Kritik soru şu: “İktidar öfke ve kin dolu bu stratejisini ne kadar sürdürülebilir?” Zaman Gazetesi'nden Uğur Sağındık son dönemde yaşananları derleyerek sordu: Türkiye Cumhuriyeti, gerçekten demokratik bir hukuk devleti midir, değil midir?
“Türkiye Cumhuriyeti, (…) demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Anayasa’nın ikinci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti böyle tanımlanıyor. Ancak 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk soruşturmasının ardından yaşananlar bu tanım üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kıldı. Demokrasiyle yönetilen ve hukukun egemen olduğu ülkelerde fişleme yapılabilir mi? Ülkenin başbakanı gazetelere, televizyonlara sansür talimatı verebilir mi? Bir gazeteci attığı bir tweet sebebiyle sınır dışı edilebilir mi? Yargı hükümete bağlanabilir mi? Devlet bir bankayı batırmak için operasyon yapabilir mi? Soruları çoğaltmak mümkün.
Zahiren değil, gerçekten demokrasinin hakim olduğu, hukukun içselleştirildiği ülkelerde bu olaylardan sadece birinin bile yaşanması durumunda hükümet istifa eder. Ancak bizde bırakınız istifa etmeyi, kamuoyunda oluşturulan ‘mağduriyet’ algısıyla oy devşirmek bile mümkün olabiliyor. Biz, yaşanan örnek olayları olduğu gibi aktaralım, siz karar verin; Türkiye Cumhuriyeti, gerçekten demokratik bir hukuk devleti midir, değil midir?
2013’e kadar fişlenmişiz!
Taraf, 28 Kasım 2013’te ‘Gülen’i bitirme kararı 2004 MGK’da alındı’ manşetiyle çıktı. 15 maddelik MGK kararında, sadece Gülen grubuna değil, diğer ‘irticai’ unsurlara karşı da ağır yaptırımlar getiren yasal düzenlemeler yapılması isteniyordu. Buna göre öğrenci evleri ve yurtlara engel olunacak, Camia’ya destek veren işadamları takibe alınacaktı. İktidar yetkililerinin ‘yok hükmünde, uygulanmadı’ dediği kararlara dayanılarak mütedeyyin insanların 2013 yılına kadar fişlendiği belgeleriyle deşifre edildi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, fişlemelerin alçaklık olduğunu söyledi. Çelik, “MİT’in başına Hakan Fidan da gelse eski alışkanlıklarını sürdürenler var.” dedi. 17 Şubat 2014’te ise kamuya alınacak memurların ‘kırmızı, yeşil ve mavi’ listelere göre seçildiği ortaya çıktı. Belgesi 19 Şubat’ta Taraf’ta yayımlandı. Hiçbir demokratik ülkede fişleme olmaz, olamaz. Bu, anayasal bir suçtur.
‘Komplo’yu MİT’in raporu çürüttü
Yolsuzluk soruşturmasının ardından iktidar kanadının en büyük savunması olayın ‘komplo’ olduğunu söylemekti. Ancak MİT’in, 17 Aralık operasyonundan 8 ay önce, 18 Nisan’da, Başbakan’ı konuyla ilgili bilgilendiren bir rapor gönderdiği ortaya çıktı. Karapara trafiğinin ve yolsuzlukların deşifre edildiği raporun ‘sonuç ve değerlendirme’ bölümünde, Reza Zarrab’ın bakanlarla ilişkisine dikkat çekiliyor ve ‘mevcut ilişkisinin ortaya çıkması halinde, söz konusu hususların hükümet aleyhinde kullanılabileceği’ aktarılıyordu. Sadece bu rapor bile yolsuzluk soruşturmasının komplo olduğu iddiasını çökertmeye yeterdi. Ancak rapor sümen altı edildi. Hangi hukuk devletinde böyle bir ihbar görmezden gelinebilir?
