İşte son günlerin gündemi en fazla meşgul eden konusu "Taksim Gezi Parkı Olayları" ile ilgili akademik bakış açısıyla ele alınan yazı:
Taksim’de 31 Mayıs’ta ortaya çıkan Gezi Parkı gösterilerinin üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Gösterilerin ikinci günü polisin Taksim Meydanı’nı boşaltmasıyla Gezi Park’ına giren göstericiler, meydana çıkan yollarda kurdukları barikatlarla Taksim’i trafiğe kapatmış oldu. Bu süreçte gösteriler, başta Ankara, İzmir, Adana ve Antakya olmak üzere ülkenin çeşitli illerine de sıçrarken, polis, gösterici ve olayla ilgili ilgisiz çok sayıda vatandaş yaralandı. Eylemin en sakin yeri olan Taksim Gezi Parkı ise, farklı görüşlerden kitlelerin akın ederek, kurdukları çadırlarıyla adeta bir komün hayatı yaşamaya başladığı bir yer olarak dikkatleri çekmektedir. Gezi Parkı’nda yaşananlar, Alain Touraine’in ifadesiyle, bundan böyle sınıfsal bir eksende değil, kimlik bazlı kültürel eksende cereyan edeceği öngörülen “yeni toplumsal hareketlerin” Türkiye ölçeğinde bir tezahürü olarak nitelendirilebilir.
Gezi Parkı eylemlerinde, Şerif Mardin’in de ifade etmiş olduğu gibi, Türkiye’de “merkez” ile “çevre” arasında Cumhuriyetten günümüze devam eden çatışma ekseninin bir uzantısını, gözlemlemek de mümkündür. 2002 senesinden bugüne demokratik seçimler yoluyla halkın önemli bir bölümünün desteğini alarak iktidar olan ve ülkenin, gerek ekonomik kalkınma ve refahı, gerekse demokratikleşmesi noktasında tarihi mücadeleler veren AK Parti, içinde bulunduğumuz süreçte, özellikle Başbakan Erdoğan’a yönelik “despot” ve “diktatör” gibi yakıştırmaların hedefi haline geldi. Başbakan'ı her ne kadar “demokratik taleplere açık olduğunu” ifade etse ve Türkiye’deki faşist ve anti-demokratik yapılara karşı on yıldır bir mücadele sürdürdüklerini hatırlatmış olsa dahi, Gezi Parkı olayları çerçevesinde yalnızlaşması sonucu, yurt içi ve yurtdışı basının ağır suçlamalarına maruz kalmaktadır.
Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesine yönelik çevreci bir hassasiyetle ortaya çıkan eylemlerin, Erdoğan’ın da işaret ettiği gibi CHP’nin hükümeti devirmek gibi fırsatçı bir çabasıyla sürdürülmesi noktasında kitlelerin, adeta 28 Şubat dönemini andırırcasına mobilize edilmesi ve isyana sevkedilmesi, Şerif Mardin’in öne sürmüş olduğu merkez-çevre ilişkisinin yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Türkiye’de demokrasi tarihinde adeta bir milat olan 2002 seçimleriyle iktidara gelerek, Cumhuriyet tarihi boyunca ezilmiş, dışlanmış ve ötekileştirici söylemlere maruz kalmış “çevre” kitlenin “merkez”e taşınması sonucu merkezin imtiyazlarını kaybetmesi üzerine giriştiği tepkisellik, Gezi Parkı eylemlerinde kendini ifade imkanı bulmuştur.
Gezi Parkı eylemlerinde ortaya çıkan kitlesel hareket, Türkiye siyasetinde muhalefetin durumu hakkında da fikir verici olmuştur. Başta anamuhalefet partisi CHP’nin çaresizliği, kitleleri seslerini yükseltebilmeleri için devreye girmeye mecbur bırakmıştır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Taksim’deki göstericiler arasında karışması onun, siyaseten bitişini ve bir siyasi lider olarak çaresizliğini göstermektedir. Ayrıca kutuplaştırıcı ve Fransız tipi militan laiklik anlayışını savunan CHP ideolojisinin de sona erdiği, Gezi Parkı eylemlerinin ortaya koyduğu bir diğer sonuçtur.
Muhalefetin diğer unsurlarına göz atıldığında, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin partisinin menfaati için en isabetli karar veren lider olarak sivrildiği söylenebilir. Bahçeli bir siyasi lider olarak, küresel güçlerin istedikleri zaman manipüle edemeyecekleri ve Türkiye’deki merkez-çevre çatışmasının bir öğesi haline getiremeyecekleri bir lider olarak öne çıkmıştır. BDP de nispeten içinde bulunduğumuz barış sürecinde sağduyulu bir siyasi parti olarak davranmayı başarmıştır. BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’dan yaptığı açıklamalarla tabanının herhangi bir şekilde ulusalcı reflekslerle motive edilen gösterici kitlesinin yanında bulunmayacağını vurgulamış, bu sayede barış sürecinin planlandığı gibi devam etmesi yolunda hükümete karşı samimi bir mesaj iletmiştir. Gezi Parkı protestosunun çevreci çıkış noktasından itibaren aktif olarak alanda bulunan BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ifade ettiği gibi “CHP, ambülans arkasına takılan fırsatçı bir taksi” misali çevreci motivasyonlarla ortaya çıkmış protesto hareketinden kendince pay kapmayı hedeflerken, bu olayı hükümete karşı bir komplo haline getirmek isteyenleri uyarmıştır.
Diğer taraftan bakıldığında dış basın, “Taksim”i adeta bir “Tahrir” şeklinde niyetli bir okumayla popüler hale getirerek, küresel aktörlerin Erdoğan’a yönelik, daha ileri gitmemesi, aksi halde ülkeyi istedikleri zaman karıştırabilecekleri yönünde bir mesajı da iletmiş olmaktadır. Bununla birlikte dış basında gözlemlenebilen haberler, küresel güçlerin, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde kurucu aktör olarak rol üstlenmesi karşısında da tehdit içeren bir mesaj vermeyı hedeflediği sonucuna varmak da mümkündür. Bu doğrultuda “merkez” - “çevre” ilişkisi dahilinde imtiyazını kaybetmiş olan yerel unsurların, Erdoğan’ın karizmatik liderliğinden rahatsızlık duymaya başlayan küresel güçlerle görünmez bir ittifak içinde olduğu gözlemlenmektedir.
Tam bu noktada, Erdoğan’ın karizmatik bir lider oluşu onun, Gezi Parkı olaylarında herhangi bir geri adım atmamasına da sebep olmuştur. Erdoğan’ın bu konuda geri adım atması, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında Erdoğan’ın karizmatik liderliğini sarsarak yeniden imtiyaz elde etmeyi amaçlayan gruplar için müjdeli bir başlangıç olabilirdi. Bu nedenle başbakan Erdoğan’ın, Bülent Arınç üzerinden olayları soğutmaya çalışması doğru bir strateji olmuştur.
Kuşkusuz Erdoğan’ın, İstanbul’un bir sorununu kendi sorunu olarak ele alması ve meseleyi kişiselleştirmesi, onun İstanbul kentine yönelik sevgisini gözler önüne sermekle beraber, siyasi olarak rasyonel bir strateji olduğu söylenemez.
Erdoğan’ın İstanbul’a dair bir meseleyi kişiselleştirmesi, belediyenin sorunlarının iktidarın sorunu haline gelmesi sonucunu doğurmuştur. Erdoğan, başbakan olarak sorunu üstlenince yerel yönetimler çaresiz kalmış ve olayların büyümesinin önüne geçilememiştir. Bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın, bir sonraki dönem için belediye başkanlığının da sıkıntıya girdiği tespitinden bulunmak mümkündür. Artık Erdoğan’ın, AK Parti tabanının kenetleneceği bir isme İstanbul için yol vermesi kuvvetle muhtemeldir. İstanbul adayının kim olacağı, daha da önem kazanırken, Erdoğan’ın bu aşamadan sonra yüzde ellilik parti tabanını kenetlendirip, yerel ve genel seçimlerde sonuç almaya gitmesi doğru bir ikna stratejisi olacaktır.
Gezi Parkı olaylarıyla, AK Parti’de 3 dönem seçildikten sonra bir dönem ara verme şeklinde tüzüğün değişmesi yönünde adımları da imkanlı hale getireceği bir ortam açılmış bulunmaktadır. Özellikle partinin önde gelenlerinin, ülkenin içinde bulunduğu geçiş sürecinde gerek partinin gerekse Türkiye’nin küresel güçler ve imtiyazını kaybeden merkez tarafından köşeye sıkıştırılarak tahrip edilmesi ihtimalini düşünerek, parti tüzüğünün üç dönem milletvekili adayı olabilme şartının değişmesine yönelik irade beyan edecekleri ortadadır. Siyaset dışında kalmak istemeyen parti içi isimlerin, söz konusu geçiş döneminde bir süre daha siyasette kalma ve bu sayede istikrarı koruyarak ülkeyi ve partiyi tehlikeye atmama noktasındaki talepleri, Gezi Parkı olaylarının iç siyasette doğurabileceği sonuçlardan bir diğeri olarak karşımıza çıkmaktadır.
İç siyaset bağlamında değerlendirildiğinde, Gezi Parkı olaylarına çıkış noktası teşkil eden çevreci hassasiyeti de, demokratik bir talep olarak dikkate almak gerekmektedir. Türkiye’nin gökdelenlerden, AVM’lerden ve kültürel mirasımızı yansıtmayan devasa beton yığınlarından çok, parklara ve yeşil alanlara ihtiyacı vardır. Parklar ve yeşil alanlar, yalnızca dinlenmek ve gezmek için değildir. Bunlar aynı zamanda kitlelerin deşarj olması, rahatlaması, vicdani sesini verebilmesi ve bu anlamda kamusal alanın önemli bir parçası olarak sosyal bir işlev görmesi içindir. İstanbul gibi tarihi ve kültürel mirası oldukça zengin olan kentimizde bu yapılmadığı vakit sokaklar, insanların enerji patlamasını gerçekleştirdikleri yerler haline dönüşebilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde, devasa binalar yapan müteahhitler kadar iyi parklar ve yeşil alanlar yapan peyzajcılara, çevreci müteahhitlere ve belediyelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Olayların Türkiye siyasetine doğurmuş olduğu sonuçlardan biri de kültürel alanda göze çarpmaktadır. Küresel güçler ve olayları hükümet aleyhine fırsata çevirmeye çalışan dahili unsurlar bir yana, Gezi Parkı’nda toplanan kitleler farklı sınıf, ideoloji, din, mezhep, cinsel tercih, yaşam tarzı ve kültürel aidiyetlerin bir araya gelerek tek ses olmasına yol açmıştır. Bir araya gelen gruplar hükümetin kamusal alana gittikçe daha müdahil olmasına yönelik eleştirilerini dile getirmişler, AK Parti’nin halka ait olan mekan, yaşam tarzları, inanç veya inançsızlıklara karışmayarak, her görüşten insanın bir arada barış içerisinde yaşayacağı bir ülkeyi yönetmesini ve gücünü bu yönde değerlendirmesini talep etmişlerdir.
Gezi Parkı’nda toplanan kitlede gözlemlenebildiği haliyle, Sünnilerle Alevilerin, Kürtlerle Türklerin, hatta ve hatta İstanbul’un üç büyük takımının ezeli rekabet içinde olan taraftarlarının bir araya gelmesi insanların, farklı düşüncelere sahip olsalar da evrensel insan hakları çerçevesinde birbirlerinin haklarını koruyabilecekleri sinyalini vermiştir.
Gezi Parkı olayları, Türkiye’de “parti” odaklı değil, “sorun” odaklı bir siyasi zemin güç kazanmakta olduğunu göstermiştir. İdeolojik zeminde hareket eden marjinal gruplar dışında halk, sorunlarını çözebilecek kapasitedeki siyasi oluşumlara destek çıkmaktadır. AK Parti’nin 2002 senesinden günümüze dek devam ettirdiği başarı çıtasının göstergesi de, Erdoğan’ın sıklıkla vurguladığı gibi “halka efendi olmaya değil, halkın hizmetkarı olmaya yönelik” politikalardır. AK Parti, içinde bulunduğumuz süreçte, halkı kutuplaştırarak yönetmekten ziyade, meşru dayanağı bulunan talepleri dikkate alarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecine kaldığı yerden devam edecek adımları atmalıdır.
Sonuç olarak, Gezi Parkı olayları göstermiştir ki iktidarın oluşumunda etkin olan toplumsal paydaşlar önemlidir ve ülkenin demokratikleşme, huzur ve refahında her zaman desteklerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Gezi Park’ının yaratmış olduğu olumlu ruhtan yararlanılmalı, Gezi Parkı’ndaki demokratik talepler, hükümeti zor duruma sokmak isteyen şiddet olaylarından ayrıştırılmalıdır. Özellikle çevreci bir protestoyu fırsat bilerek AK Parti’yi köşeye sıkıştırmayı hedefleyen provokasyon odakları iyi tespit edilmeli, bunların yerli ve yabancı destekçileri adalete teslim edilip yargı sürecine başvurulmalıdır. Şayet hükümet, Gezi Parkı olayları vesilesiyle sahnelenen kötü niyetli oyunu belgeleriyle ortaya koyup, meselenin AK Parti’yi ve dolayısıyla Türkiye’yi batırma amacı güttüğünü kamuoyuna etkili ve ikna edici bir şekilde açıklayabilirse, Erdoğan’ın da Cumhurbaşkanlığı’na giden süreçte yolu son derece açık olacak, çok daha büyük bir halk desteğiyle siyaseten etkinliğini sürdürecek ve Türkiye, ekonomik ve toplumsal reform ekseninde ortaya konan 2023 vizyonuna emin adımlarla ilerleyecektir.