Terör saldırıları bu ayrışma için
toplumsal çatışmayı körüklüyor. Peki, ne kadar başarılı olabilir?
Giresunlu Eda ile Vanlı Mehmet, hayatlarını birleştiren yüz binlerce Türk-
Kürt çiftten sadece biri. Evliliklerinde 3 yılı geride bırakan çift şimdiye kadar herhangi bir problem yaşamamış. Ancak son günlerde toplumda yükselen ve belirli odaklar tarafından pompalanan Türk-Kürt çatışmasından tedirginler. İkisi de temelsiz bir ‘problemin’ zorla oluşturulmaya çalışıldığını düşünüyor çünkü. İnsanları sırf nesepleri sebebiyle tehlikeli ilan etmenin mantığını kavrayamayan Eda, “Bunun varacağı
kaos ortamını hesaplamak gerek.” diyor. Eşinin kaygısını vurucu bir soruyla
destekliyor Mehmet: “Sanki tüm
Kürtler PKK’ya ya da genel itibariyle
teröre destek veriyor gibi bir hava oluşturuluyor. Kürtlerin geneline şiddet uygulanırsa terör bitecek diyelim. Peki, bizim gibi evli çiftler ne yapacak?”
Eda ve Mehmet’in evliliği,
Türkiye’nin kültürel zenginliğini ve Türk-Kürt kaynaşmasını gözler önüne seriyor aslında. Ancak kimileri için bu kültürel zenginlik aynı zamanda bir ayrıştırmayı da barındırıyor kendi içinde. Nitekim,
Ramazan Bayramı öncesi 13 asker ve 12 vatandaşımızın şehit edilmesiyle başlayan, ardından
AK Parti hükümetinin sınır dışı
operasyon için
Meclis’ten izin almasıyla devam eden,
Dağlıca’da 12 askerimizin PKK terör
örgütü tarafından haince tuzağa düşürülmesiyle zirveye çıkan sürecin sonunda yaşanan vahim olaylar, bu gerçeğin hiç de ihmale gelmeyecek önemli bir olgu olduğunu gösteriyor. “Terörü Tel’in” mitingleriyle ortaya çıkan toplumsal tepkilerin bir süre sonra münferit de olsa kaygı verici olaylara dönüşmesi, bazı illerde masum Kürt vatandaşlara yönelik eş zamanlı saldırıların yapılması, geçmişte yaşanan acı olayları gündeme taşıdı yeniden.
Prof. Dr.
Nevzat Tarhan, meydana gelen son olayların göründüğü kadar basit olmadığını belirterek, “Bir kere önceki yıllardaki tepkiler saman alevi gibi anlıktı. Son dönemlerdekilerse daha kalıcı etkiye sahip. Tepkilerin provokatif görünümü ve farklı noktalarda eş zamanlı başlaması da ‘Acaba tek merkezden mi yönetiliyor?’ sorusunu akla getiriyor.” diyor.
Gazeteci-yazar
Ali Bulaç da aynı kanaatte. 12
Eylül öncesi süreci hatırlatıyor: “Her gün onlarca kişinin canına mal olan kavgalar her ne hikmetse
darbe günü bir daha yaşanmamak üzere kesilmişti. Satır aralarını iyi okumalı.”
Yazar Ali Bulaç,
Ekim ayındaki süreci de, 22 Temmuz öncesi sandıkta beklenen neticeyi vermeyen laik-antilaik çatışmasının yerine Türk-Kürt ekseninde yeni senaryolar üretildiği şeklinde değerlendiriyor.
TÜRK-KÜRT ÇATIŞMASI DİĞER KAOS ALANLARINDAN DAHA TEHLİKELİ
Şüphesiz bu analizin arkasında tarihî tecrübe var.
Osmanlı Devleti’nin siyasî, iktisadî, coğrafî mirasını devralan Türkiye
Cumhuriyeti’ne selefinin emanetlerinden biri de toplumsal çeşitlilikti. Gündelik hayatta farklılıkları zenginlik addeden vatandaşlar arasında 6-7 Eylül hadiseleri diye bilenen olaylara kadar kitlesel kargaşalar yaşanmadı. 1970-80 yılları arasında ideolojik temelli sağ-sol kamplaşması Türkiye’de büyük acılara sebep oldu.