SİT alanına villa kondurduk…
Bu süreçteki ciddi iddialardan biri de İzmir’in Urla ilçesinde 1. derece sit alanına Başbakan (2 adet) ve yakınları için usulsüz olarak villalar yapıldığıydı. Buna dair ses kayıtları da internete düştü. İşadamı Mustafa Latif Topbaş, görüşmelerden birinde dönemin İzmir Valisi Cahit Kıraç’ı Başbakan Erdoğan’a şikâyet ediyordu. Buna göre Vali, villaların kaçak olduğunu belirterek, yıkacağını söylemişti. Başbakan, konuyla ilgileneceğini söylüyordu. Adı geçen vali görevden alındı. Bir başka konuşmada ise Başbakan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, yine Topbaş’la yaptığı görüşmesinde villaların nasıl olması gerektiğini ayrıntılı olarak tarif ediyordu. Konu Başbakan’a soruldu. Konuşmaları kabul etti. Ancak villaların kendisiyle ‘zerre kadar ilgisi olmadığını’ savundu. Telefon konuşmalarının içeriğine ise girmedi. Ayrıca o villaların 30-35 yıllık olduğunu ileri sürdü! Ancak 3 sene öncesine kadar bölgede söz konusu villaların olmadığı fotoğraflarla ortaya konuldu. Ayrıca İzmir İl Genel Meclisi, söz konusu villalar için Şubat 2012’de yıkım kararı almıştı. Bir başka tapeye göre de bu bölgenin 3. derece sit alanına dönüştürülmesi için 130 bin TL karşılığında sipariş rapor alındığı belirtiliyordu. Bu kayıtlardan hiçbiri yalanlanmadı!
Başsavcıyı aradım, ne var bunda!
Adalet Bakanı Müsteşarı Kenan İpek’in, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın talimatıyla İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Baş’ı 2 kez arayarak, ‘soruşturma dosyasını kapatın, yoksa karışmam’ diyerek tehdit ettiği ortaya çıktı. Başsavcı, konuyla ilgili tutanak tutmuştu. Ve orada kendisine yönelik tehdidi açık açık aktarıyordu. Adalet Bakanı hakkında fezleke hazırlandığı öğrenildi. İddialar bununla sınırlı kalmadı. CHP’li Bülent Tezcan, 6 Şubat’ta Bozdağ hakkında ‘yargıya müdahale girişimi’ iddiasıyla hazırlanan ikinci fezlekeyi kamuoyuna açıkladı. Fezlekede, Adana Cumhuriyet Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık’a Adalet Bakanı Bozdağ ve müsteşarı Kenan İpek’in Kırıkhan’daki TIR operasyonuyla ilgili olarak baskı yaptığı ileri sürülüyordu. Bekir Bozdağ, iki başsavcıyı da aradığını kabul etti. Bozdağ, kendisini, “Bana bir tane adalet bakanı gösterin ki başsavcı aramamıştır!” diyerek savundu. Yargı bağımsızlığını düzenleyen Anayasa’nın 138. maddesine göre her ne sebeple olursa olsun hiçbir kurum ve makam yargıya müdahale edemez, telkinde bile bulunamaz.
Milletin bankasına operasyon!
Türkiye, yolsuzluk soruşturmasının ardından gelen süreçte inanılmaz hukuksuzluklar yaşadı. İktidar, milletin bankasını batırmak için operasyon yaptı. İçişleri Bakanı Efkan Ala, 29 Aralık 2013’te TRT’de katıldığı bir programda, birilerinin operasyonu önceden haber alarak, piyasadan yüklü miktarda döviz çektiğini ileri sürdü. İsim vermeden Bank Asya’yı hedef aldı: “Dolarları kim aldı? Şüpheyle söylemiyorum, belgeli soruyorum. Bu nasıl ihanet?” İddiaya göre Bank Asya, operasyon öncesinde piyasadan çektiği dolarlar sayesinde 2 milyar dolar kazanmıştı. İlk yalanlama Bank Asya’dan geldi. Ardından Merkez Bankası da Ala’yı yalanladı. Söz konusu dönemde hiçbir bankanın olağan dışı bir döviz alımının olmadığı belirtildi. Konu günler sonra Efkan Ala’ya soruldu. “Ben banka ismi vermedim.” demekle yetindi.
