Yargıtay bildirisine 'Kezban' yorumu

Bir zamanlar vicdanlı olabilmiş insanların bu gün yaptıklarına bakıp hemen kızmamalı, anlamaya çalışmalı. Kim bilir neler yaşıyorlar!...

Yargıtay bildirisine 'Kezban' yorumu

Bulanık havanın dostları gözden kaçırılmamalı. O âlemde yaşananlar Tek Türkiye dizisinin Kezban tipinde saklı. Çünkü Kezban her yerde Kezban’dır. Sırtına yüklendiği yalan dolan argümanlarla gelip, hakikatin, doğrunun yamacına geçince çarpılır. Yargıtay muhtırası, hükümet muhtırası derken, Danıştay’ın da gerilime dâhil olduğu bir zamanda nereden çıktı bu dost muhabbeti demeyin. Dost uyarısı yapanlar artmaya başladı. Allah dostun eksikliğini göstermesin. Dost gibisi var mı? Dost kılığına bürünerek gelenleri de sezme basireti versin. Beyaz taşları pirinç zannedip, dişleri kırma gafletinden esirgesin… Bulanık havanın dostları tamı tamına beyaz taş örneğine uyuyor. Geçmişi bilinmezse nereye gitmek istediğini kestirmek zor olur. Hele bir de “Ben ne dediğine değil, ne demek istediğine bakarım. Satırların arasında gizli manaları takip ederim. Yüz hatlarını, bakışların arkasını görerek hareket ederim.” ciddiyetinde bu tür konulara kendini kaptırmışlar varsa… Bir de bunların türlü türlü renge bürünmüş, girdiği her ortamın davulunu çalmış olanları vardır. Onların “dost uyarısı” kabilinden üstüne basa basa söylediği şeylerin maksadı hemen anlaşılır. Şahsı itibariyle güven vermekten uzak olduğu için, akıllara ilk anda “sırtında kimin davulunu taşıyor?” sorusu gelir. Tokmağı iki kere indirdiği zaman, sorunun cevabı da kendiliğinden çıkar ortaya. Fazla uğraşmaya gerek kalmaz. Belli zamanlarda ihtiyaç duyulur bu tiplere ve işte o zaman meydanı doldururlar. İhtiyaç kalmayınca da kimse dönüp yüzlerine bakmaz bunların. Yani STV’nin Tek Türkiye dizisindeki muhtar ile kızı Kezban’ın hikâyesini oynarlar. Muhtarın aklı ve hilesi büyük, Kezban’ınsa çenesi düşük dili büyüktür. Birilerine mesaj ulaştırmak isteyen ya da oralarda neler olup bittiğini merak edenler hemen Kezban’ı çağırır yanına; işi bitince de azarlayıp uzaklaştırır. Kezban için çağrıldığı zamanlar önemlidir; azarları saymaz. Lafı yetiştirmenin zevki yeter ona, gerisine bakmaz. Fitne çıkmış, ortalığı fesat kaplamış, insanlar birbirine girmiş, ne ehemmiyeti var! Hatta bir de şaşırıp “Allah Allah!.. Ne oldu ki?” diyerek sütten çıkmış ak kaşık rolü oynayabilir Kezban’lar… Bu da bir insan tipi işte… Ve havayı bulandıranlar Kezban’ları bir düdükle toplayıverirler. Sonra kulaklarına bir laf üfleyip, salarlar ortalığa… Durmak, düşünmek, değerlendirip ona göre hareket etmek Kezban’ın hayatında hiç denemediği bir şey olduğu için başlar kendisine üfleneni ballandıra ballandıra anlatmaya… İkiyi dört yapar, dördü on altı… Kalağına üflenen bir cümle ile öyle şişer öyle şişer ki bir iğne ile gümleyeceğini hesap edemez hale gelir. Ağzı kulaklarında, şımarıklığın her türlüsü çizgi çizgi suratında belirirken bir de akıl oyunları yapmaya kalkar Kezban: “Bak bilirsiniz ki, ben sizi severim. Başınıza bir şey gelmesin istemem.” diyerek son numarasını da gösterir. Bir zamanlar Ebu Süfyan, ne kadar Kezban tipinde adam varsa salmış hepsini Medine’ye… Zaman Hendek Savaşı öncesini gösteriyormuş. Medine’ye ulaşan, gözlerini parlatıp, yanakları al al olmuş vaziyette ağzından tükürükler saçarak veriyormuş dehşet haberini: Mekke öyle bir ordu kurdu ki, sormayın. Bütün kabileleri topladı. Her taraftan üzerinize gelecekler. Kaçın! Kendinizi kurtarın!... İşin ilginç tarafı, bu dehşet saçan adamların beklediği bir türlü olmamış. Aksine müminlerde, imanın tezahürleri ortaya çıkıyor ve olgunluk içinde şöyle diyorlarmış: “Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir.” Aynı durum Uhud Savaşı sonrasında da çıkmış ortaya. Savaşın nihayetinde elde ettikleri başarının müminlerde nasıl bir çöküntüye sebebiyet verdiğini öğrenmek isteyen Mekke çağırmış Kezban’larını ve salmış Medine istikametine… Kırıta kırıta Medine’ye gelince bir de ne görsünler, sanki o şehitler bu evlerden çıkmamış. O acıyı bu insanlar yaşamamış. Herkes işinde, gücünde… Belki de bu fotoğraf Mekke’nin hevesini kursağında bıraktı. Küçük Bedir’e gelemediler. Küçük Bedir’in esprisi şu: “Bedir’de siz yendiniz, Uhud’da biz… Bedir’de bir kere daha buluşalım. Son raund orası olsun.” denilmişti. Hz. Peygamber ashabını alıp, Bedir’e gittiğinde Mekkelilerden eser yoktu! İşte böyle… Kezban’ların nasıl geldiği değil, nasıl döndüğü daha önemli olur bazen… Çünkü Kezban her yerde Kezban’dır. Sırtına yüklendiği yalan, dolan, saptırma türünden argümanlarla gelip, hakikatin, doğrunun yamacına geçince çarpılırlar. Yeter ki müminler mümin olsun. İmanına zulüm karıştırmasın. İhlasının ayarını korumayı başarsın… *** Bulanık havanın cilveleri sadece Kezban vakalarıyla sınırlı kalmaz. Vicdanının sesini dinleyen, yeri geldiğinde güzellikleri alkışlamayı insanlığın gereği bilenlere de bire bir ilgi başlar bu zamanlarda… Şerif Mardin Hoca’nın meşhur “mahalle baskısı” bu ilginin sonuçlarından birisiydi mesela ve o zaman kendimce bir değerlendirme yapmıştım. Mardin Hoca ilimin sınırlarını biraz zorlayarak maruz kaldığı aforozdan kurtulmak istemişti bana göre. Süreç ona da hatırlatılmıştı muhtemelen ve Hocanın ince anlayışına havale edilmişti. O da bir parça mümaşaat gösterince konu Kezban’ların marifetine havale edilmiş ve bir anda ortalık “mahalle baskısından” geçilmez hâle gelmişti. Hocaya yapılan ne baskısıydı ki “patates baskısı mı?” Aşiret mi, klan mı, site baskısı mı?... Sadece Mardin Hoca değil, medya ve üniversite camialarından olup, linç dönemlerinde objektif davranmak üzere bir kere olsun linç edilmek istenenlerin görüşüne başvuranlar da baskıyla karşı karşıya olmalı. Olmalı diyorum çünkü sonuç ortada ama sebebi tahmin etme durumunda kalıyorum. Kendileriyle konuşma imkânı bulamadım. Kendi hâllerine kalınca vicdanlarının sesini dinleyen bu insanlar son günlerde tam tersine işler yapmaya başladı. Havayı bulandırmak isteyenlerin bir kesimin üzerine boca edip, maksatlarına ulaşabilmek için ürettiği ne kadar iftira varsa hepsini tek tek sayarak bir nevi “pişmanlık bildirisi” yayınlıyorlar. Özellikle Aydın Doğan Bey’i -muhtemelen yapmak istemediği bir işe yönlendirebilmek için- presleyen yazılar kaleme alıyor, olayları çarpıtıyorlar. Bazı meslektaşlar bu durumu “Doğan grubunun Yeniçağ’laşması” olarak adlandırdılar. Bence bu isimlendirme yanlış. Ben olsam gazete olarak “Cumhuriyet’leşmesi” derdim. Çünkü bu süreç Hasan Cemal Bey’in yazdığı Cumhuriyet kitabının akabinde yaşanan tartışmalar ve mektuplaşmalarla başlayarak bu güne geldi. Nereye varmak istediği de belli. Muhtemelen Aydın Doğan Bey bu tür militanca tavır ve davranışları hazmedemiyor ve direniyor. Kendi grubu içinden, bir zamanlar objektif tavırlar ortaya koymuş kişilere yazdırılan yazılarla direnci kırılmaya çalışılıyor. “Bak bir zamanlar onları destekleyenler bile fark etti, neler yazıyorlar” diyerekten yapılıyor bunlar. O yüzden diyorum ki, dikkat lazımdır. Bir zamanlar vicdanlı olabilmiş insanların bu gün yaptıklarına bakıp hemen kızmamalı, anlamaya çalışmalı. Kim bilir neler yaşıyorlar!... HAMDİ YILMAZER - AKSİYON
<< Önceki Haber Yargıtay bildirisine 'Kezban' yorumu Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER