Emre Aköz gibi
Dersim'den Atatürk'ü sorumlu tutanları okuyunca bazı tabuların yıkılmakta olduğuna inanası geliyor insanın. Düşünce özgürlüğü nihayet geliyor mu dersiniz?
Dersim'de bir
katliam yaşandığı giderek açıklık kazanıyor. Bunu
Necip Fazıl Kısakürek dahi 60 yıl önce "Büyük Doğu"da yazmıştı. Ancak sadece Dersim'le sınırlı kalmamalı
sorgulama; son yüz yılda tarihimizin nasıl mıncıklandığını gösterecek bir bütünlüğe ulaşmalıdır.
İşte 31
Mart. Aydınlatılabildi mi?
Ermeni tehciri üzerindeki kara bulutlar dağıtılabildi mi? Yüz binlerce gencimizi kara toprağa gömdüğümüz Birinci Dünya Savaşı'na neden girdiğimizi çözebildik mi? vs.
Dolayısıyla Dersim, bu yüz yıllık kanlı hesaplaşmanın bir durağı olarak anlaşılabilirse anlam kazanacak, aksi halde bir süre aramıza dönmek için heveslendikten sonra yine sırtını dönecektir.
Onun için gelin, son bir haftadır yazılıp konuşulanların biraz dışına çıkarak bakmayı deneyelim Dersim'e.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Dersim
Osmanlı döneminde merkezi otoritenin nüfuzundan uzak kalabilmiş ayrı bir
ülke gibiydi. Kontrolü zor olan bu
bölgeden
vergi tahsil etmek, asker toplamak, asayişi sağlamak başlı başına bir sorundu.
Cumhuriyet'in 10. yılına kadar da bu özelliğini korudu.
Atatürk'ün 1935
Kasım'ındaki
Meclis açış nutkunda belirginleşen Dersim'in yola getirilmesi planına, isminin "Tunçeli" yapılmasıyla başlanır. Başına da sözü
kanun olan olağanüstü yetkilere sahip askerî bir vali atanır. Şaşıracaksınız ama amaç, bu gidilemeyen 'vatan' toprağını ana yurda bağlamaktır. Tunçeli'ye kışla ve karakollar yanında yollar, sağlık ocakları ve okullar yapılır ki, iktidarın nüfuzu toplumun dokusuna sirayet edebilsin.
Fakat otoritesi sarsılacak olan şeyhler ve
sürgün edilecekleri korkusuyla bölge halkı direnir. Ellerindeki
silahların teslim edilmesi en önemli şartlardan biridir. Sayıları 15-20 bin olarak tahmin edilir.
Peki bu kadar silah nereden geçmiştir ellerine? Bunun da ilginç bir öyküsü vardır ve benc
e devlet asıl bu silahların peşindedir.
Nitekim 21 Haziran 1937 tarihli "Kurun" gazetesinde silahların kaynağını öğrenme imkânını buluyoruz. Buna göre Birinci Dünya Savaşı'nda Rusların hücumuna karşı koyabilmeleri için Dersimli aşiretlere silah dağıtılmış, onlar da bunları sarp dağlarına taşıyarak mağaralara saklamışlardı. Savaştan sonra bütün uğraşmalara rağmen bu silahları geri alamamıştı devlet. (Nuri Dersimi bunları Neşet Paşa'yı yenerek ganimet aldıklarını söyler.)
Cumhuriyet kurulmuştu ama Dersim'de Seyyid Rıza'nın başkanlığında bir silahlı ve örgütlü güç direniyordu. Bölgenin iklimi ve coğrafi yapısı da müdahaleyi zorlaştıran unsurlardı. Üstelik karşılarında hem
Alevi hem de Türk olmayan, üstelik Türk olmamaya direnen bir yapılanma vardı.
Unutmadan söyleyelim, nüfusları da hızla artıyordu. 1927'de 543 bin iken sayıları,
Tunceli Kanunu'nun çıkarıldığı 1935'te 765 bine yükselmişti (yüzde 50). Böyle giderse daha bir iki yıl önce her yaştan "10 yılda 15 milyon
genç yarattı"ğını iddia eden TC, sınırları içerisindeki bir bölgeye giremeyen aciz bir devlet konumuna düşecekti.
Mesela bölgede hâlâ sarıkla, şalvarla dolaşıyordu insanlar. Vergileri şeyhler topluyordu. Evlenme, boşanma işleri de yine onların göreviydi. Hastalandıklarında onların kapılarını çalıyorlardı. Eğitim deseniz hak getire.
İşte
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın "Dersim'e koloni (sömürge) yönetimi" getirilmesini istemesinin arkasında bu somut resim durmaktaydı. Öfke, nüfuz edilemeyene yönelikti. Tekkeler kapatılmıştı güya ama bölgede
Alevilik sanki Şah İsmail zamanındaki gibi devam ediyordu. Devrimler burada işlemiyordu. Hatay'ı anavatana katmak için uğraşan
Türkiye, kendi haritasındaki beyaz kısmı bir türlü boyayamıyordu.
Velhasıl dönemin bir yetkilisinin dediği gibi Dersim'e bir
ameliyat şarttı. Asimilasyon, yani Türkleştirmek gereğini ifade edenlere de sık sık rastlanıyordu Ankara'da.
Ne ki sonuç tam bir
facia oldu. İyimser rakamlarla 13 bin, yaygın rivayete göre ise 50 bin insanın ölümüyle, binlerce kişinin yaralanması ve sürgünüyle sonuçlanan Dersim operasyonu, yakın tarihimizin kara deliklerine yenisini ekledi. Sadece eli silah tutanlar değil, çocuklar ve yaşlılar da öldürüldü. Başta Seyyid Rıza'nın genç hanımı Besi olmak üzere pek çok kadın, mağaralarda saklanan silahlarla kendilerini savunmak için harekete geçmişlerdi.
Türk basını ise Besi'yi 'dağ dilberi' veya 'dişi kaplan' diye magazinleştirmekle meşguldü ("Cumhuriyet", 26
Eylül 1937). Tabii Seyyid Rıza'nın
Sabiha Gökçen tarafından bombalanan evinden çıkan garip
eşyalar da operasyondan payını alacaktır. Güya evde haçlar, Hz. İsa'nın parmağı ve
Ermenice dinî kitaplar bulunmuştur. Mesaj açık değil mi? Seyyid'i bir şekilde Müslümanlık dalından koparıp düşman kampa dahil etmek.
Ne var ki, evinden çıkan eşya arasında dikkatimizi başka şeyler de çekmekte. Mesela mı? İşte gazetelerden cımbızla topladıklarım: Kur'an-ı Kerim,
Hadis-i Şerif, En'am-ı Şerif, Muhammediye, Siyer-i Nebi, Yıldızname, Bektaşiliğe ait bir şiir kitabı vs. ("Haber", 8 Kasım 1937). Bunlar pekala bir Kadirî şeyhinin evinde de bulunabilecek kitaplar.
Zihnimde susturamadığım soru şu: Yoksa Seyyid Rıza rengarenk Osmanlı düzeninin son adasını mı savunuyordu?
Bize düşen anlamak olmalı, değil mi?
MUSTAFA ARMAĞAN-ZAMAN