KÜSKÜNLERİN ‘BAHANESİ’ OLARAK ULUSALCILIK..
‘Mümtaz’ ulusalcı
Anayasa profesörünün iddia ettiği gibi ‘Tanklar sokağa çıkmadığı sürece ‘
etiket' title='darbe haberleri'>darbe girişiminde’ bulunmak şuç değilse’ hepimizin bahanesi var demektir.
Taraf yazarı
Yıldıray Oğur’un ‘darbeyi önlemeye yönelik girişimlerin hukuki’ niteliği konusundaki yorumundan çıkan tartışmada ‘
militan demokratlık’ anlayışı sorgulanmıştı.Bu tartışmada ‘mümtaz’ hocamızın önermesine atıfta bulunduğumuzda Yıldıray Oğur, hemen
beraat etmese bile ‘suç sayılmayan ve hayata geçemeyen darbe girişimini önleme girişiminden’ dolayı,
sanal duruşmasından,en azından iyi hali ve demokratlığı göz önünde bulundurularak ‘
tahliye olmuş’ oluyor, hem de Gata’ya gitmeden…’Hukukun Üstünlüğü’ kozunu kullanmaya çalışanlar .28
Şubat savunması için ‘
demokrasinin kendini koruma refleksi, bahane olarak önümüze konmamış mıydı?
Bu tür ‘ihtilalci veya komitacı vatanseverlik’ iddiaları bugün de
Ergenekon davasının önünde bir ‘kutsal bahane’ olarak barikat oluşturuyor.
Bahaneler gerçeklikten değil mecburiyetten doğarlar.Çaresizlik,köşeye sıkışmışlık ya da kızgınlığın ürünü olarak ortaya çıkar.
Kemalist milliyetçiliğin bir varyantı olarak ortaya çıkan ‘ulusalcılık’ tam da böyle bir ‘ontolojik bahanenin’ arkasına sığınarak direnmeye çalışıyor.
OYUNDAN KOP(ARIL)MANIN ‘BAHANESİ’..
Kurulu düzen
soğuk savaş yılları boyunca ‘milliyetçiliği’ mevcut halin korunup kollanması adına gizliden gizliye hem
teşvik etti hem de kontrolden çıkmaması için denetledi. 1980 sonrasında ise ‘soğuk savaşın’ bitişi her şeyi değiştirdi.Kendisini çağdaş/Batıcı olarak tanımlayan/takdim eden Kemalist elit dünyada yeni değerlerin ve dolayısıyla yeni aktörlerin ortaya çıktığını kabul etmek istemedi.
Batı’nın kendisine biçtiği ‘periferik’
ülke olarak ‘sınır karakolu’ olma görevi anlamını yitirmese bile yeni meziyetler ve ödevlerlerle yeniden tanımlanıyordu.
Küreselleşmeye
gönüllü ya da metazori olarak katılmak zorundaydı.
Bu kez
halkın gündelik
yaşam/zaman imkanlarına tepeden müdahil ve denetçi olarak ‘paralel evrenlerinden’ katılan elitler, mevzilerinin ve inandırıcılıklarının elden gittiğini fark ettiler.Oyundan kop(arıl)mışlardı.Batılı değerler,demokrasi,küreselleşme diyen bir ‘halkla’ yüzleştiklerinde hayal kırıklıkları derinleşti ve onları ‘küskünler’ olarak bloklaşmaya,cepheleşmeye itti.
İngiliz tarih felsefecisi Edward Hallet Carr’ın yıllar önce ‘
Milliyetçilik ve Sonrası’ adlı kitabında yaptığı bir değerlendirmeyi hatırlamak gerekiyor; “ Modern bir
İspanyol yazar (Ortega y.Gasset ) … çağdaş milliyetçiliğin “yeni bir şeyi, daha büyük bir girişimi yaratma gerekliliğinden kaçmanın bir bahanesi” haline geldiği, bir başka deyişle kendi içinde bir amaç halini aldığı için başarısız kaldığını bekliyordu.”
Kemalist milliyetçiliğin küreselleşme sonrası ortaya çıkan varyantı olarak Ulusalcılık, yenilenmenin, demokratikleşmenin, özgürleşmenin muhalefeti adına sürdürülen direncin ve tarihten kopuşun, yani ‘bahanenin’ adıdır.
ULUSALCILIK: YALNIZ VE KÜÇÜK TÜRKİYE!
Ulusalcılık, zihinsel kalıpları itibariyle güçlü bir zemin bulamadığından dolayı esasında ideolojik değil ütopik bir dilin üzerinden kendini inşa etmeye en azından tutunmaya çalışıyor. Biraz
Kadro hareketinin solculuğu biraz Kemalist ‘Ülkü’ dergisinin sağcılığının reprodüksiyonu olarak kurgulanan ‘Kızılelma koalisyonu’, dün olsaydı Batı’cı olabilecekken, bugün ‘oyundan çıkarıldıkları’ ya da ‘yeteneksizliklerinden dolayı’ uyum sağlayamadıkları jeopolitik çerçeveye taş atmaya çalışıyor.Ulusların milliyetçilikleri hele de az gelişmiş ülkelerse ya irredantalist (yayılmacılık) ya da izolasyonist (içe kapanmacılık) olarak tezahür eder.1922 yılında
Türkiye’deki işgallerinde başarısız olan Venizelos ve siyasi ekibine karşı mücadele eden bir parti belki de tarihte az rastlanır bir sloganla seçimi kazanmıştı; “Küçük ve mutlu
Yunanistan’ istiyoruz.”
Naif,romantik ve barışçı bir talep olarak görülen bu sürecin sonunda dünyadan uzaklaşan Yunanistan’ın ‘Albaylar Cuntası’nın darbe duvarına çarpması kaçınılmaz olacaktı.Bugün ‘Tam
bağımsızlık’, ‘Ne ABD,Ne AB’, sloganları ya da bir partinin kuruluş bildirisinde yer alan ifadeyle genel ulusalcı tavrı açığa çıkaran ’11
Kasım 1938’e geri döneceğiz’ ideali bu türden bir ‘küskünlerin
iktidar aygıtını ele geçirdiği bir ‘yalnız ve
küçük Türkiye’ türü bir ütopyayı akla getiriyor.
‘Ulusalcılık’ ya ‘milli ‘ sözcüğünü duyunca hemen cüzdanınızı koruyun’ diyordu
Ahmet Altan.Milli sermayeyi korumak iddiası aslında ulusalcılığa hayat veren
ekonomik karargahların elden çıkmasına engel olma girişimiydi.’Yalnız ve küçük Türkiye’nin’ jakoben bir militarist burjuvazisi olmalı, vatanseverliklerini mükafatı olarak ‘konforlu ve muteber’olarak görevlerini daha doğrusu, kutsal hizmetlerini sürdürmelilerdi.Şirketlerde aslında hiçbir iş yapmadan,etiket olsun diye ayda yılda bir kez toplanıp çay-
kahve içen ama ‘huzur hakkı’ parası alanlar vardır.Ulusalcılar küreselleşme karşıtı olacak ama
rant getiren bu ‘huzur hakkı’ndan da hiç vazgeçmeyeceklerdi. Vesayetin özü ve ödülü ‘huzur hakkı’nda gizliydi.
MÜHENDİSLİK TUTMADI TAHLİYE EDELİM!
Ekranda
CHP’nin siyasi vizyonun ne olması gerektiğini anlatan bir anket şirketinin başkanını dinlerken şaşırdım.Yaptığı araştırmalarla CHP’nin bu politikalarla yüksek oylar almasının mümkün olmadığını anlatırken bir yandan da sözü
Çanakkale savaşına getirmeyi
ihmal etmedi.Çanakkale savaşından okumuş bir nesli kaybederek çıktığımızı,
Cumhuriyet’in bu okumuş nesli yeniden yarattığını dolayısıyla CHP’nin ‘okumuşların’ temsilcisi olarak aynı minvalde yola devam etmesi gerektiğini anlattı.Halk, ona göre, (tabi kibar kelimelerle ima etti) cahildi,bir gün gelecek okumuş insanlara ‘sen neden hala bu partiye oy veriyorsun’ diye soracak,bilinçlenecek ve o da CHP’ye oy kullanacaktı.CHP hakikati savunuyordu,tarihin merkezinde ç
akılı kalabilirdi.Ben bu anket uzmanının şahsında ‘elitizmin’ nasıl bir körlüğe neden olduğunu bir kez daha anladım.İşte ‘toplumsal mühendislik’ artık tutmadığı için ulusalcılık bu ‘halktan’ umudunu kesmiştir.
Nazilere akıl hocalığı da yapan ‘demokrasi karşıtı’ ama seçkin bir filozof olan Carl Schmitt’in, ünlü ‘Siyasal Kavramı’ adlı kitabındaki talihsiz değerlendirmesi bir saptama değil, tahliye önerisidir ve ‘ulusalcılar için de’ vardıkları ve tükendikleri uçurumu işaret eder;
“Eğer bir halk siyasal varoluşun gerektirdiği çaba ve risklerden korkuyorsa, onun yerine bu yükü taşıyacak, bu halkı ‘dış düşmana karşı’ koruyacak ve böylece siyasi egemenliği ele geçirecek bir halk mutlaka bulunur.Bu durumda koruyucu halk koruma ve itaat arasındaki ebedi ilişkiye dayanarak düşmanın kim olduğunu
tayin edecektir.”
Halkı topyekün tahliye etmekten başka bir ‘bahaneniz’ yoksa artık halk sizi
tasfiye ediyor bilesiniz!
ORHAN OĞUZ GÜRBÜZ - TARAF