Türkiye böyle skandal görmedi, yine bir ‘terör örgütü’ hezeyanı…

Bu haftanın ülke gündemine oturan en önemli konularından biri, Ankara C. Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu’nun 30 il emniyet müdürlüğüne gönderilen yazılı talimatıydı.

Türkiye böyle skandal görmedi, yine bir ‘terör örgütü’ hezeyanı…

Bu talimatın medyada yayınlanmasından sonra kamuoyunda büyük bir tartışma başladı. Emekli hakim-savcılar, avukatlar, yazarlar, sivil toplum kuruluşları, siyasiler gibi birçok kesimden tepkiler geldi. Hukukçu milletvekilleri de çeşitli açıklamalar yaptılar. Anayasa Komisyonu Üyesi Atilla Kart bu yazının tamamen “terör şüphelisi oluşturmaya yönelik” bir faaliyet olduğunu söyledi. Sezgin Tanrıkulu “talimatın kanunsuz emir” niteliğinde olduğunu ve yerine getirilmeden iadesi gerektiğini ifade etti. Oktay Vural “hayır ya da eğitimle ilgili çalışmalarda bulunan kişileri terör örgütü ilan etme” çabası dedi. Bu tepki ve tartışmaların odağı şuydu: Söz konusu talimatla sivil karakterli bir camiadan silahlı terör örgütü çıkartılmaya çalışılıyordu. Fakat “terör örgütü” nedir? Bunun üzerinde durulmadı. Dolayısıyla biz de bu yazıda, esasen bir kitap kapsamında olan “terör örgütü”nün ne olup olmadığını kısaca değerlendireceğiz. Bunun için önce biraz geçmişe döneceğiz. Zira tartışmalar 28 Şubat dönemiyle karşılaştırmalı olarak devam ediyor. O dönemde de Hocaefendi ve camia aleyhinde karalama kampanyası medya organları eliyle yürütülüyordu. Sonra da bu yazılar, kitaplar, delil diye Gülen aleyhindeki soruşturma/dava dosyasına konuluyordu. Sözde camiadan ayrılmış imamlar, öğrenciler medyada konuşturuluyor, ardından savcılığa veya ahkemeye gidip tanıklık yapıyordu. “Cemaatin şirketleri, vakıfları, okulları, yayın organları…” diye fişlemeler yapılıyor ve bu kuruluşlar da terör örgütüne dahil ediliyordu. Adeta o gün yapılanlar bir kılavuz kitap haline getirilmiş bugün de ondan bilistifade aynen uygulanıyordu. Savcı Nuh Mete Yüksel de o zaman 80 il emniyet müdürlüklerine tamim edilen yazılı talimat ile benzer bir işleme imza atmıştı. O da bu talimatın sonucundan “Fethullah Gülen terör örgütü” çıkarma peşindeydi. Ancak bir yandan terör örgütü iddiasında bulunurken diğer yandan iddianamede “Fethullah Gülen grubunun legal yollarla hareket ettiği, demokratik kuralları kullandığı” şeklindeki ifadeleri tam bir hukuk skandalıydı. Savcı hukuk dünyasına yeni bir kavram kazandırmıştı: “Legal demokratik terör örgütü”! Ancak 80 il emniyet müdürlüğünden gelen cevaplarda terör örgütü bulunamamıştı. Bilakis gelen cevaplarda camia “terör örgütü” değil, “Fethullah Gülen Grubu” olarak nitelendiriliyordu. Grubun faaliyetlerinin “yasal zeminlerde yürtüldüğü”, “eğitim faaliyetleri içinde bulunduğu”, “bugüne değin suç ve suç unsuruna, yasadışı herhangi bir faaliyete rastlanmadığı” bildiriliyordu. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı tarafından dosyaya gönderilen yazıda da “Fethullah Gülen Grubu”ndan nitelemesi yapılıyor ve fakat hiçbir terör faaliyetinden bahsedilmiyordu.

