Sözlük anlamı itibarıyla 'gece uyumama', 'gece nöbeti' gibi manalara gelen "vigil", eski dönemlerde savaşa gidecek olan Hıristiyan şövalyelerinin kılıç kuşanma törenlerine verilen isimdir.
Bu törende askerin önce saçları tıraş edilir, ardından da ağaçtan yapılmış küvet içinde
gül suyu ile baptist edilirmiş. Peşi sıra askere uzun kollu yeni beyaz
elbise giydirilirmiş. Sonrasında kilisede silahları ile beraber tek başına inzivaya çekilen asker, yaklaşık 10 saat kadar hiçbir şey yememek suretiyle oruç tutarak duaya dururmuş. Bu süre sonunda inzivadan çıkan askeri,
papaz kutsar ve şövalyelik unvanını almanın son aşaması olan kılıç kuşanma merasimine geçilirmiş. Bütün bu işlemlerden sonra asker, şövalye unvanını alır ve savaşa çıkarmış. Çok kısa cümleler halinde anlattığımız bu işlemlerin her birinin elbette sembolik anlamları da varmış. Mesela; askerin baptist edilmesi; geçmiş günahlarının bağışlanıp hayata günahsız yeniden gelmesine, saç tıraşı,
Allah'a kendisini adamasına delalet eder, beyaz elbise de Allah ve
kral için kanını akıtmaya hazır olması manalarına gelirmiş.
"Miş'li" geçmiş zamanla özetlediğimiz bu "vigil" töreni bugün yapılmıyor. Dolayısıyla 1. Dünya,
Vietnam,
Körfez,
Afganistan ve
Irak savaşlarına katılan
ABD askerleri bu türlü bir muameleden geçmemişler ve geçmiyorlar. Fakat bu muamelenin ihtiva ettiği ruhun bütün bütün yok olduğunu kimse iddia edemez. Nitekim günümüzde bütün acımasızlığı ile devam eden
Irak savaşı merkeze alınacak olduğunda bu ruhun hem asker hem de asker ailelerinde yeniden canlanmaya başladığını söyleyebiliriz. Neden? Cevabı alabildiğine basit bu sorunun: İnsan fıtratı boşluk kaldırmıyor da ondan. İnsan olarak fıtratımızda var olan kutsala, aşkın olana inanma ihtiyacı savaş şartlarında kendinî daha net olarak gösteriyor da ondan.
İnanç perspektifinden bakıp ABD'deki manzarayı isterseniz şöyle özetleyelim: Aslında ilk günlerden itibaren varlığı inkâr edilmese de, son günlerde iyice ayyuka çıkan sorular var kamuoyunda. Çokları
cevapsız bu soruların ya da verilen cevaplar vicdanı, kalbi, ruhu ve tabii ki aklı tatminden alabildiğine uzak. 11 Eylül'ü takip eden, gerek Afgan gerekse Irak savaşının ilk günlerinde olayın sıcaklığı ile akla gelmeyen, yukarıda ifadeye çalıştığımız gibi gelse de sıcak
gündem içinde kaybolan bu sorular birçok dinî çevrede yüksek sesle ifade ediliyor şimdi. Birkaç gün önce yeni bir
istifa ile sayıları 4'e ulaşan
Beyaz Saray güvenlik danışmanlarından, üniversite veya düşünce kuruluşlarındaki
itiraz seslerinden yahut
ekonomik çevrelerdeki endişelerden değil, dinî çevrelerden ve din eksenli sorulardan bahsediyoruz. Ezcümle: "Allah bizimle beraber mi, Irak halkını tiranlardan kurtarmak dinî bir vazife mi, seküler bir idarenin kararıyla savaşa gidip ölen kişi cennete girer mi?"
Neresinden bakarsanız bakın Irak savaşını sorgulayıcı bu tavır değişikliğinin temel sebebi savaşa katılan askerlerin ölümle yüzleşmeleri. Dinî değerlere dönüş yapan yüzlerce, binlerce askerle yapılan röportajlardan çıkartılan sonuç bu. Demek ölümün
soğuk yüzü herkesi etkilediği gibi onları da etkilemiş. Tabii evlatlarının "Rumsfeld'in cehennemi" adı verilen Irak'tan sağ salim dönmesini bekleyen anne-babaları da bu arada unutmamak lazım. Evlatlarına kavuşma özlemiyle yanıp tutuşan bu anne-babalar da aynı hissiyatla kendilerini kilisenin, sinagogun veya kendi
inanç dünyasının mabedinde buluyor. Yapılan araştırmalar sonucu kamuoyuna ilan edilen rakamlar gösteriyor ki dinî ibadetlere katılan
asker sayısı gün geçtikçe artıyor. Buna bağlı olarak görevlendirilen din adamı sayısında da ciddi bir artış var.