Başbakan’dan Sansür talimatı
Başbakan Erdoğan’ın televizyon ve gazeteleri arayarak ‘sansür’ talimatı verdiğine ilişkin ses kayıtları geçtiğimiz haftalarda internet sitelerine düştü. Bunlara göre Erdoğan, televizyona, gazeteye atadığı hükümet komiseri aracılığıyla söz konusu kurumların yayınlarına doğrudan müdahale ediyordu. İddia kendisine soruldu. Telefon konuşmalarını doğruladı ancak ‘kendisine yönelik hakaret’ olduğu gerekçesiyle yayınlara müdahale ettiğini savundu. Halbuki sansürlenmesi istenen şey, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Gezi olayları sebebiyle yaptığı ve bir televizyon kanalında alt yazı olarak geçen bir açıklamaydı. Bahçeli, olayların çığırından çıktığını belirterek Cumhurbaşkanı’nı göreve çağırıyordu.
Gezi olayları sırasında başta Başbakan olmak üzere iktidar kanadının en fazla kullandığı olaylardan biri de Kabataş İskelesi’nde bir başörtülü ‘bacımıza’ yönelik yapılan saldırıydı. İlk olarak Başbakan’ın gündeme getirdiği olay daha sonra yandaş medya tarafından köpürtüldü. İddiaya göre deri eldivenli, üzeri çıplak ve kafalarında bandana takılı 60-70 kişilik bir grup Z.D. isimli kadını linç etmişti. Ayrıca ‘bacımızın’ yanında bulunan 6 aylık bebeği de yerlerde sürüklenmişti! Ancak aylar sonra ortaya çıkan görüntülerde kadına hiç kimsenin fiili bir saldırıda bulunmadığı ortaya çıktı. Olaydan 5 gün sonra alındığı ortaya çıkan Adli Tıp raporu da ‘linç’ iddialarını yalanlıyordu. Raporda kadının dizinin arka tarafında çizik, morluk olduğu aktarılıyordu. Yerlerde sürüklenen birinin sadece dizinin arka tarafında çizik ve morarma olması inanılacak gibi değildi! Gezi eylemleri sırasında ‘Görüntüler elimizde’ diyenler bugün ‘Görüntüye ne gerek var’ savunması yapıyor. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçtur.
Yüzde 50’nin medyası olmasın mı?
Yolsuzluk soruşturması, iktidarın medyayı nasıl ele geçirdiğini de ortaya koydu. İnternete sızan ve mahkeme kararıyla yapılan tapeler, kirli ilişkiler ağını deşifre etti. Buna göre, Başbakan, atv ve Sabah’ın alımı için dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı görevlendirmişti. Binali Yıldırım’ın ise ‘bazı’ işadamlarını toplayıp bu medya grubunun alınması gerektiğini belirterek, her birinden değişik meblağlarda para talep ettiği iddia edilmişti. Toplanan para 630 milyon TL olarak kayıtlara geçti. Aynı işadamlarına devlet bankalarından da kredi açıldı. Bu krediler ise devletten alınan ihalelerle ödeniyordu. Başbakan’ın her konuşmasının 14 televizyon kanalında canlı yayınlanması, en az 8 gazetede manşet olması yetmiyor anlaşılan ki birileri, ‘Efendim yüzde 50’nin medyası olmasın mı!’ diyebildi. Olsun tabii ki… Ancak bu, devlet malı birilerine peşkeş çekilerek, işadamlarından ihale karşılığı para toplanarak yapılmasın…
Hani bu polisler paraleldi!
Yolsuzluk soruşturmasının ardından 7 bin polis ‘paralel yapının’ elemanı oldukları iddiasıyla ve hiçbir somut gerekçe gösterilmeksizin görevden alındı. Ancak bir polis memuru hakkında bile soruşturma açılmadı, açılamadı. Sadece bu bile ‘paralel devlet’ iddiasının temelsiz ve dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Kaldı ki, Başbakan ve oğlu arasında geçtiği iddia edilen görüşmede Bilal Erdoğan’ın “Babacığım ama güncel olarak herhalde takip altındayız. Görüntülü de takip ediyorlarmış.” sözü üzerine, Başbakan’ın, “Doğrudur, şimdi işte İstanbul’da Emniyet’te bazı şeyler şu anda yaptık.” ifadesi, yer değiştirmelerin sebebini paralel yapı değil, yolsuzluk iddialarının üzerini örtmek olduğunu tartışmaya gerek olmayacak şekilde ortaya koyuyor.