Peki o halde terör nedir? Terör örgütünün nitelikleri nelerdir?

“Terör suçu” 1991 yılında yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile iç hukuka dahil olmuştur. Yasanın “genel gerekçe”sinde bu kanunun çıkarılma amacı bir yandan şiddeti vasıta edinmiş terörizmle mücadele ederken, diğer taraftan şiddeti benimsemeyen düşüncelerin örgütlenebilmesi hürriyetini kısıtlayıcı hükümlerde de iyileştirici düzenlemeler yapmak” olarak belirtilmiştir.  

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda 1. ve 7. maddelerde terör, terör örgütü, terörün amacı ve suçun unsurları ortaya konulmuştur.

Yasanın 1. maddesinde terör eylemlerinin amacı “Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak” olarak belirtilmiştir.

Ayrıca, terörden bahsedebilmek için suç teşkil eden eylemlerin “baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit” yöntemlerinden biriyle gerçekleştirilmesi gerekir.

Suç teşkil eden bir eylemin terör örgütünün eylemleri kapsamında değerlendirilebilmesi için, yukarıda belirtilen amaç ve araçların yanı sıra mutlaka “cebir ve şiddet kullanılarak” işlenmesi gereklidir.

3713 sayılı TMK’da olduğu gibi, uluslararası belgeler ile çalışmalarda da terör eylemlerinde ortak olan unsur “şiddet” kullanılmasıdır.

Milletlerarası Ceza Hukukunun Birleştirilmesine Dair Varşova, Paris, Madrid ve Kopenhag konferanslarında terörizm tanımlamalarında temel unsur “şiddet” uygulaması olarak kabul edilmiştir. Cenevre Sözleşmesi’nin nihai metninde 1. madde 2. fıkrada “bu sözleşmede kullanılan terör eylemlerinden maksat, belirli kişilere veya bir grup kişiye veya tüm topluma dehşet saçmayı amaçlayan veya dehşet yaratacağı tahmin edilen, devleti hedef alan cürüm niteliğindeki fiillerdir” denilmiştir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın çalışmalarında da terörizm; “insan hayatını tehlikeye sokan veya insan hayatına mal olan veya temel özgürlüklere halel getiren şiddet eylemleri” şeklinde ifade edilmiştir.

Bir “terör eylemi” veya bir “terör örgütü”nden bahsedebilmek için yapılacak suç niteliğindeki eylemlerle kamu düzeninin esaslı bir şekilde bozulması veya bozulmasının amaçlanması gerekir. Ülkenin en azından bir bölümünde günlük hayatın felce uğraması, normal günlük yaşantının devam ettirilememesi halinde bir terör eyleminden bahsedilebilir.

Bu açılardan bakıldığında Muhterem Fethullah Gülen’in anayasal haklar çerçevesinde; din ve vicdan, düşünce ve kanaatlerini ifade ve yayma özgürlüklerini kullanarak yaptığı veya yapacağı fikrî veya sosyal çalışmaların bir terör örgütü kapsamına sokulmaya çalışılmasının, Türk hukuku ve uluslararası hukuk tarafından kabul görmesi mümkün değildir.

Aynı şekilde gönüllü kişiler tarafından anayasal özgürlükler çerçevesinde gerçekleştirilen sivil karakterli vakıf, dernek, eğitim ya da ticarî faaliyetlerin terör örgütü kapsamına alınmaya çalışılması evrensel hukukî normlarını yok saymak anlamına geleceği açıktır.

