalışıyordu,
ibadete mahsus mekânları bile satacak kadar fakir mi düşmüştü? Vakıflar üzerine yaptığı kapsamlı çalışmasını ‘ Türk Yenileşme
Tarihi Çerçevesinde Vakıf
Müessesesi’ başlıklı bir kitapta toplayan Dr. Nazif
Öztürk, cami satışlarını, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki para buhranıyla açıklamanın yeterli olmadığını düşünüyor: “Camilerin satılışı siyasî bir karardır. Devlet kendi egemenliğinden başka iktisadî ve politik bir güç istememiştir. İkinci Mahmut döneminde başlayan yenileşme ve Batılılaşma çabalarına bir engel gibi görünen dinî çevrelerin politik gücünü ve nüfuzunu kırmak düşüncesi bu kararın sebeplerinden biridir.”
Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden Caner Arabacı da cami satışlarının çok yönlü Batılılaşma projesinin bir parçası olduğu görüşünde. Konya vakıflarıyla ilgili araştırma yaparken, bir dönem ‘vakıf’ yerine ‘tesis’ sözcüğünün kullanıldığını fark eden Arabacı: “Vakıf kelimesinin çağrıştırdığı geniş bir
inanç ve kültür alanı var.” diyor. “
Eserinizi
Allah rızası için kalıcı hâle getiriyorsunuz.
Osmanlı medeniyeti bir vakıf medeniyetidir. Hatırlattığı bu derunî anlamı ortadan kaldırmak istediler.” Camileri, mahalle mescitlerini fazla bulup da satmaya kalkışanlar, ‘Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük.’ diyen Yahya Kemal’den kaç fersah öteye düşer? Yoksa onlar, şairin ‘havası ve toprağı Müslümanlık rüyasıyla dolu’ diye
tarif ettiği semtlere hiç uğramamış mıdır? ‘
Ezansız Semtler’ makalesinde, “Ah! Büyük Cetlerimiz!” diye iç geçirir Yahya Kemal: “Onlar da Galata,
Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi; fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş
vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur,
sokak köşesinde bir
türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi.” Mabetlerin satılmasına bu zaviyeden bakıp, asmalı minarelerin, gölgeli mescitlerin ‘o toprakların o köşesi’ imana gelmesin diye yok edildiğine inanırsak çok mu art niyetli oluruz? Diyelim ki ibadethanelerimiz peşpeşe girdiğimiz savaşlarda verdiğimiz binlerce şehit yüzünden cemaatsiz kaldı ve bir kısmını elden çıkarmak elzem oldu. Mübadele sonrasında cemaatsiz kalan kiliseleri nereye koyacağız? Dr. Nazif Öztürk, 1926-1972 yılları arasında üç bin civarında cami, mescit ve bunların arsasına karşılık, üçü arsa olmak üzere toplam altı kilise ve manastırın satıldığını tespit etmiş.
Camilerin tasnifiyle ilgili
kanun, beş vakit ibadete açık olmayan, cemaatsiz, görüş zaviyesi kapalı, hasarlı camilerin satılacağını bildiriyordu. Bir de ‘500 metre’ maddesi vardı ki sanat tarihçisi Prof. Dr.Se
mavi Eyice’ye göre camilerin mahvına sebep olan işte bu maddedir. Birbirine beş yüz metre mesafede olan iki cami ya da mescitten birinin yıkılmasını gerektiren bu karar, en çok da sevimli mahalle mescitlerini vurdu. Değeri ne olursa olsun ikinci ibadethanenin feda edildiğini söyleyen Prof. Eyice,
İstanbul’dan bir örnek veriyor: “ Şehzade Camii ile Burmalı Mescit yan yanadır. İkisinin de cemaati vardı; ama ne yaptılar? Beş yüz metre şartına göre, Şehzade Camii’ne dokunamayacakları için mescidin çatısını kaldırdılar, dört
duvar hâlinde bıraktılar. Aslında tamamen yıkacaklardı; ama İstanbul’da bir örneği daha olmayan eşsiz minaresi mescidi kurtardı.” Bir müddet âtıl kalan dört duvar, bir marangoz atölyesine kiraya verilmiş. Mescidin ihyası ise 1970’lere doğru, vakıflarda mimarlık yapan Cahide Tamer’e nasip olmuş. Eyice’nin ikinci örneği
Eyüp’ten. Türk sanatında benzeri yokken uzun yıllar metruk kalan Silahî Mehmet Bey Mescidi’nin tek suçu, Zal Mahmut Paşa Camii’ne komşu olmak. Sanat tarihinden anlayanların mahvolacak diye kahırlandığı hatta Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedi’sine “Bu eser yıkılırsa kayıptır.” diye yazdığı mescidin
restore edildiğini epey sürprizli bir şekilde öğrenmiş Semavi Hoca: “Bir gün
telefon geldi, ahizenin ucundaki ses ‘Ben Silahî Mehmet Bey Camii’nin imamıyım.’ diyordu. ‘
Cemaat var mı?’ diye sordum, ‘Akşamları beş altı kişi geliyor, sizi de beklerim.’ dedi. Epeydir İstanbul’u gezemiyorum artık,
son durum nedir bilmiyorum.” Son durumu, Zal Mahmut Paşa Camii’ne komşu esnaflardan sorduk.
Kapısı kilitli tutulan mescit, geçen sene, en azından
Ramazan’da şenlensin diye yalnızca iki kere
teravih namazı için açılmış.
Bir örnek de
Gaziantep’ten verelim. Alâüddevle Camii ile Boyacı Camii arasını ‘
Evliya Çelebi usulü’ adımlayan Necmettin Şahiner, 470 adımda altı mescidin yok olduğunu tespit etmiş; Kara Yusuf Mescidi, Fırfır Mescidi, Kazancı Mescidi... İçlerinden sadece Çırçır Mescidi,
Abdülkadir Aksu’nun Antep’te vali olduğu dönemde ihya edilmiş. “Küçükken mescide yakın otururduk.” diyor Şahiner Hoca, “Kanunî devrinden kalma bu mescitte buğday değirmeninin makineleri çalışırdı.” Mescitlerin birbirine yakın oluşundaki hikmet neydi? Bir görüşe göre; bastonuyla ağır aksak yürüyen ihtiyarların cemaate yetişmesini kolaylaştırmaktı. Diğeri ise
Edirneli şehir tarihçisi Oral
Onur’dan geliyor: “Edirne ufak şehir, dört beş kilometre içinde bin yedi yüz caminin çok olduğunu söyleyenler yanılıyor. Onların çoğu mescitti. Mescitler yalnızca ibadet yeri değil, bugünün kültür merkezleri, sosyal yardım kurumlarıydı. Cemaat kendi mahallesinde namazını kılar, fakirler, derdi olanlar soruşturulur, çeşmelerin onarılması konuşulurdu.”
CAHİL İNSANLAR ‘SATILSIN’ RAPORU VERDİ
Satılacak cami ve mescitler nasıl tespit edilmişti? Kimlerin sözüne güvenilmişti? Nazif Öztürk’ün vakıflar arşivinde yaptığı araştırma, 1935 yılından sonra satılacak cami ve mescitlerde Millî Eğitim Bakanlığı mensuplarından rapor alındığını; ancak 1945’lere kadar bu raporları düzenleyenlerin memur ve ilkokul öğretmenleri olduğunu gösteriyor.
Antalya’nın Elmalı ilçesinde 4 cami ile 8 mescidin ‘tarihî ve mimarî değeri olmadığına’ mahallî maarif memurlukları karar vermiş. Harput Ahi Musa Mescidi’nin satışıyla ise, Harput
İlkokulu Başöğretmeni ilgilenmiş. Kararın her zaman tek kişinin inisiyatifine kaldığı o günlerde yürekleri sızlatan bir başka gerçek ise, Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu kararıyla eski eser olduğu
tescil edilen birçok cami ve mescidin, gerçeğe aykırı olarak arsa şeklinde tanımlanması… Halkın tepkisinden çekinildiği için olsa gerek, satış ilanlarında, cami ve mescit yerine ‘harap vakıf bina’ ifadesinin kullanılması
tavsiye edilmiş ve yine bu yüzden sapasağlam camiler arsa diye satışa çıkarılmış.