Askerin amentüsü
Burada çoklarının aklına elbette din-devlet ayırımı ilkesine sadakatle bağlı bir ülkenin siyaseten böyle bir şeye nasıl izin verdiği sorusu geliyor. Gerçekten yetkili ve uzman kişiler "askerin amentüsü" veya "ordu değerleri" adını verdikleri liste içinde dinin yerinin olmadığını kabulleniyorlar. Bir fikir versin diye o değerleri kısaca ifade edelim önce: "ABD Anayasası'na ve ordusuna sadakat, vazife şuuru, başkalarına saygı, her şeyde başkasını kendisine
tercih edecek ölçüde fedakârlık ve diğerkamlık, şeref, dürüstlük ve doğruluk ve son olarak korkudan korkmayıp ölümün yüzüne gülerek bakabilecek ölçüde cesaret. Nitekim "I am an American soldier/Ben bir
Amerikan askeriyim" diye başlayıp aynı cümle ile biten "soldier's creed/askerin amentüsü"nde bunların hepsini bulmak mümkün. "Fakat" diyor yetkililer: "Bu vasıfların kişilerin hayatında yer alması, dinî, ruhanî, moral ve ahlâkî değerlerlerle mümkündür. Dinî ve ahlâkî değerler olmaksızın, diğerlerinin olması imkânsızdır." Hatta bazıları Abu Garip, Guatemala'da yaşanan skandalları da buna bağlıyor ve dinî/ahlâkî eğitim ve öğretimin verilmesi gerektiğini vurguluyorlar.
Popüler kültürün insan ve
toplum hayatında meydana getirdiği bir boşluğu
kapatma adına atılan adımlar olarak görebilirsiniz bunları. Şahsî kanaatim, Ortaçağlardaki kahramanlık, fedakârlık, atılganlık, vatanseverlik, dindarlık gibi insani hasletleri bireysellikle, kendine güven, enaniyet, tek başına yeterlilik, köşe dönme, gemisini kurtaran
kaptan olmakla yıkan popüler kültür, mezkûr dinî değerlerle bu boşluğu kapatamaz. Bir başka ifadeyle üniversite parasını biriktirmek, resmî işlemlerini halletmek, ev almak, daha iyi arabaya sahip olmak vb. gayeler, savaşa katılan askerleri, başta aktardığımız "vigil" törenindeki şövalyeler haline getiremez. Ama onlar adına gelinen noktayı da görmezlikten gelmek imkânsız. İnsanlık tarihinde kültürlerin, medeniyetlerin birbirleri ile karşılaşmaları sonucu karşılıklı etkilenmelerin olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. ABD askerlerindeki dinî yönelişte Irak'taki dinî hayatın rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Başka bir anlatımla, Şii'siyle, Sünni'siyle, askeriyle sokaktaki sıradan vatandaşıyla Iraklı insanların asgari düzeyde dahi olsa dinle irtibatları onların dinî açıdan kendilerini sorgulamalarında etkin rol oynamıştır.
"Onlar öyle biz neredeyiz?" diyecek olursanız; bu soruya kestirmeden "kıssatün latentehi" diyerek cevap vermeyi tercih ederim. Yani bitmeyen hikâye. Şu an itibarıyla sahibi oldukları maddi imkânlar ve makamlardan dolayı sesleri alabildiğine gür çıkan bir kısım
azınlık istisna edilecek olursa, bizim dinimiz ile olan irti
batımız tabandan tavana onlardan çok daha iyi durumdadır. Önce bu gerçeği kabullenmek gerek. Ardından şunu ifade edebiliriz: Asırlardan beri kendimize
rehber edindiğimiz Batı dünyasındaki bu gelişmeler kim bilir bizdeki dinle, dindarla mesafeli olan bazı kesimlere farklı açıdan tesir eder ve onların da gözleri hakikate açılır. Zaten "güneş Batı'dan doğar" demiyorlar mıydı?
AHMET KURUCAN