Kahramanmaraş,
Çorum gibi şehirlerde Alevî-Sünnî farklılığı körüklendi. 1980’lerin ortalarında başlayan PKK terörü ise Kürt-Türk çatışmasının zemini gibi algılandı. Ancak şimdiye kadar korkulan olmadı. Halkın sağduyulu yaklaşımı, çatışma potansiyelinin kuvveden fiile geçmesini engelledi.
Ali Bulaç’a göre Türkiye’de farklı alanlarda ayrışma noktası var. Bunlardan biri de toplumsal. Bünyesinde Alevî-Sünnî, laik-antilaik ve Kürt-Türk ikilemlerini barındırıyor. İlk ikisine nazaran üçüncüsünün alevlendirilmesi çok ciddi tehlikelerle sonuçlanabilir. Irka dayalı ayrımın fertleri dar bir alana hapsettiğini vurgulayan Bulaç’a göre, dinî akide temelli Alevî-Sünnî ve ideolojik eksenli laik-antilaik çatışma alanları tercihle doğru orantılı Bulaç’a göre. Bir Alevînin Sünnî itikadına geçmesi ya da laik bireyin antilaik düşünmeye başlaması mümkün. Oysa bu durum, üçüncü grupta mümkün değil.
Gazeteci-yazar
Mehmet Metiner’e göre, söz konusu çatışmayı fitilleyenler sadece PKK taraftarları değil. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini istemeyenlerin, ülkenin gelişmesine karşı çıkanların, seçimle iktidara gelemeyeceklerine inananların da payı var bunda. PKK’nın,
batı illerindeki Kürt nüfusa yönelik nefret algısını kaşıdığını belirterek, “Etnik milliyetçi bir bakış açısının gelişmesi, kaçınılmaz şekilde Kürt vatandaşlarımızı PKK’nın yanına itecektir.” diyor.
TÜRK-KÜRT BİRLİKTELİĞİ SAĞLAM TEMELLERE SAHİPTİR KOLAY KOLAY PARÇALANAMAZ
Eski bakanlardan
Hasan Celal Güzel, BBP Genel Başkanı
Muhsin Yazıcıoğlu, MHP
Grup Başkan Vekili Oktay Vural gibi deneyimli politikacılarla Türk Ocakları Genel Başkanı
Nuri Gürgür’ün değerlendirmeleri ise dikkate değer: “Kürt-Türk birlikteliği tarihî temelli ve sağlam bir kaynaşmanın eseridir. Kolay kolay parçalanmaz; ama bu tamamen kopmayacak gibi davranmayı da gerektirmez. Ortak hassasiyetler ön plana çıkarılmalı.”
Peki bu nasıl olacak? Elbette kamuoyu oluşturma gücüne sahip medya vasıtasıyla.
Hasan Celal Güzel’e göre yazılı ve görsel medyanın yayınları tutarlı değil. Marjinal odakların
reyting kaygısıyla hareket ediyor çünkü. Terörü tel’in mitinglerinin medyaya aksediş şekline temkinli yaklaşan eski bakana göre, belirli güç odaklarına ve dış dünyaya birlik mesajı verebilecek bu yürüyüşler, münferit hadiseler sebebiyle gölgeleniyor. Hatta asker üniforması giydirilmiş, ellerine
silah verilmiş çocukların görüntüleri tehlikeli bir gidişatı işaret ediyor.
Benzer bir eleştiriyi
psikolog Nevzat Tarhan da yapıyor. Çocukların, ileride Kürt denilince fiilî tepki göstermenin tabii karşılanacağı bir atmosfere sürüklendiğini belirterek, “Bütün bu çıkışlar, sıradan Kürtlerin dahi kendi dünyalarına çekilmesine ve mahcubiyet duygusuna kapılmasına ortam hazırlıyor.” diyor.
ORTAK NOKTALAR ÖNE ÇIKARILMALI
Muhtemel Türk-Kürt çatışmasını arzulayanların önünde ‘ortak payda’ başlığı altında toplanan değerler hâlâ dimdik ayakta duruyor. Aynı coğrafyada uzun yıllardır devam eden birliktelik, kültür alışverişi, diğerini keskin çizgilerle ötekileştirmeme önemli kazanımlar. En önemlisi de dinî değerler. Türk’ü de Kürt’ü de aynı safta namaza durunca aralarındaki önyargıları kolayca bertaraf edebiliyor. Mehmet Metiner’in analizi de bu yönde: “Farklılıklarla bir arada yaşama adına dinin kaynaştırıcılığı çok önemli. Din olmasa Türkiye
Yugoslavya’ya dönerdi. Din birlikteliğin çimentosudur.”
Sosyolog Abdurrahman Aslan’a göre resmî tarih Kürt meselesine “
isyan” perspektifinden bakıyor. Mesele hemen etnik temele indirgeniyor. Oysa Kürtlerin etnik kökenli fikri benimsemesi büyük oranda sekülerleşmesini doğuruyor. Bu ise çoğunluğun tasvip etmediği bir durum: “Cumhuriyet’in ilk yıllarında başta Şeyh Said hadisesi olmak üzere birçok mesele, ‘Kürt İsyanı’ diye lanse edildi. Oysa merkezde dine yönelik diye algılanan gelişmeler vardı. Tepkinin sebebi buydu.” Bu anlamda toplum genelinde dine ve dinî kanaat önderlerine yönelik faaliyet alanları genişletilirse sorunun çözümü yönünde önemli bir adım atılmış olabilir. Bu konuda önemli bir
teklif ise Prof. Tarhan’dan geliyor. Ona göre
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) dine karşı duruyormuş gibi algılanmasının önüne geçilmeli. TSK,
halkın nabzını çok iyi tutmalı.
Abdurrahman Aslan’ın yaptığı bir
açılım ise çok önemli.
Avrupa Birliği sürecinde azınlıklara tanınan haklardan faydalanarak anadilde yayın, dil kursları gibi kazanımlar Kürtlerin ülkeye bağlılığını daha da artırdı. Gereksiz yere yıllarca halkın elinden alınan hakların geri verilmesi, PKK’nın taban bulmasını zorlaştırıyor. Peki, hakların bir haddi yok mu? Aslan’a göre eğitim ve dil hakkı buna paralel dinî yaşayıştaki
özgürlükler bu noktadaki sınırı belirliyor. Halihazırda Kürtlerin PKK’dan kaynaklanan bir ezikliği yaşadığını belirten Aslan, “Ama bu suçluluk psikolojisinden kaynaklanan bir eziklik değil. Aksine baskıdan kaynaklanan bir geri çekilme. Bu sebeple asıl
açılımı Türkler yapmalı.” diyor.
Marksist bir örgüt olarak PKK’nın halkın geneli tarafından desteklenmediğini hatırlatan Aslan’a göre örgüt en zirve noktasında dahi ülkeyi bölecek potansiyele sahip değildi. Çünkü fikriyatını şekillendiren Marksist ideoloji halk genelinde itibar görmedi. Aynı durum Türkiye’deki Kürtlerin
Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel
e devlete katılacağı endişesi için de geçerli. Aslan’ın görüşü Barzanî-Talabanî çizgisinin laik bir yönetimden yana olduğu şeklinde. Dolayısıyla güneydoğuda yaşayan halkın onlarla aynı çizgide buluşması o kadar da kolay değil.
KİTLESEL SALDIRILARIN ZEMİNİ YOK
25 Ekim 1993 tarihinde,
Erzurum Çat ilçesi Yavi köyünde PKK’nın yaptığı katliamdan sonra galeyana gelen halk, doğulu vatandaşların ikamet ettiği Mahallebaşı semtine yürüdü.
Polis ve askerin önlemede güçlük çekmesi üzerine dönemin valisi,
merhum Naim Hoca’dan halkı yatıştırması konusunda ricada bulundu. Halk, Naim Hoca’nın birlik ve beraberlik çağrısıyla yatıştı. Geçtiğimiz yıllarda
Trabzon,
Bozüyük,
Eskişehir ve
Sakarya’da bazı hadiseler meydana geldi. Son
terör olayları sebebiyle
Bursa’da marketlerin camları kırıldı ve bazı marketler yağmalandı.
Mersin’de Kürt vatandaşların yaşadığı bir mahallede silahlar patladı.
Diyarbakır’a giden bir
otobüs,
Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde durduruldu. BBP Genel Başkanı
Muhsin Yazıcıoğlu’na göre,
terörle mücadele edilirken cerrah misali hassas davranılmalı.
Masum Kürt vatandaşları, teröre bulaşanlardan ayıracak hassasiyet gösterilmeli.
Dükkan taşlamayı asıl amaçtan sapma diye tanımlayan MHP Grup
Başkanvekili Oktay Vural ise haklılıkların uç kesimlerin ayrımıyla korunması gerektiğini düşünüyor.
PARADİGMA DEĞİŞİYOR MU?
Türkiye’de bugüne kadar 29 Kürt isyanı yaşandığını yazıyor kaynaklar. Kürtlerin özgürlük ve hak talepleri sistemli bir şekilde 1840’ta Botan Beyi Bedirhan’la başlıyor. Sadece
Atatürk döneminde 16 isyan olduğu biliniyor. 1970’lerin ortasına kadar demokratik bir mecrada ilerleyen Kürt hareketleri, 1978’de Diyarbakır’ın
Lice ilçesine bağlı Fis köyünde Abdullah
Öcalan’ın başkanlığında kurulan PKK
terör örgütü ile yeni bir döneme girdi.
12 Eylül ihtilalinde zemin kaybeden PKK ilk
eylemini 1984’te
Şırnak Eruh’ta yaptı. Örgüt 1990’larda faaliyetlerini hızlandırdı. Öcalan’ın 16
Şubat 1998’de yakalanmasının ardından, 1999-2004 arası sözde
ateşkes dönemi yaşandı.
Kuzey Irak’taki himaye alanı örgütün bu tarihten sonra eylem dozunu da şeklini de değiştirdi: Uzaktan kumandalı mayınlar,
intihar bombacıları ve
karakol baskınları...
Peki bugün durum nedir?
Ali Bayramoğlu’na göre PKK’nın ve Pan-Kürdist’lerin asıl amacı, Türkiye’deki Kürt Meselesini
Ortadoğu’ya yayıp uluslararası bir hüviyet kazandırmak. Çözüm ise ülkedeki kutuplaşmayı önlemekten geçiyor. Mehmet Metiner’e göre eğer devlet gerçek anlamda bir çözüm isteseydi, sorun bugüne taşınmazdı, karşımızda devasa bir terör sorunu olmazdı. Gazeteci-yazar Oral Çalışlar da, “Devlet, AK Parti’nin son yıllardaki bazı yaklaşımları dışında Kürt meselesini, sadece bir terör sorunu çerçevesinde ele aldı. Oysa
Kürt sorunu, terör sorunu değil.” diyor. AK Parti hükümetinin terör sorunu ile Kürt sorununun farklı ele alınması gerektiği yönündeki yaklaşımı bu noktada önemli. Meselenin şiddet kullanılarak çözülemeyeceğine işaret eden Oral Çalışlar, “Siz barışçıl çözüm ararsanız barışçıl karşılık bulursunuz. Herkesi aynı kefeye koyup düşman ilan ederseniz bu sorun çözülmez. Bir format değişimine gitmek lazım.” diyor. Ancak son gelişmeler Çalışlar’ı doğrular nitelikte değil. 1991’de SHP ile birlikte Meclis’e giren DEP milletvekilleri, yaptıkları
Kürtçe yeminle adeta bu süreci tıkamıştı. Yaklaşık 15 yıl sonra yeniden Meclis’e girme şansı yakaladılar; ancak ilk başlarda verdikleri fotoğrafın aksine giderek terör örgütü PKK’nın çizgisine kayarak radikalleştiler. Diyarbakır’daki son kongre de gösterdi ki DTP, Öcalan’ın siyasi tezleri üzerinden hareket ediyor. Bu durumun farkına varan
bölge halkının 22 Temmuz’daki seçimlerde AK Parti’ye oy vermesi de gösteriyor ki bu konuda yeni paradigmalara ihtiyaç var.
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretinde ‘Kürt sorunu’nu dile getirmesi, seçimlerde AK Parti’nin DTP kalelerini ele geçirmesi, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün ilk gezisini bölgeye yapması bunun ilk işaretleri sayılabilir aslında.
AKSİYON