Tire’de satılan 44 parça cami ve mescit arsa gibi gösterildiği hâlde satış kararında kullanılan şu ifadeyi neyle açıklamak gerekir: “İbkasında bir fayda görülmediği, tarihî ve mimarî kıymeti haiz olmayan…” Zamanın Varidat Müdürü Kemal Güç’ün şu sözleri de Dr. Öztürk’ün arşivlerden bulup çıkardığı belgeler arasında: “… Camiler cami hâlinde satılığa çıkarıldığı takdirde isteklilerin çok az olacağı anlaşılıyor. Rağbeti artırmak için, enkazını ayrı, arsalarını ayrı satmak muvakıf olur.” Peki, bu şekilde satılan ibadethanelerden bazı parçaların müzeye kaldırılmasına ne demeli!? Belgeler,
Çorum’da 9 adet cami ve mescidin ahşap
tavan göbeği ve alçı pencerelerinden birer örneğin Çorum Müzesi’ne nakledilerek satıldığını,
Balıkesir- Edremit’teki
Yıldırım Camii’nin de kapı ve pencerelerindeki işlemeli
mermer taşların müzeye konulması kaydıyla ‘
halk evi’ yapılmak üzere elden çıkarıldığını ortaya koyuyor. Vakıflar kanunundaki ‘mimarî veya tarihî değeri olan camiler satılamaz’ ibaresi, tasnif dışı bırakılan cami ve mescitlerin yüzde yetmişi satıldıktan sonra önem kazanmış. Kasım
paşa’daki
Hacı Ferhat Paşa Camii mesela aradan tam 42 yıl geçtikten sonra eski eser olarak tescil edilmiş.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1983 yılında istimlâk ettiği cami, eski sahiplerinin itirazlarına rağmen ibadete açıldı.
Adana Halep Çarşısı’ndaki Siyavuş Paşa Mescidi şimdi bir yorgancı… Kesme taştan duvarları da olmasa mescide benzer yanı yok. Bir köşeye istiflenmiş hazır yatakların arkasında bir iz, mesela bir mihrap aramak beyhude… Dükkânla ilgilenen İbrahim Akyıldız, “Döşeklerin arkasında kaldı herhâlde.” diyor. “Bilsem, saklamam, her şeyi anlatacağım.” 18 yaşındaki İbrahim, mescidin hikâyesini çok dinlemiş büyüklerinden: “İsmet
İnönü zamanında bir polis almış burayı. Adını bilmiyorum. Babam bilirdi, hanımını tanırdı. Hiç çocukları olmamış. Onlar ölünce, mescide
dedem girmiş; ama o zamanın iyi âlimlerinden birine danışarak. Adam demiş ki, ‘Sen çıkarsan, buraya
içki satan biri gelecek.’ Mescidin yanındaki diğer dükkânlar öyleymiş, hatta arka tarafta hayat kadınları yaşıyormuş. Oranın yıkılmasına da dedemler ön ayak olmuşlar. 1950’den beri buradayız biz. Devlete kira ödüyoruz.” Dedesi, vaktiyle girilemeyen bir sokağı ihya ettiği ve bir mescidin çirkin işlerde kullanılmasına mâni olduğu için, mescitten bozma dükkânda gönül huzuruyla çalışan İbrahim, biraz da dert yanıyor: “Adana gibi bir yerde klima takamıyoruz, çivi
çakmak bile
yasak, 97 depreminde düşen taşları çimentoyla tutturduk ki aslı bozulmasın. Bırakmak istiyoruz; ama 57 yıllık müşterimiz var .” Mescidi dükkâna dönüştüren her esnaf bu kadar açık sözlü ve iyi niyetli değil tabii. Bursa’da tenekeci ve ayakkabıcı olarak kullanılan Tavukpazarı Mescidi’nin fotoğrafını çekerken dükkân sahibinin gazabından kıl payı kurtulduğumuzu söylemeliyiz. Objektifi doğrudan mescide çevirmediğimiz hâlde, dükkânın önünde oturan adam, durumdan işkillenmiş olmalı ki öfkeden titreyerek yanımıza geldi.
Kayıp mescitleri araştırdığımızı açıkça söyledik, diyecek sözü yoktu, mescidin kim bilir kaçıncı sahibiydi ve nihayet o da duvara bir ‘satılık ilanı’ yapıştırmıştı.
