Yok böyle bir rekabet dünyada
Türkiye, her sene üç beş 'medya savaşı' yaşıyor. Son zamanlarda medyatik meydan muharebelerinin sayısı bir hayli arttı. Hatta bazen haftada birkaç savaşa şahit olmaya başladık.
Bir açıdan b
akıldığında rahatlıkla şöyle demek mümkün: Bu gidişat hayra alâmet değil.
Medyası bu kadar gergin olan bir ülkenin gündemi bir türlü dingin olamaz. Başka bir açıdan da bakılabilir meseleye ve denebilir ki;
toplumdaki değişime paralel bir şekilde medyada da sancılı bir değişim yaşanıyor. Bu
gelişim, daha dün denecek kadar kısa bir süre önce kesin hükümranlık yaşayanları huzursuz ediyor. Her neyse... Belli ki sancılı bir dönemden geçiliyor, taşlar yerine oturana kadar
tansiyon bir yükselecek, bir düşecek.
Mazeretlerin gölgesine sığınarak şu gerçeği göz ardı edemeyiz: Medya rekabetleri dünyanın hiçbir ülkesinde bizimkine benzer bir tarzda yapılmıyor. Tamam, her yerde rekabet sıkı, kapışma büyük ama bizdeki kadar şaibeli, bizdeki kadar kuralsız
kavga hiçbir yerde yapılmıyor. "Kavgada
yumruk sayılmaz" diye maskelenen bir acımasız kör dövüşünde ne galip belli oluyor ne de mağlup.
Bizde kavga, dünyadaki meslektaşlarımızın aklına gelemeyecek (!) bir tarzda yapılıyor. Amerika'da, İngiltere'de, Almanya'da medya grupları arasında kıran kırana bir mücadeledir sürüp gidiyor. Ama hiçbiri bizdeki kadar bel altı hamlelerle yürütülmüyor. Ya dünya medyası büyük bir beceriksizlik sergiliyor ya da bizdekilerin gözü fena halde kararmış.
Vatandaşına ülkesini zindan eden zihniyet
Türkiye, daha geçen haftalarda
Turkcell'in Mustafa adlı filme
sponsor olmamasını tartışmıştı. Yeri göğü inleten atışmaların özünde sponsorluk değil; bunun haber yapılma tarzı vardı. Bazı gazeteler, Turkcell'e yüklenen haberlere, "Çünkü Turkcell bu gazetelere reklam vermiyor, o yüzden bu konu allanıp pullanıyor ve şirket yıpratma kampanyasına dönüşüyor" diyerek tepki göstermişti. Bu itirazların ardından herkes eteklerindekini bir kez daha döktü ve 'şantajcı gazetecilik' tartışmasıyla haftayı ihya etti (!) Türk basını. Tam Turkcell tartışması küllenmişti ki
Hürriyet,
Star Gazetesi sahibi
Ethem Sancak ile ilgili
manşetler atmaya başladı. Ethem Bey'in "üç senedir boşanamadığı eşi"nin "
Ergenekon avukatı" olarak çalıştığı ifade ediliyor ve Star'daki Ergenekon haberlerine göndermeler yapılıyordu. Star da boş durmadı tabii ki. Şamil Tayyar'ın yazısı sürmanşetteydi. Ve Doğan Grubu'na Ergenekon iddianamesi üzerinden keskin sorular yöneltiyordu. İşte tam bu noktada dananın kuyruğu koptu ve bir ilk yaşandı;
Hürriyet Gazetesi muhtıra benzeri bir metin yayınladı.
Gazetenin birinci sayfasından imzasız yayınlanan yazının başlığı bile öfkeyi yeterince anlatıyordu. "Cüce,
yandaş ve besleme" diye başlık atılır mı? Türkiye'de atılıyor işte. Dünyada imzasız yazılara ortak akıl yazıları gözüyle bakılır; o makalelerden herkes istifade etmeye çalışır. Öylesine derin ve araştırılmış yazılar neşredilir ki, başta hükümetler olmak üzere konuyla ilgili makamlar bu tür imzasız yazılardan kendilerine
ders çıkarmak zorunda hisseder. Ne var ki Hürriyet gibi çok önemli bir kitle gazetesinde kırk yılda bir yayınlanan bu imzasız yazı, çok sert hatta hakaretamiz bir hava yansıtıyordu. Oysa Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök, daha birkaç gün önce yaftalama konusunda Zaman'ın reklamından etkilendiğini ve yaftalama konusunda daha dikkatli olunması gerektiğini yazmıştı. Gerçi o keskin yazıda isim zikredilmiyordu, ama Star Gazetesi'nin sert cevabı üzerine kaleme alındığı belliydi ve sıkça genellemeler yapılıyordu. Nitekim Star geç kalmadı ve
bildiriye bildiriyle karşılık verdi.
14
Kasım günü yayınladığı bildiride Star, "Mahallenin şantajcısı" diyor ve Hürriyet'e misliyle
cevap veriyordu. "Mahallenin kabadayılarına da, köşe başlarını tutmuş tinercilerine de
boyun eğmeyeceğiz" denilen yazıda, tartışmaya yeni boyutlar getiriliyordu. İmzasız yazının en can alıcı kısmı şuydu sanırım: "İnanıyoruz ki Türk medyasına
adalet gelecek. Önce tirajlar, reytingler şeffaflaşacak, ardından da yalan ve çarpıtma üzerine kurulan haksız paylaşımlar rekabete uygun, piyasa dengelerine yaraşır bir seviyeye gelecek. Pazar payının beş katı reklam pastasının üzerine oturma düzeni de mutlaka bitecek."
Ne tuhaftır ki bu ülkede yeryüzünde emsali görülmemiş hadiseler yaşanıyor. Gece yarısı askerler bildiri yayımlamıştı; bu eylemin adı tarihe 'e-muhtıra' diye geçti. Türk demokrasisi onu savuşturdu; bu sefer de karşımıza yargının demokrasiye müdahalesi çıktı; buna da 'y-muhtıra' denildi. Şimdi de gazeteler sert mesajlar yayınlıyor birinci sayfalarında; sanırım buna da 'g-muhtıra' diyeceğiz. Yalnız bu seferki muhtıra,
rakip gazeteye; hatta onun üzerinden siyasete ve
halka veriliyor. Bu mudur rekabette varılan son nokta? Bu mudur dünyada örneği olmayan Türk gazetecilik dehasının (!) son harikası?
Medyada rekabet kaçınılmaz; ancak rekabet habercilikte olmalı, yorumculukta olmalı... Her yerde bu böyledir; ama Türkiye'deki rekabet, dünyadakinin aksine, kalite yarışı üzerine yapılmıyor. Üstelik Türk medyasının kadim bir hastalığı daha var: Kendini toplum mühendisliğine memur sayıyor. O yüzden de siyaseti şekillendirmek, hatta inançlara yön vermek, kültürel etkileşimi bizzat yönetmek istiyor. İktidarları alaşağı etme hakkını kendinde görebiliyor, seçmeni aşağılayabiliyor, Meclis'i küçümseyebiliyor... Hele bir de asker-
sivil ilişkisi gibi en çetrefilli bir konuya balıklama dalmışsa medya; hele bir de din gibi çok hassas bir konuda kendine tepeden bakma hakkı tanımışsa... Maalesef kavga iki grup arasında kalmamaktadır; vatandaşı da konuya taraf yapmaktadır.
Abartmıyorum; bizdeki rekabet modeli, ülkeyi vatandaşına zindan ediyor. Bu köhne anlayıştan vazgeçilmedikçe medya kendine gelemez; bu bir. İkincisi, medya, dünya standartlarına uygun bir rekabet atmosferi oluşturmaz ve zalim bir üslupla kavgayı sürdürürse artık kavga istemeyen halk, hırçın ruhları
tasfiye edecek. Bu akıbet kaçınılmaz. Çünkü Türkiye'nin, dünya standartlarında gazetelere ihtiyacı var; artık o malum kavga üslubuyla gemiyi yürütmek imkânsız...
EKREM DUMANLI-ZAMAN