Emekli
Yargıtay
Savcısı
Ahmet Gündel’e göre, yargı cumhurbaşkanlığı
seçimlerinden sonra ‘düşmeyen
kalelerden’ biri. Yargı
organlarının açıklamaları eskisinden sert ya da sık değil. Sadece artık amaçlanan yönde fazla bir etki yapmıyor.
Danıştay geçtiğimiz haftalarda PETKİM’in özelleştirilmesi kararını "kamu yararı" bulunmadığı gerekçesiyle 14’e karşı 15 oyla reddetti. Oylardaki bölünme de teşkil edecek niteliği taşıyan bu kararın ne kadar tartışmalı olduğunu ortaya koyuyordu. Üzerinden birkaç gün geçmişti ki yine Danıştay Başkanlığı’ndan Baş
bakan’ın başörtüsü
yasağına yönelik mülahazalarını değerlendiren bir açıklama geldi. Bildiride yer alan ifadelere göre başörtüsüne
özgürlük toplumsal barışı zedelerdi.
Son yıllarda
yüksek yargı kurumlarından benzer nitelikte kararlar çıkması kimseyi şaşırtmıyor aslında. Hatta toplumsal mahiyet arz eden önemli bir olay meydana geldiğinde iki mercie; askere ve yüksek yargıya dönüyor gözler. Türk
siyasetinin yargıyla imtihanı Nuh
Mete Yüksel’le zirveye çıkmıştı.
AK Parti’nin 2002 yılında
iktidarıyla birlikte
Yargıtay, Danıştay ve
Anayasa Mahkemesi başkan ve savcılarını ekranlarda daha sık görür olduk. Yüksek yargı mensupları adlî yıl açılışı,
kuruluş yıldönümü gibi vesileleri hiç kaçırmıyor artık. Kimileri yüksek yargı mensuplarının kameralar önünde ‘tirad’ okumasını yargı bağımsızlığının
tehlikede olmasına bağlıyor. Yargıtay’da 20 yıl görev yapan
emekli savcı Ahmet Gündel ise Türk yargısının ‘ciddi şekilde’ bağımsız olduğunu söylüyor.
-Siyaset ile yargı arasında neler oluyor?
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Deniz
Baykal’ın da söylediği gibi hakikaten kaleler vardı. Seçimle işbaşına gelenlerin dışında kalan bazı anayasal kurumların
CHP gibi düşünenlerin kalesi hâline geldiği ne dair ciddi kaygılar vardı. Halk çoğunluğu ve onların oluşturduğu siyasi iktidarlar karşısında belli kesimlerin anayasal kurumlarda oluşturduğu bloklar vardı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bu kurumlar anayasa ve yasalarda kendilerine verilen görevleri yapar hâle gelmeye başladı. Bu dönüşümün arkasında hükümetle birlikte hukuk devleti,
demokrasi,
insan hakları gibi kavramlarda buluşmaya başlayan geniş bir
sivil toplum kitlesi var. Toplum nezdindeki bu mutabakat parlamentoya da yansıdı.
-Kaleler düştü yani…Birtakım kurumlar geçmişte ideolojik birliktelik içindeydi. Aslında üzerlerinde toplumsal herhangi bir ayrışma olmayan Atatürkçülük ve
laiklik kavramları etrafında hareket ediyor ve uyumlu bir
politika izliyorlardı. Bir dönem
cumhurbaşkanı da katıldı aralarına.
Harp okulu töreninde ‘laiklik bugün hiç olmadığı kadar tehlike altında’ dedi. Arkasından
Genelkurmay’ın, yüksek yargının ve sivil toplum kuruluşlarının beyanları geldi. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bu yönde bir kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Bugün de aynı birlikteliği devam ettirmek istiyorlar. Ama kurumların en azından bir kısmının normal işlevine dönmesi, demokrasinin yanında yer alan sivil toplum örgütlerinin ve aydınların etkinliğinin hissedilir bir biçimde artması,
halkın bilinçlenmesi sebebiyle artık eskisi kadar gündemi belirleyip istedikleri noktaya taşıyamıyorlar. Yüksek yargı organlarının açıklamaları eskisinden daha sert ya da sık değil aslında. Sadece bu tür söylemler artık dikkat çekiyor. Daha önce birlikte hareket ettikleri kurumlar aradan çekildi, yargı artık bütün tepkilere tek başına muhatap oluyor.
-Yargının bu tutumunun meşru zemini var mı?