Bursa’da kaybolan mescitler hızlı bir şehir turuyla görülemeyecek kadar fazla. İhya edilenler bir yana, hâlâ amacı dışında kullanılanlar bile uzun bir liste oluşturuyor. İlginç olan şu ki, yarım asırdan fazla zaman geçtiği halde halkın hafızası meskene,
depoya ya da
iş yerine çevrilen mescitleri unutmuyor. Dışarıdan fark edilmemesi için etrafı duvar ya da barakalarla kapatılsa ya da
mimari özelliğini tamamen yitirmiş olsa bile tapuda hâlâ mescit olarak görünüyorlar; minare yerleri belli, bir kısmının kitabesi ve mihrabı olduğu gibi duruyor. Bursa mescitleri üzerine bir araştırma yapan şehir tarihçisi Raif Kaplanoğlu mescitlerin satışlardan önce nasıl âtıl kaldığını izah ediyor: “Bir kentte ne kadar mescit, cami varsa o kadar mahalle var demektir. Bursa’daki mahalleler, mescide açılan çıkmaz sokaklar şeklinde oluşur. Mahallenin bir kapısı vardır, kapısında bekçi durur, bir haneye girer gibi girersiniz. Bu mahalle dokusu 1855 depreminden sonra, modernleşme yanlısı Ahmet Vefik Paşa’nın da yardımıyla kaybolunca mahalleler birleşti. Böylece cemaatsiz kalan bazı mescitlerin satılması kolaylaştı.” Satılıp da amacı dışında kullanılan mescitlerden çok azı Nilüferhatun Mescidi kadar şanslı olabilmiş ki o da bir Kur’an kursuna dönüşebilmek için 1950’lerde parti binası olmaya tahammül etmek zorunda kalmış. İkinci Murat devrinde yaptırılan ve 1960’lara kadar ev olarak kullanılan Hocailyas Mescidi kimliğini kaybetmiş görünüyor. Reyhan Mahallesi’ndeki Zağferanlık mescidini görmek isteyenler ise 18 numaralı evle karşılaşacak bugün… Nitekim, evin yanındaki Bekir Dede Türbesi’ni soruşturmak bahanesiyle kapıyı tıklattığımızda ev sahibesinin bir 15. yüzyıl mescidini mesken tuttuğundan haberdar olduğunu anladık. Bursa’nın fethinde şehre ilk girip ezan okuyan Ahi Hasan’ın yaptırdığı Sürmeli Mescidi bile satılıp eve çevrildiyse kime ne diyebiliriz? Bursa’da mesken olan diğer mescitler şöyle; Hoca
yunus, Hocamenteş, Hocaturgut, Simitçi, Âşık Yunus, Karamanlı, Mizanoğlu,
Oruçbey Mescitleri… Elden ele dolaşan sevimli mahalle mescitlerine cüz’i bir kirayla yerleşenlerin, apartman dairesine güç yetiremeyen yoksul aileler olduğunu anlamak zor değil. Kayıtlarda göründüğü hâlde, yok olan bir mescidi ararken eve dönüşmüş başka bir mescitle karşılaşan Prof. Dr.
Semavi Eyice aradığı mescidin de sadece taşlarını bulabilmiş: “Silivrikapı’nın iç taraflarında dolaşıyordum. İhtiyar bir karı kocanın kiraladığı bir mescitle karşılaştım; aradığım bu değildi. Mahalleden
yaşlı bir zat, yakınlardaki bostanı işaret ederek, ‘Oradaki taşlar mescide ait olabilir.’ dedi. Girdim bostanın içine. Ekilip biçildiği için ne kadar taş varsa bir yere yığmışlar. Bir köşede müzeyyen mermer bir
mezar sandukası duruyor. Reşad Ekrem’in ansiklopedisine
küçük bir madde yazdım sonradan, ‘Bu mescidin filan yerdeki filan bostanın içinde olması muhtemeldir.’ deyip bıraktım.”
Biz de Prof. Eyice’nin vaktiyle yaptığı gibi bir mescit arıyoruz Antep’te; fakat bulma ümidiyle değil. ‘Harap Mescit’ mescit olmaktan çıkıp da kadın terzisine dönüştükten sonra ne oldu diye bakmaya gidiyoruz. Mescidin adı durumu izah ediyor da, sokağın adının da ‘Harap Mescit’ olduğunu görünce unutmayan, unutturmayan hafızaya bir kez daha hayret ediyoruz. Mescidin yerinde şimdi bir
spor salonu var. 35 camisini ve 42 mescidini kaybetmiş bir Antep’ten söz ediyorsak, adını bir sokağa veren ‘Harap Mescit’, mânidar bir örnek olarak anılabilir yalnızca. Mihmandarımız Necmettin Şahiner ve Bilal Zengin’le pek kederli biçimde yanına vardığımız fırının aslında Ahi Baba Camii olduğunu bilmek neye yarar? Tabakhane Mescidi yerine işaret edilen boş arsaya bakmak… Aynı ümitsiz yürüyüş Sivas’ta da devam ediyor. Kaleardı Mahallesi’ndeyiz. Bir dönem askerlerin koğuş olarak kullandığı mahalle mescidinin yerinde çocuklar kızakla kayıyor şimdi. Şehir tarihçisi
Kadir Üredi ya da Sivaslıların ‘Kadir Amca’sı eliyle yolu gösteriyor: “Şuradan daracık bir yol giderdi, mescit tam buradaydı, Kur’an kursu da hemen yanındaydı.
Annem Kur’an’ı burada öğrenmiş.” Kadir Amca’nın hafızasında mescidin hem mescit olduğu hem de koğuş olarak kullanıldığı günlere ait çocukluk hatıraları var: “Bir Ramazan gecesinde cemaatin ayakkabılarını tabuta koyarak mahallede gezdirmiştik. Gürültümüzü duyup peşimize düştüklerinde tabutu bırakıp kaçmıştık. Sonradan oraya askerler yerleşince, annelerimizin elimize tutuşturduğu
ayran bakraçlarını mescide taşırdık. ‘Sakın para almayın’ diye sıkı sıkı tembihlerlerdi bizi.”
İKİ DEFA SATILAN CAMİLER
Yağmalanan vakıf mallarından özellikle de camiler ve mescitlerden söz ediliyorsa duyabileceğimiz en güzel kelime ‘ihya’dır. Bir tür hayata döndürme operasyonudur ihya, birilerinin iş yeri, depo, ev diye kullandığı, enkazından bile para kazandığı ibadethanelerin yüzünü yeniden güldürmektir. Yapanların yıkanlardan daha fazla olduğunu görmek, hatta bir ömrünü bu işe vakfeden insanların varlığından haberdar olmak kimi sevindirmez? Urfa’da tarumar olmuş camilerin, mescitlerin ağırlığını omuzlarında hisseden adamların ilki Şeyh Müslim
Hafız ve onun müridlerinden Hacı Rafii Görgün. İkisi de şimdi hayatta değil; ama adları hâlâ rahmetle yâd ediliyor. Urfa’daki 45 camiden 38’i, 1934 yılında açık artırmayla satışa çıkarıldıktan sonra neler yaşandığını,
babası Hacı Rafii’nin yanından hiç ayrılmayan Dr. Münib Görgün anlatıyor: “O günlerde, dinî hassasiyeti olan büyük çoğunluk açık artırmaya katılmadı. Ancak bazı talihsiz insanlar bu ibadethaneleri yok pahasına satın alarak mülkiyetlerine geçirdi. Camiler birer birer ambara ya da eve dönüştü. Biz çocukken, o evleri bilirdik ve akşama kadar kapılarına taş atardık. İnönü devri kapanınca babam bir cami yaptırma ve yaşatma derneği kurdu ve kolları sıvadı. Camileri sahiplerinden satın alıp ibadete açabilmek için
Harran ovasında çalmadığı kapı kalmadı.” Münib Görgün’e göre babası, 1962 yılında Urfa’daki ilk
İmam-Hatip Lisesi’ni kurarken de kendisine küçük ‘kurşun askerler’ yetiştirmeyi hedeflemişti. Nitekim, lisenin ilk mezunlarından olan Münib Bey, babasının ihya ettiği İhlasiye Camii’nin ilk imamı olmuş. Hacı Rafii’nin bıraktığı bayrağı, yardımcısı Abdülkadir Özen taşıyor bugün. O günlerde ne tür sıkıntılar yaşandığını bir de Abdülkadir amcadan dinleyelim: “Siverekli Camii iki parça hâlinde satılmıştı. Avluyu alan Hacı Ali Eren, tapuyu bize teslim etti; ancak camiyi kurtarmak için sahiplerinin peşinde çok dolaştık. Hem ev hem de ahır olarak kullanıyorlardı. Sonradan başlarına bir perişanlık geldi de satmak zorunda kaldılar. Allah kendilerine mağfiret ede, cami şimdi ibadete açık, adını da Hz.
Abbas koyduk. Kudbettin Camii de şahıs elindeydi. İçindeki adam, ölünceye kadar oturmak şartıyla bağışladı camiyi.” Kardeşler ve Kanberiye camilerini de satın alıp yeniden ibadete açan ‘ihya ekibi’ nin işi henüz bitmiş değil. Önce
otel olup sonra yola giden Sahıbiye Tekkesi için artık çok geç; ama hâlen ev olarak kullanılan Hindiye Tekkesi’nin mescidi kurtarılmayı bekliyor.
Urfa’da satılan camiler birer birer yeniden satın alınırken Bursalılar boş durmuyordu. Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nun başkanlığını yapan Rahmetli Kazım
Baykal, 1950’lerden başlayarak birçok eserin yaşaması için gayret gösteren bir isim. Uzun süre ambar olarak kullanılan ve 1963 yılında sahibinden satın alınarak ibadete açılan Sırmakeş Mescidi, Bursa’da kurtarılan ibadethanelerden yalnızca biri. Mescidin tapusu halen Eski Eserleri Sevenler Kurumu’nda görünüyor. Bahribaba mescidi de şahıs malıyken Diyanet’e devredilen ve yeniden ibadete açılan mescitlerden. Son yıllara kadar depo olarak kullanılan Güranlı Mescidi 1978 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce kamulaştırılarak koruma altına alınmış. Vakıflar idaresinin Bursa’da depo olmaktan kurtardığı diğer iki mescit ise Karakadı ve Veledivezirî Mescitleri.
Türkiye’nin pek çok şehrinde amacı dışında kullanılırken ihya edilen camiler ve mescitler var elbette; ama biz Konya, Sivas, Antep ve Adana’da ziyaret etme imkânı bulduğumuz ‘yüzü gülen’ ibadethanelerden söz edelim. Konya İstasyon Caddesi’nde Amber Reis Mescidi’ni ararken zihnimizin bir kenarında, mescidin 1930’lara kadar önce erkek lisesi deposu sonra da aynı lisenin yatakhanesi olarak kullanıldığı bilgisi vardı. Yetmiş küsur yıl sonra nasıl bir mabetle karşılaşacağımızı bilmiyorduk; ama doğrusu şu ki, dış duvarları
Kütahya çinileriyle müzeyyen ve bakımlı bir mescit değildi görmeyi beklediğimiz. Ahşap çatılı, tek minareli Amber Reis, Vakıflar İdaresi tarafından kurtarılmıştı işte ve cadde üzerinde mavi bir boncuk gibi yükseliyordu. Aynı minnettarlık hissi Adana’nın en eski mabetlerinden biri olan Akça Mescit’e kadar takip etti bizi. Kubbesi kiremit kaplı, kesme taştan inşa edilen mescidin görkemli kapısında durup son cemaat yerinde namaz kılanları izlerken müze deposu olmaktan kurtarılan bir ibadethaneyle daha karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk. Sivas’ta da bir ‘iade-i itibar’ söz konusuydu; fakat önce yıkıp sonra yapmak suretiyle… Şeyh Çoban Türbesi’nin
doğusundaki Şeyh Çoban Camii 1920’lerde yıktırıldığında mihmandarımız Kadir Üredi’nin rahmetli babası, arsaya
gübre dökenlere kızarmış; “Yavrum yapmayın, burası cami yeri.” dermiş. Sivas Kalesi’nden taşınan motifli taşlarla yeniden yapılan caminin avlusunda otururken, “Camiyi bilinçli bir şekilde aynı yere yaptılar ve aynı ismi verdiler” diyor Kadir Amca.
CAMİYDİ, GAZİNO OLDU, ŞİMDİ BOŞ ARSA
Satılan camilerin İstanbul’da da bir takipçisi var.
Üsküdar’daki evinin terasından otuz yıl önce bir enkazı seyreden
Emin Türkeli’nin manzarasını bir minare süslüyor şimdi. Küçük İhsaniye Camii’ne ait olduğunu öğrendiği yıkıntıyı aslına uygun biçimde ihya ettikten sonra bir cami hizmetçisi olarak bulmuş kendisini. O gün bugündür de elinde çantasıyla kâh vakıflar idaresinin yolunu aşındırıyor, kâh belediyelerin. Satıldıktan sonra yıkılan ya da iş yerine çevrilen ibadethaneleri kurtarması kolay olmamış tabii; küfürler, aba altından
sopa göstermeler, ölüm tehditleri… Hiçbirine de papuç bırakmamış; çünkü bir kez ölüp de kabre indirildiğini hayal ettikten sonra girişmiş bu işe zaten… “Başımda aklım, ayağımda derman, sırtımda sermayem varken bu yoldan beni kimse çeviremez.” diyor. Üsküdar’da kısa bir gezinti yapıp da hem ihya edilen mabetleri hem de işgalcilerden kurtarılan cami arsalarını görünce tehditlerin sebebini daha iyi anlıyoruz. Üsküdar merkezine, sahile,
deniz manzaralı yeşil tepelere yerleşmiş işgalcileri çıkarmak büyük başarı. Kimi zaman da “Az ileride büyük bir cami varken yeni bir cami yapmak da nereden çıktı?” diyenlerin hışmına uğramış Emin Bey. Bu eleştirilere konu olan Geredeli Camii, Yeni
Valide Camii’ne çok yakın
evet; ama burası 1950’lerde haraç mezat satılıp da kireç ve tuğla satıcılarına peşkeş çekilmeden önce 420 yıllık bir camiydi neticede. Yine Kısıklı’dan Büyük
Çamlıca’ya giderken solda tepede kalan Şeyh Selami Ali Efendi Camii’nin yeri 1968’de yazlık sinema olarak kullanılmıştı ve bir kısmı yola giden Serçe Hatun Camii Emin Türkeli buraya el atana kadar bir gecekonduydu. Bir de ‘gazino’ örneği var, bu tür hassas konuları ajite etmek için verilen esaslı bir misal gibi görünür hep, Türkiye’de neler olduğunu kimse bilmez de
Balkanlar’da bıraktığımız camilerin gazinoya çevrildiği her fırsatta yazılıp çizilir. Oysa Üsküp’ten önce Üsküdar’a bakmak gerekir. Şemsipaşa yolunun hemen başlangıcındaki arsanın serencamını öğrenmek için üç ayrı fotoğrafa bakalım. Önce Balaban Mescidi, sonra gazino ve şimdilerde etrafı tellerle çevrili boş ve pek tabii ki rantçıların iştahını kabartan bir arsa… Gazinoyu epey gürültülü biçimde yıktırıp arsayı tellerle
emniyet altına aldıktan sonra Balaban Mescidi’nin projesini de hazırlayan Emin Bey, mescidin ihyası için
Üsküdar Belediyesi’nden
cevap bekliyor. Akıbeti belirsiz iki projesi daha var;
CHP lokaline dönüştükten sonra üzerine CHP logosuyla ‘altı ok’ işlenen ve sonradan yıktırılan Küçüksu Camii ve Kınalıada’ya taşımak bahanesiyle
Karaköy’deki yerinden sökülüp sır olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii… Emin Türkeli yorgun değil; ama gücünün yetmediği, elinin ermediği yerler var.
ÇOK CAMİ KURTARDIM, İÇİM RAHAT
Prof. Dr. Semavi Eyice, memleketi
Amasra’da dedesinin yaptırdığı Eyice Mescidi’nin satılıp içkili bir restorana dönüştürülmesine mâni olamamış; ama özellikle İstanbul’da satılmak veya yıkılmak üzere olan bazı camilere el koyarak ‘ihya ekibi’ne katılmış. Aslında bu konuda vaktiyle bir suçlamaya maruz kaldığı için biraz kırgın başlıyor konuşmaya. İddialara göre Prof. Eyice, yakl
aşık kırk yıl görev yaptığı Anıtlar Yüksek Kurulu’nda iken, İstanbul’da bir caminin satılma kararına
imza atmış. “Haberim yok, hatırlamıyorum.” diyor öfkeyle, “Öyle bir şey varsa da ben yokken olmuştur. Olmuşsa bile kurtardığım eserleri hesaba katın. O bahsettikleri yeri çok iyi bilirim. Bab-ı Ali’den çıkarken Acı Musluk Sokağı’nda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
külliyesi vardı. Şimdi
Cemal Nadir Sokağı oldu. Peyderpey satıldı orası, camiyi de yıkıp sattılar.
Medreseyi yayınevleri yuttu. Giriyorsunuz bir binanın içine, bir sütun görüyorsunuz, başka bir yerde kubbe; fakat medrese eritilmiş tamamen. Camiyi ne zaman yok etmişler hatırlamıyorum, benden geçmedi o.” Yetmişli yıllarda
Edirnekapı’da kurtardığı Hafız Ahmet Paşa Camii’nden söz ediyor Prof. Eyice, dört duvarı depo olarak kullanılan caminin bir kısmı caddeye katılmak, geri kalanı da öğrenci yurdu yapılmak üzereymiş. Dönemin
Sakarya Valisi, “Anıtlar Kurulu karar versin de iş sürüncemede kalmasın.” diye ricacı olunca: “Beyler acele ediyorsunuz.” diye uyarmış Semavi Hoca, “Burası cami yeri, iki duvar parçası var denilen yerde dört duvar duruyor. Harap ama yok olmuş değil, hatta minaresi bile şerefeye kadar duruyor.” Vali, ‘Nasıl olur!’ diye hayret edince gidip bakmalarını tavsiye etmiş. Hikâyenin gerisini yine hocadan dinleyelim: “Vali ve yanındakiler iki arabayla gittiler, ben yerimde bekledim. Kırk beş dakika sonra vali, ‘Aman Allah’ım bir resmî müessese bunu nasıl yapar?’ diye içeri girdi. Belediye 1963 yılında satmış camiyi. Böyle bir camiyi ve medreseyi yok farz ederek arsayı parsellemiş. Medrese ve caminin ihyası için vakıflara yazılmasına ve inşaatın yapılamayacağına karar alındı.” Yıllar sonra ‘Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ne yazmak için Hafız Ahmet Paşa Camii’ni ziyaret eden Prof. Eyice, caminin ihya edildiğini, halıların serilip, ibadete açıldığını görünce epey mutlu olmuş. Bugün vaktinin çoğunu geçirdiği evinde otururken, “Kurtardığım camiler benim için bir gönül rahatlığıdır.” diyor.
CAMİ İBADETE AÇIK, TAPUSU ŞAHIS ELİNDE
Cami satışlarının yapıldığı açık artırmalara kimler katılıyordu? İbadethaneleri gelir getirecek sıradan bir mülk gibi görenler çoğunluktaydı elbet. Dini bütün insanlar olup biteni bir köşeden kederle izliyor, satış mahallinden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordu. Ancak açık artırmaları yakından takip edenler arasında, Döşeme Camii’ni satın alarak yok olmaktan kurtaran ve sonradan hibe eden Urfalı Buluntu Hoca gibi feraset sahipleri de vardı. Onlar, gazete ilanlarını takip ediyor, kendi şehirlerindeki camilerin satılacağı haberini alır almaz mahalleliyi topluyor, gerekli parayı tedarik edip camiyi satın almaya koşuyordu. Türkiye’deki ibadethanelerin bir kısmında işte o hayır sahiplerinin imzası var bugün. Bir de mahallesindeki caminin satıldığını iş işten geçtikten sonra öğrenen insanların acziyetini düşünün. İstanbul
Kasımpaşa’daki Hacı Ferhat Paşa Camii, mahallenin
muhtarı Hikmet Toksöz’e satıldığında, aynı mahallede oturan Basri Keçeci, Başbakanlığa bir dilekçe gönderir. Caminin dönemin parti üyesi olan mahalle muhtarına mahallinde ilan asılmadan satıldığını bildiren Basri Bey, “Şayet haberimiz olsaydı mahalle sakinleri olarak söz konusu bedeli ödeyebilirdik.” der. Bir muhtar cami satın alır, diğer muhtar satılan camiyi kurtarmaya çalışır. Bursa Molla Gürani Mahallesi eski muhtarı
Hilmi Luş’a
kulak verelim: “Mollagürani Türbesi yanındaki cami, 1965 senesinde Hacı Mahmut Efendi’nin
kereste deposuydu. Bursa’nın zenginlerinden Resulzade parasını ödeyerek burayı satın almak ve yeniden cami olarak açmak istedi; ancak muvaffak olamadı. Daha sonra ben muhtarlık yaptığım 1965-66 yıllarında önderlik edeyim de komşularla para toplayıp burayı ibadete açalım istedim. Hacı Mahmut Efendi benim teklifimi de kabul etmedi. Bundan 16 sene önce mahalle halkı bir kez daha teşebbüste bulundu ve nihayet cami ibadete açıldı.” Bu talihli camilerden biri de
Maraş’taki Haznedarlı Camii… Dulkadirbeyliği dönemine ait camiyi alıp ibadete açık tutan şahıs 1980’lerden sonra tapuyu Diyanet Teşkilatı’na hibe etmiş. Camileri kendi mülklerinde kalması kaydıyla ibadete açık tutanlar da var. Urfa’daki Damat Süleyman Paşa Camii’nin sahibi
Muhammed Emin “Burası her daim cami olarak kalacaktır, evlatlarım da dindardır, yanlış bir şeye tevessül etmezler.’ diye teminat vermiş vaktiyle. Cami şimdi oğullarının elinde ve söz verildiği gibi aslî işlevine uygun kullanılıyor. Tıpkı Bursa’daki Yiğit Cedid Camii gibi…
Hamdi Sami Gökçen’in eşinin mülkiyetinde, uzun yıllar depo olarak kullanılan ve 1961 yılında onarılarak ibadete açılan caminin tapusu hâlâ şahıs elinde.
Vakıflar Genel Müdürü Yusuf
Beyazıt, vakıf eserlerin vakfiye şartlarına uygun idare edilmesinde ve
Fatih Sultan Mehmet’in imzasının resmî yazışmalarda hâlâ geçerli olmasında
Atatürk’ün onayı olduğunu hatırlatıyor. Cami satışları, üzerinde yorum yapmak istemediği bir konu; ama kamuoyunun hiç değilse camilere en çok zarar veren iki ismi bilmesini istiyor: İsmet İnönü ve Adnan M