Yine o türban!
Yeni anayasa çalışmalarının; rejim, kimlik, temel haklar, kurumların yetkileri,
dokunulmazlık vs. gibi fevkalade önemli konulardan sıyrılıp, sonunda gelip türban meselesine dayanmasına ramak kaldı. Ülkeyi
darbe patentli bir kuruluş sözleşmesinden kurtaracak böylesine önemli bir girişimin önüne türban engelinin çıkarılmasına yönelik kamuoyu çalışmaları görünür hale gelmiştir. Üstelik bu görünürlükte; normal zamanlarda başörtüsünün serbest bırakılması gerektiğini,
Türkiye’nin artık bu sorunu aşmak zorunda olduğunu söyleyenler de ilginç ve etkili bir rol oynamaktadır.
Baştan söyleyelim... Kim nasıl giyinirse giyinsin, ister kapansın ister çıplak gezsin; Türkiye’nin kılık kıyafetten önce, her şeyden önce ihtiyacı olan şey, yeni bir anayasadır. Eğer, türban sembolü üzerinden bir
itiraz ve engelleme yapılıyorsa ve bunda da ısrar edilecekse bunun tek sebebi, sadece yeni bir anayasaya karşı olmakla izah edilebilir. Demokratik usüllerle üretilecek,
sivil ve özgürlükçü bir anayasaya itiraz için türban bir bahanedir.
Malum, türban yakın geçmişte birçok başka önemli sürecin engelleyicisi olarak da kullanılmıştır. Siyasi partilerin kapatılması, liderlerin yasaklanması, bir sosyal
sınıfın diğer sosyal sınıf veya sınıflara karşı geriletilmesi, eğitim ve istihdam imkanlarının kısıtlanmasında da aynı gerekçe kullanılıyordu.
Şimdi de anayasanın yenilenmesine itiraz geliştirenlerin ellerinde sadece o gerekçe var. Görünen o ki, başka da bir şey yok.
Türbana aman vermek istemeyenlere, bunu elde etmeleri karşılığında
demokrasi yolunda neyi feda edeceklerini sormak lazımdır!
Yakın geçmişin öyküsü ve meselenin bugün yeniden filizlenmeye başlaması türbanın aslında bir türban sorunu olmadığını da anlatıyor. Bu bir politik sorundur ve kız öğrencilere yönelen suçlamanın tam aksine türban,
sistem tarafından bilinçli olarak politikleştirilmiş bir sorunun adıdır.
Bir direnç örgütlenmesi gerektiğinde her defasında türbanın ileri sürülmesi bunu göstermektedir.
Yine de muhtemelen bu, türbanın bir direniş bahanesi olarak son kez kullanılışı da olacaktır. Zira, kadınların örtünme haklarına, örtünmeye dair inançlarından kaynaklanan
doğal taleplerine karşıtlık; onu bir sembol olarak görüp saldırma pratiğinin raf ömrü de tükenmiştir. Tıpkı, son seçimde sandıktan çıkamayan, ‘irtica korkusu’nun raf ömrünün tükenmesi gibi. Herkes biliyor ki, Türkiye aynı zamanda örtünen kadınların da toprağıdır ve onların kendilerini iyi hissetmeleri ülkenin refahı ve güvenliğinin olmazsa olmaz şartıdır.
Ve yine herkes biliyor ki yeni bir anayasa demek, bireylerin devletle sempatik ilişki kurabilmeleri, kamu yönetimi mekanizmasına güven duymaları, kılık kıyafetleri, düşünceleri ve alışkanlıkları nedeniyle suçlu muamelesi görmemeleri demektir. Başörtülünün de başı açık olanın da, herkesin.
Veya kendisini daha laik hissedenin de daha
dindar hissedenin de...
Yani, ceberrut muamele her vatandaşın doğumdan ölüme taşımak zorunda olduğu bir yük olmayacak. Yani, insanlar yüzlerini
Ankara’ya çevirdiklerinde orada kendileri aleyhine bir kaosun varlığını hissetmeyecekler.
Elbette başörtülüler de bunu hissetmemelidirler. Onların da eğitim ve çalışma hakkı teminat altına alınmalıdır.
Ancak, yeni anayasanın ruhu ve tabiatında, yalnızca farklılıkların bir arada yaşama hukukunu tesis etmek değil; aynı zamanda bu hukukun içselleştirilmesi, hiçbir kesimin diğerine karşı üstünlük sağlayamayacağı duygusunun da
egemen olması şarttır.
O metin özellikle kimse için yazılmamış olmalıdır.
Ne sadece türbanlıları memnun etmek, ne de her önemli demokrasi hamlesinde türbanı bahane gösterenlerin yüreğini serin tutmak için.
MUSTAFA KARAALİOĞLU/STAR