Yargı, Anayasa ve yasalarla belirlenen kendi görev alanından çıkıp toplumsal ve siyasal değerlendirmeler yapmaya başladığında toplumun önemli bir kesiminin değerleri ile karşı karşıya kalıyor. Böyle hareket ettiğinizde
doğal olarak bir kesimle birlikte
ittifak etmiş, diğer bir kesimin değer ve düşüncelerine aykırı davranmış oluyorsunuz.
Türkiye’de olan bu.
Askerin ve yüksek yargının siyasi alana girme yetkisi yok. Anayasal kuruluşların, görevlerinin dışına çıkarak açıklama ve eylemlere girişmesi meşru zemin dışındadır. Bu asker için de yüksek yargı için de böyledir. Hatta askerî ceza yasasında her kademedeki asker için siyasi beyanda bulunma yasağı ve bunun için açık cezai düzenlemeler vardır.
-
Kamuoyunda yargının tarafsızlığını yitirdiğine dair bir kanaat oluşmuş durumda. Bu haklı bir hüküm mü sizce?
Yüksek yargı ya da onun bir bölümü, toplumdan bu kadar oy alarak seçilen hükümete düşman gözüyle bakıyor. Bunun en açık örneğini tavır, davranış ve kararlarıyla Danıştay veriyor. Maalesef bugün Danıştay muhalefet partisi gibi hareket ediyor. Başkanı ve başsavcısı hükümet mensuplarına adeta düşmanca yaklaşıyor.
Hâkim ve savcı
adaylarının nasıl seçileceği Hâkim ve Savcılar Kanununda belirlenmiş. Buna uygun yönetmelikler çıkarılmış. Mevcut hükümete de ait değil bu düzenlemeler.
Adalet Bakanlığı yeni kurulacak istinaf
mahkemelerinde ortaya çıkacak ihtiyacı da gözeterek yeni hâkim ve savcı adayların alınmasını istiyor. Ama buna ilişkin tasarruflar engelleniyor. Danıştay daha önce aksi yönde verdiği kararlara rağmen Adalet Bakanlığı’nın elini kolunu bağladı. Hâlbuki aynı yasa ve yönetmelikler geçmişte de uygulandı. Hikmet
Sami Türk,
Mehmet Moğultay,
Seyfi Oktay, Oltan Sungurlu döneminde de bu mesele zaman zaman gündeme geldi ama Danıştay’dan farklı kararlar çıktı. Bütün bu tabloya baktığımızda yüksek yargının açık bir şekilde, seçimle iş başına gelen kendileri gibi anayasal bir kuruluş olan, onun düşüncesine ve uygulamalarına karşı bir cephe aldığını görüyoruz. İşte yargının tarafsızlığını yitirdiği yönündeki algılama kamuoyunda böyle oluşuyor.
Barolar Birliği’nin hukuk adına objektif davranarak böyle bir cepheleşmeye karşı çıkmasını bekliyorsunuz; ama onlar da bu bloklaşmaya taraf olarak katılıyor.
YARGI KENDİ İÇİNDE SİYASALLAŞTI
-Bu gerilime siyasetin sebep olduğu, yargının bağımsızlığına müdahale edildiği gibi bir iddia var.
Bugün Türk yargısı ciddi bir şekilde bağımsızdır. Bazı eksikler, yapılması gereken düzenlemeler elbette var; ama yargı dışarıya yani siyasete ve kendisinin dışında onu etkileyecek olgulara karşı bağımsız. Siyasi iktidar yerel kademelerden yüksek yargıya kadar hiçbir kişi ve organı etkileyebilecek durumda değil. Bunu yargının hükümete karşı uygulamalarından da çok rahat anlayabiliriz. 367 meselesi, Danıştay’ın hâkim adaylarının alımı konusunda hükümet aleyhine ve yasalara aykırı şekilde takındığı tavır ve diğer kararlar da gösteriyor ki yargı hükümet aleyhine çok rahat karar alabiliyor. Bunda şüphe yok. Türkiye’deki sorun yargının kendi içindeki siyasallaşma.
Problem buradan kaynaklanıyor.
-Nasıl bir yapılanma bu?
Kendi içinde siyasallaşma olması için özellikle yüksek yargı içinde bir siyasal grubun olması gerekiyor. Bu yapı uzun zaman önce oluştu. Bunu yine bir anayasal kurum olan ve bazı kesimlerin kale olarak nitelendirdiği Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu (
HSYK) oluşturdu. Yargıtay’ın tüm üyelerini ve Danıştay’ın önemli sayıdaki üyesini HSYK seçer. Bu kurulun bakan ve müsteşar dışındaki üyeleri de cumhurbaşkanı tarafından atanır. Mevcut kurulun tüm üyelerini bir önceki cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer atadı. Sezer, bütün atamalarında olduğu gibi burada da ideolojik kaygılarla hareket etti. Kaleler de böyle oluştu zaten.
-Bu ideolojik
tercih yargının diğer kademelerini etkiledi mi?
Amaç buydu. Yüksek Kurul’un Yargıtay ve Danıştay’a seçtiği üyeler de yetkilerini kendi zihniyetlerindeki insanlar lehine kullandılar. Atamalarda liyakat çok az dikkate alındı. Ancak bütün yapı böyledir demek haksızlık olur. Yüksek yargı içerisinde çok değerli hukukçular var. Bugün yargıyı onlar ayakta tutuyor. Genel fotoğrafta çok görünür değiller maalesef. Yargı mensuplarının elbette siyasi görüşü olacak. Önemli olan bunu tarafsızlıklarını gölgeleyecek biçimde yansıtmaktan kaçınmaları.
-Sorun yapıdan mı, orada görev yapan insanlardan mı kaynaklanıyor?
Hem insan kaynağından hem de anayasal yapısından kaynaklanan problemleri var. Zaman zaman kamuoyunun kafasını karıştırmak için Adalet bakanı ve müsteşarı HSYK’da olduğu için kurul siyasal tasarruflarda bulunuyor deniliyor. Oysa bu iddia gerçekleri yansıtmıyor. Onların dışından Yargıtay’dan üç, Danıştay’dan iki yüksek
yargıç var orada. Sadece iki üyenin bir kurulu siyasallaştırması mümkün değil. HSYK’nın yapılanma şekli doğru değil. Kurulun bu şeklideki oluşumu yargıya
hizmet etmemiştir. Kurulun sebep verdiği sakıncalar siyasallaşma ile sınırlı değil üstelik.
-Diğer problem ne?
Danıştay ve Yargıtay üyelerinin seçiminde de HSYK üyesi 5 hâkime kontenjan verilir. Yargıtay’a mesela 30 üye seçilecekse bunların tamamına yakınını Yargıtay kökenli üç üye kendi aralarında paylaşıyor. Seçim Danıştay için yapılacaksa diğer iki üye yapıyor aday seçimini. Herkes kendine ayrılan kontenjanı dilediği gibi kullanabiliyor. İdeoloji, hemşehricilik ya da akrabalık ilişkileri gibi pek çok unsur dikkate anılıyor bu seçimlerde. Bir hâkim veya savcının çok gayret gösterip iyi bir meslekî kariyere ulaştığı için Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçilme ihtimali çok düşük. Bu, anlattığım kadar kesin ve net. HSYK üyeleri buradaki görev süreleri dolduktan sonra Yargıtay ve Danıştay’daki eski vazifelerine dönüyorlar. Orada kendilerini destekleyecek bir grup oluşturma düşüncesi de var. Kurulun yapısı onlara bu kolaylığı sağlıyor. Özeti şu: Türkiye genelindeki 8 bin küsur hâkim ve savcının kaderi bu 3 hâkimin iki dudağı arasında. İddia edildiği gibi siyasetçilerin değil. Anayasal yapılanması bu şekilde olunca HSYK’ya hem yüksek yargı çevresinden önemli bir müdahale oluyor hem de etkili kişi ve çevrelerden.
-HSYK’nın yapısındaki sorunlar pratikte karşımıza nasıl çıkıyor?
Sizin dosyanız bir şekilde Yargıtay’a gittiğinde bilmelisiniz ki çok iyi bir inceleme yapılacak ve son söz buna göre söylenecek. Ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezanızı onayacaksa ya da trilyonluk servetinizi elinizden alacaksa hakkınızı kesinlikle alabileceğinize inanmanız gerekiyor. Bu ancak o kurumlarda çok iyi hâkimlerin görev yapması ile mümkün. Sizin atama kriterleriniz meslekte yetkinlikle değil, ideolojik, hemşehricilik ya da yakınlık ilişkileri içinde şekilleniyorsa yüksek mahkemelerin karar etkinliği ve güvenilirliği zayıflar. Son sözün söylendiği mercie Türkiye’nin en iyi yetişmiş hukuk çularının getirilmesi isteniyor.
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ YARGICIN ÜSTÜNLÜĞÜ DEĞİLDİR
-Türkiye bir hâkimler devletine doğru mu gidiyor?
Türkiye’de bazı kavramlar tam anlaşılmıyor bana kalırsa. Hukukun üstünlüğü yargıcın üstünlüğü şeklinde yorumlanıyor sanki. Bu kavram meşruluğunu anayasanın üstünlüğünden alır. Çünkü anayasalar toplumsal mutabakat belgesidir. Anayasa bağlayıcıdır, herkesi, yasamayı da yürütmeyi de yargıyı da bağlar. Yüksek yargının görevleri de anayasayla belirlenmiştir. Yargının kararları ile konuşması gerekir. Yüksek yargı temsilcilerinin görev alanları dışına çıkarak yayımladığı her
bildiri, gerek uslubu gerekse içeriğiyle yargı mensuplarını ve kurumu biraz daha yıpratıyor.
-Yüksek yargı siyaset ilişkisinde kamuoyu önünde bildiri okuyan bir hâkim fotoğrafı duruyor. Bu fotoğrafın arka planı nasıl? İçeride nasıl bir görüntü var?
Kamuoyuna yapılan açıklamalarla yüksek yargı mensuplarının tümünün düşünceleri birebir aynı değil. Hiçbir zaman böyle olmadı. Açıklanan düşüncelere taban tabana zıt kanaatler taşıyan, bu tür bildirilerin yayımlanmasını istemeyen ya da bildiri içeriklerini onaylamayan çok sayıda yüksek yargıç var. Ancak dengeler o bildiriyi açıklayanlar lehine olduğu için azınlıkta kalanların buna mâni olma imkânı yok. Kamuoyunda yeknesak bir düşünce varmış gibi intiba oluşmasının sebebi bu. Yüksek yargı içinden birtakım insanların çıkıp bildiri yayımlamaları, siyasal alanlarda düşünce açıklamaları hoş değil. İçeride konuşulup tartışılıyor bu meseleler ama yanlış olduğu düşünülen bir beyana, yargıyı yıpratmamak için yine bir yanlışla, başka bir beyanla karşılık vermek istemedikleri için kamuoyunda bu tür bir kanaat oluşuyor.
-Kuvvetler ayrılığı prensibine göre yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerekiyor. Bu nedenle siyasetin yargıya müdahalesi benimsenmiyor. Şu anda tersi yönde bir tablo var Türkiye’de sanki. Yargının siyasete müdahalesi kabul edilebilir mi sizce?
Toplumsal problemleri çözme yetkisi ve sorumluluğu siyasetçidedir. Türkiye’de neredeyse 50 yıldır tartışılan ama bir türlü çözülemeyen problemler var. Her gün önümüze geliyor, tartışılıyor, huzursuzluğa sebep oluyor, toplumu bölüyor. Aynı zamanda
demokratikleşmenin önünde engel teşkil ediyor. Siyasetçilerin bu tür problemlere duyarsız kalması beklenemez. Ne zaman toplumun önünü açmak maksadıyla birtakım demokratik açılımlar yapılmak istense bunun karşısına birileri çıkıyor. En son başörtüsü meselesinde Danıştay böyle bir çıkış yaptı. Bu tavır anlaşılabilir değil. Yargının böyle bir görevi yok. Yargıyı, demokrasinin ve toplumun gelişmesinin önünde engel teşkil eden bir organ olarak gösterecek girişimlerden kaçınılmalıdır.
-Son yıllarda yüksek yargının demokrasi ve insan haklarına yönelik düzenlemelere karşı direnç göstermesini nasıl yorumluyorsunuz?
Maalesef yargı aşırı muhafazakâr bir görüntü içerisinde. Yüksek yargı statüyü muhafaza etme çabası içerisinde olan kurumların başında geliyor. Hâkimlerin önündeki aşırı
iş yükünün buna sebep olduğunu söyleyebiliriz. Yargı mensupları akşamları ve hafta sonları bile dosyalardan başını kaldıramıyor, evlerine iş götürüyor. Görevleri gereği içinde bulundukları biraz da dışarıya kapalı yapı nedeniyle dünyanın ve toplumun dönüşümünün gerisinde kalan yorumlar ve bakış açıları ortaya çıkabiliyor. Oysa dünyadaki ve Türkiye’deki değişim ve dönüşümün gözlemlenmesi, tartışılması çok önemli.
-Bu katı ve aşılmaz tavrın tek sebebi aşırı iş yükü mü?
Bir tek sebep yok elbette. Nitekim
TESEV’in yaptırdığı ve birkaç ay önce açıklanan araştırma çok net sonuçlar koymuştu ortaya. Önemli oranda hâkim ve savcı kendilerin
e devleti koruma vazifesi yüklüyor. Adeta rejim muhafızı gibi davranıyorlar. Hâlbuki hâkimlerin önlerine gelen konularda taraf olması beklenemez. Eğer bir rejim ve ya devlet muhafızlığı söz konusu olacaksa yargının tarafsızlığını ifade etmeye gerek kalmaz. Yargının tarafsızlığı ilkesi, yargıcın aynı zamanda devlete karşı da yansız olmasını gerektirir. 301’
inci madde ile ilgili tartışmalara baktığımızda yargının bakış açısını çok net görüyoruz. Görev yaptığım dönemde de benzer örnekler gördüm. Eski bazı yasalarda ifade özgürlüğünü sınırlayan maddeler vardı. 141, 142, 163 ve Terörle Mücadele Yasası’nın 8’inci maddesi yürürlükten kaldırıldı.
Millet iradesini temsil eden parlamento bazı fiilleri suç olmaktan çıkardı. Ama yargı çoğu kez benimseyemedi bu değişiklikleri. Suç olmaktan çıkarılmış olsa bile bu tür bir kısım filler başka maddelere sokularak cezalandırıldı. Devleti koruma refleksiyle yapıldı bu. Yaklaşık maddelere sokarak bu filleri cezalandırmaya devam ettiler. Yargı mensupları kendisini devleti korumakla yükümlü görüyor, fazla muhafazakâr davranıyorlar. Oysa rejimi korumak onların vazifesi değil.
-Peki nasıl aşılacak bu problemler?
Devletin birliği ve bütünlüğünü koruma, anayasal kurumlar arasında uyum sağlama görevi bulunan ve tarafgir hareket etmeyeceği varsayılan bir cumhurbaşkanı, bütün tasarruflarında ideolojik gerekçelerle hareket ederse böyle bir sonuçla karşılaşmak mukadder olur. Yapılan tasarrufların amacına uygun düşen bir sonuçla karşı karşıyayız biz.
Anayasa Mahkemesi’nde siyasi mahiyet arz eden davaların sonuçlarına baktığımızda mahkeme üyelerinin kararlarda kullandıkları oylarda bloklaştığını görüyoruz. Ahmet Necdet Sezer’in atadığı üyeler belli bir blokta, diğerleri başka bir blokta hareket ediyor. Hangi ideolojik grup ağır basıyorsa kararlar o yönde alınıyor. Siyasi düşünceleri önlerine gelen davaların kaderini etkiliyor. Yargının siyasallaşması dediğimiz olay tam da bu zaten. Hemen bugün ortadan kaldırılabilecek bir olay da değil maalesef.
Önümüzde sivil anayasa şansı var. Türkiye’de statüyü korumak isteyen insanlar azınlıkta kaldılar. Güçleri de azaldı. Türkiye hukuk devleti olma ve demokratikleşme yönünde daha şanslı artık. Çünkü bu yöndeki atılımlar eskisi kadar direnç göremeyecek. HSYK ve yüksek yargının yeniden yapılandırılması büyük önem taşıyor. Yüksek yargının şekillendirilmesinde söz sahibi olan HSYK’nın siyasi mülahazalarla yönlendirilmesine mâni olacak bir yapı getirilmesi gerekiyor. İhtilal ürünü dediğimiz 1961 Anayasası bile bugün çok ilerde. 61 Anayasasında 18 kişiden oluşan bir Yüksek Hâkimler Kurulu vardı. 6’sını Yargıtay, 6’sını birinci sınıfa ayrılmış hâkimler kendi aralarından seçiyor. Geri kalan 6 üyeyi de hâkimler ve savcılar arasından parlamento belirliyor. Sivil anayasayı hazırlayan hocaların düşüncesi buna yakın. Sanırım yeni anayasada da benzer bir
sistem öngörülecek. Ayrıca kurul kararlarına yargı yolu kapalı. Özel yapılandırılmış idari yüksek yargı merciinin HSYK kararlarını da denetlemesi, hukuk devleti açısından önemli bir adım olur.
AKSİYON