Başbakan’dan dershane itirafı
İktidar, dershanelerle ilgili düzenlemesini ‘eğitimde reform’ olarak sundu. Öyle bir reformdu ki bu, sektörün en rantabl çalışan kurumları kanunla kapatılacaktı! Haftalarca, “Dönüşün, öğrenci başına teşvik verelim. Öğretmenlerinizi alalım.” dediler. Dönüşebilecek dershanelerin oranının yüzde 5 olduğu gerçeği göz ardı edildi. Peki sonra ne oldu? Dershane tasarısından ‘öğrenci başına teşvik’ maddesi çıkarıldı. Ayrıca öğretmen alımına da kıstaslar getirildi. Sadece 6 yıl çalışmış olanların ‘mülakatla’ alınacağı belirtildi. Yasayla bütün il milli eğitim müdürleri görevden alınacaktı. 100 bin kişiyi etkileyecek bir ‘kadrolaşma’dan bahsediyoruz. Ve nihayet Başbakan’dan bir itiraf geldi. 25 Şubat 2014’te, grup konuşmasında dershanelerin paralel yapıyla mücadele için kapatıldığını söyledi. İşte o ifadeler: “Bu iş artık masamızın üzerinden kalksın. Çünkü bunun içinde de paralel yapının farklı hesapları vardı. Bu hesabın da bir an önce bozulması gerekiyordu.”
Konuşmayayım mı babacığım!
Başbakan ve oğluna ait olduğu ileri sürülen ses kaydı gündeme bomba gibi düşmüştü. 24 Şubat’ta internette yayınlanan tapelerde Başbakan olduğu iddia edilen kişi, Bilal Erdoğan olduğu savunulan muhatabına ‘evdeki paraları elden çıkarması’ talimatını veriyordu. Ayrıca, ‘amcada, eniştede, abide’ olan paraların da ‘halledilmesini’ istiyordu. Erdoğan, milyon Euro’ları telefonda açık açık söyleyen oğlunu, “Bunları açık konuşma. Dinleniyorsun.” diyerek de uyarmayı ihmal etmedi. Başbakan, tapeleri ‘dublaj’ ve ‘montaj’ olarak yorumladı. “O ses bana ait değil. Ben o tarihte ve o saatte oğlumla asla konuşmadım.” diyemedi. Daha sonra da “Kriptolu telefonu bile dinlemişler.” diyerek konuşmaları kabul etti. Hukuk ve demokrasinin egemen olduğu hiç bir ülkede bu konuşmayı yapan bir Başbakan, görevde kalamaz.
O tweet’i atmayacaktın!
Today’s Zaman’ın Azeri uyruklu muhabiri Mahir Zeynalov, hükümeti eleştiren bir tweet attığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı kararıyla sınır dışı edildi. Twit sebebiyle sınır dışı edildiğine dair belge Today’s Zaman’da yayınladı. Yetkililer, Zeynalov’un ikamet tezkeresinin süresinin 31 Aralık 2013’te bittiğini savundu. Halbuki Zeynalov, 30 Aralık’ta Emniyet Müdürlüğü’ne uzatma işlemleri için başvurmuş ve kendisine 10 Mart tarihi için randevu verilmişti. Dolayısıyla bu tarihe kadar oturma izni vardı. Devlet inanılmaz bir şey daha yaptı ve Zeynalov’un sınır dışı edildiği gün, 7 Şubat’ta yeni bir belge üretti! Bu belgede ise diğerinin aksine muhabirin ‘kaçak’ olduğu savunuldu.
BAŞSAVCILIK: DELİLLERİ İMHA EDİN!
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Emniyet Müdürlüğü’nden 15 Aralık sonrası yapılan dinleme ve fiziki takip işlemlerinin bitirilmesi ve evrakların imha edilmesini talep ettiği ortaya çıktı. 8 Ocak 2014’te gönderilen yazının altında soruşturmaya sonradan atanan üç savcının imzası vardı. Söz konusu talimat, Başbakan ve oğlunun 17 Aralık’taki konuşma kayıtlarının ‘delil’ olmaktan çıkması anlamına geliyordu. Başsavcılığın, ‘delilleri imha edin’ dediği bir ülkede hukuktan, demokrasiden söz edilebilir mi?