Hizmet camiası geçmişte terör örgütü kapsamına alınmaya çalışıldı, olmadı. Zira bu camiadan bir tek kişinin dahi şiddeti benimsediği, cebir ve şiddet kullanarak “…siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmeye, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmaya…” yönelik eylemler içinde olduğu ortaya konulamadı. Hatta maksatlı kişiler dışında bana göre böyle bir şey iddia dahi edilmedi. Nasıl edilebilirdi ki? Örneğin iktidar partisinin milletvekilleri dahil, bugün örgüt kapsamına alınmaya çalışılan okullara, dershanelere öğrenci gönderenlerden bir tek kişi dahi “baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit” yöntemleri nedeniyle bu kurumlara çocuklarını kaydettirdiğini söyledi mi? Veya çocuklarının eğitim süresi içinde baskı veya tehdit gördüğünü ileri süren bir kişi duydunuz mu? Yardım kuruluşlarının faaliyetlerine bir kişi baskı veya tehditle katıldığını veya maddî yardımda bulunduğunu söyledi mi? Bankaya bir kişi baskıyla para yatırdı mı? Tehditle bir kişi gazete satın aldı mı?

Oysa bir terör örgütünün varlığından bahsedebilmek için, önce devletin temel düzenlerini cebir ve şiddet yöntemlerine dayanan eylemlerle yıkmak amacını taşıyan bir yapılanmanın varlığı ortaya konulması gerekir. Bu terör örgütünün “baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit” yöntemlerinin uygulandığına ilişkin somut eylemlerin kanıtlarıyla ispat edilmesi gerekir. Çünkü ancak terör yöntemlerini uygulayan bir yapılanmanın bizatihi varlığı halk üzerinde, bir manevî cebir veya baskı oluşturabilir.

Burada manevî cebir konusunu, 2003 yılında Ankara DGM’de sunduğumuz savunmayı tekrar ederek örneklemek isteriz: “Bir dönemler ülkemizde şu manzaraları hatırlarız : Köylerde ve kentlerde büyük katliamlar yapılmış, evler yakılmış, gençler çocuklar kaçırılarak örgüte militan toplanmış, köyler boşaltılmıştır. Ülkenin batısı dahil, şehir merkezlerinde suikastlar, bombalama eylemleri, adam kaçırmalar, tehditle örgüte çeşitli yardımlar toplanması gibi eylemler gerçekleştirilmiştir. Ülkenin belli bir kesiminde seyahat özgürlüğü engellenmiş, yollar kesilmiş, yolcular öldürülmüştür. Eğitim kurumları belli bölgelerde tamamen kapanmış, öğretmenler öldürülmüş, öğrenciler derslere sokulmamış, okullar yakılmıştır. Devlet dairelerine intihar saldırıları dahil çeşitli saldırılar düzenlenmiştir. Bu eylemlerden doğan korku ve endişe ile toplum üzerinde manevî bir cebir oluşmuştur. İnsanlar  örgütün her an kendisine, ailesine zarar verebileceği endişesini taşımaktadır. Örgütün ‘köyünü terk et’ beyanıyla köyler boşaltılmıştır, ‘yarın dükkanlar açılmayacak’ beyanıyla, bir ilçenin bütün dükkanları kapanmış, ‘derse girilmeyecek’ beyanıyla okullar boşaltılmıştır.

Dava dosyamızda varlığı iddia olunan bu örgüt nerede, ne zaman, kimlere karşı, hangi yöntemlerle manevî cebir oluşturmuştur? Bu manevî cebirin somut örnekleri var mıdır? Varsa nelerdir? Bu örgütün korkusundan halk yerleşim yerlerini mi boşaltmıştır? Yola çıkmaktan, seyahat etmekten mi vazgeçmiştir? Esnaf dükkanlarını mı açamamıştır? Öğrenciler okullarına mı gidememiştir? Öğretmenler tayin edildikleri okullara gitmekten mi vazgeçmiştir? Ne iddianamede ne de tüm yargılama boyunca manevî cebirin nerede, kimlere karşı ve ne surette gerçekleştiğine dair somut hiçbir bilgi ortaya konamamıştır. Yapılan yargılamada böyle bir terör örgütünün olmadığı ortaya çıktığı gibi, manevî cebirin de soyut bir iddiadan ibaret olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.”

AV. ORHAN ERDEMLİ - ZAMAN
<< Önceki Haber Türkiye böyle skandal görmedi, yine bir ‘terör örgütü’... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER