Terörün çözümü Bediüzzaman’da
Yeni
Asya Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve başyazarı Kâzım Güleçyüz, bugün başlayan yazı dizisinde
teröre çözüm olacak
tavsiye ve tekliflerin Bediüzzaman’da olduğunu yazdı.
Güleçyüz “Bunca yıldır huzurumuzu, enerjimizi, kaynaklarımızı tüketen bu kanlı fitne artık sona erdirilip tarihe karışmalı. Ve bunun için, herkes iyiniyet ve samimiyetle elini taşın altına koyarak üzerine düşenleri yerine getirmeli” dedi.
Terörün bitirilebilmesi için
akılların iknası, gönüllerin
kazanılması gerektiğini belirten Güleçyüz “Akılları ikna edip gönülleri kazanmaya yönelik bir seferberliğin, ancak, bu hususta da ‘orijinal
patent hakkı’nı elinde bulunduran Bediüzzaman’ın koyduğu parametrelerle mümkün olabileceğini vurgulamakta fayda görüyoruz” diye yazdı.
Terör fitnesini sona erdirmek için iyiniyet ve samimiyet şart
KANI DURDURMAK
Terör fitnesini bitirmek
Türkiye için bir hayat-memat meselesi. Yıllardır akan ve gencecik insanları aramızdan çekip alan kan durmalı, anaların
gözyaşı dinmeli, hasret kalınan barış ve huzur sağlanmalı, herkes güven içinde aslî gündemine yoğunlaşarak yoluna devam edebilmeli.
Bunca yıldır huzurumuzu, enerjimizi, kaynaklarımızı tüketen bu kanlı fitne artık sona erdirilip tarihe karışmalı. Ve bunun için, herkes iyiniyet ve samimiyetle elini taşın altına koyarak üzerine düşenleri yerine getirmeli. Görevini yapmayıp yine gerilim
siyasetleriyle
vakit geçirmeye kalkanlara da
prim verilmemeli.
Akan kanı durdurmak ve anaların gözyaşını dindirmek... Bunlar herkesin ortak dileği, ama nasıl olacak?
Burada hem dağdakileri indirmek, hem de örgüte yeni katılımları önlemek için artık şimdiye kadar uygulananlardan farklı strateji ve söylemlere ihtiyaç duyan devlete, hem de vaktiyle “devlet adına” yapılan haksız uygulamaların mağdur ettiği kesimlere düşen görevler var.
Said Nursî “Husûmet derdiyle mültehap (iltihaplı) bulunan vücuda, iltihabı tezyid eden (arttıran) Hamidîlik icra etmek, acaba tedavi mi, yoksa tesmim (zehirlemek) midir, melekü’l-mevte (ölüm meleğine) yardım etmek midir?” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 211) sualiyle, askerî operasyonlara münhasır bir mücadele yönteminin terörü daha da azdıracağına dikkat çekiyor.
Bu mücadelenin mağdurları ise iki kesimden oluşuyor: Şehitlerin ve
teröristlerin aileleri.
Evlâtlarını
kurban vermiş olan bu aileler ve bilhassa
anneler, birbirinin acısını en derin şekilde anlayıp hissedebilecek ve paylaşabilecek durumda olan insanlar. Onların, “Artık bu kan dursun, çocuklarımız ölmesin, anneler ağlamasın” talebiyle ortaya koyacakları ortak bir irade ve inisiyatif, çözüm ikliminin oluşmasına en büyük katkıyı sağlar.
Onun içindir ki, çözümü istemeyenler, bu yöndeki girişimleri sabote edip boğmak ve bilhassa şehit ailelerinin acısını istismar ederek olayı sonu gelmez bir kan dâvâsına dönüştürmek için yoğun şekilde çaba sarf ediyorlar.
Her şehit cenazesinde veya askerî törende tekrarlanan “kanı yerde bırakmama, son terörist yok edilinceye kadar mücadeleyi sürdürme” söylemleri de bu çabalara güç veriyor.
Ancak Türkiye’nin bu meseleyi sakin bir tavırla, hassas duyguları dikkate alan, ama çözüm arayışlarını onlara kurban etmeyen sağduyulu bir yaklaşımla ele alması lâzım.
Yine Said Nursî’nin, ölümle sonuçlanan hadiselerde, geride kalanlara yaptığı tavsiyeler bu bağlamda özel bir önem taşıyor:
“Birisi birisinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.
“Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez. O maktul, her halde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O
katil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler.”
Bahsin devamındaki şu cümleler, terör belâsının kurbanları için bilhassa önemli:
“Eğer o katl, bir adavetten (düşmanlıktan) ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musîbet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit duâ etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar.” (Sözler, s. 247-8)
Böyle bir barış ve musalâha, evlâtlarını kurban vermiş olanlar için elbette çok acı ve hazmı zor birşey. Ama “Ben yandım, başka analar yanmasın” sözündeki derin şefkati yüreklerinde paylaşan analar başta olmak üzere, vicdan ve sağduyu sahibi herkes, Bediüzzaman’ın bu ifadelerinde telkin edilen insanî ve vicdanî dersleri almaya ve vermeye hazır olsa gerek.
Hem akan kanı durdurup bu işin kör bir kan dâvâsına dönüşmesini engellemek, hem
adaletten ilânihaye kaçmaları imkânsız teröristlere dahi gerçek anlamda pişman olup tevbe etme fırsatı tanıyan eşsiz bir insanlık dersi vermek, hem de bu kanlı kısır döngüden kirli kazançlar sağlayan iç ve dış mihrakların kurduğu tuzakları bozmak adına...
HESAPLAŞMA MI,
HELÂLLEŞME Mİ?
Said Nursî 1910’da şark aşiretlerini dolaşarak yaptığı Münâzarât sohbetlerinde sorulan “Efkârı teşviş eden (fikirleri karıştıran), hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?” sualine verdiği kısa, veciz, ama kapsamlı ve muhtevalı cevabının sonunda, son derece önemli bir noktaya dikkatleri çekiyor:
“Zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-ı umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin asabına (sinirlerine) dokundurmakla heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî (öcünü alarak yüreğini soğutmak) isteyenlerdir.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 229-30)
Bediüzzaman bu sözüyle ne demek istiyor?
Anladığımız kadarıyla şunları:
İstibdat döneminin karakteristik özelliklerinden biri, yapılan haksızlık ve zulümlerle birçok insanın mağdur edilmesi ve bundan dolayı bir intikam ve misilleme hissiyatını doğurmasıdır.
Bu, fıtrî bir duygu. Zulme maruz kalan kişi, bulduğu ilk fırsatta bunun öcünü almak ister.
Böyle bir duygunun yeni zulümlere dâvetiye çıkarmasını önlemek için adalet frenine ihtiyaç var. Önceki zulümlerin hesabı hukuk zemininde görülmeli, sonunun nereye varacağı kestirilemeyen “ihkak-ı hak” usûl ve yöntemleriyle değil.
Said Nursî’nin meşrûtiyeti
tarif ederken en başa koyduğu kavramın adalet olması da boşuna değil. Meşrûtiyet, yani cumhuriyet, yani
demokrasi ancak adaletle yaşayabilir ve ayakta kalabilir.
Adaletin olmadığı yerde demokrasi de olmaz.
Bu noktada, geride kalan istibdat devrinde zulüm görüp bundan dolayı kin bağlamış ve intikam için fırsat kollayan insanların bu hissiyatı, demokrasinin yerleşip kökleşmesini engellemesi açısından da çok önemli bir sorun ve handikap.
Buna karşı, “hürriyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiye”den söz ediyor Bediüzzaman.
Af, bilhassa zulüm görmüşler açısından kabulü ve hazmı çok zor bir mesele. Ancak umumun istirahat ve huzuru için de bir zaruret. Eğer büyüklüğün şanından olan af esirgenir ve intikam duygusu, sonu gelmeyecek bir kan dâvâsına dönüştürülürse, bundan herkes büyük zarar görür.
İstibdat,
baskı ve tahakkümden demokrasi ve hürriyet rejimine geçen bir
toplum, aynı zamanda yeni,
temiz, beyaz bir sayfa açmış demektir.
Bu beyaz sayfa, geçmişle hesaplaşma adına da olsa eskinin olumsuzluklarıyla bağlantılı ve onların uzantısı olan yaklaşımlarla kirletilmemeli.
Zalimin zulmü yanına mı kalsın? Elbette ki hayır. Kim ne zulüm işlemiş ve nasıl bir haksızlık yapmışsa, bunun hesabı mutlaka sorulmalı.
Ama demokrasinin en önemli temelini oluşturan hukukun ölçüleri içerisinde.
Çoğu zaman haklı sebeplere dayansa da rövanş ve intikam hissini zaptu rapt altına alıp dizginlemek için hukuk ve adaletin önemi büyük.
Bu bağlamda, suçun ve cezanın şahsîliği prensibinin de. Bir kişinin cinayetinden, başkası sorumlu tutulamaz. En yakını bile olsa. Meselâ zalim babanın faturası çocuklarına çıkarılamaz.
Terör saldırılarını, operasyonları,
Dersim tartışmalarını, tek parti ve ihtilâl dönemlerinde işlenmiş diğer zulüm ve haksızlıkları değerlendirirken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken esaslar bunlar.
Bunlara hassasiyetle riayet edilmeli ki, istibdat devirlerindeki zulümlerle hesaplaşma adına, yeni haksızlık ve mağduriyetlere sebep olunmasın.
Kin ve intikam duygusunu yenebilmek açısından önem arz eden diğer bazı noktalar da şunlar:
Konuya kaderî boyutlarıyla da yaklaşmak, “Haklı olan aynı zamanda insaflı olur” prensibinin gereğine uygun davranmak ve meseleyi “hesaplaşma yerine helâlleşme” çerçevesine oturtmak. Hakkın yerini bulması için, herşeyi Âdil-i Mutlak olan Allah’a ve mizanına havale etmek, çok daha isabetli ve huzur verici bir tercih olmaz mı?
ÖLDÜRMEK ÇARE DEĞİL
Genelkurmay eski Başkanlarından
İlker Başbuğ’un iz bırakan ve “devlet adına
itiraf” niteliği taşıyan çok önemli bir tesbiti vardı.
O beyanında “Terörle mücadeled
e devlet olarak en büyük başarısızlığımız, dağa çıkışların önüne geçemeyişimizdir” demişti Başbuğ. Ve 30 bin kayıp veren örgütün şimdiye kadar en az beş defa bitirildiğini, ama 5-6 bin kişilik dağ kadrosunun yeni gelenlerle sürekli yenilendiğini söylemişti.
İşte terörist öldürerek problemin çözülemeyeceği gerçeğinin en net ifadesi bu tesbitlerde.
Bu noktada, “Bu dönemde
terör örgütüne katılımlar azalmadı, arttı. Hâlâ adeta askere gider gibi gidiyorlar” diyen ve “Neden?” diye soran, Baş
bakana en yakın isimlerden Bakan
Hayati Yazıcı’nın sözleri de dikkat
çekici (Akşam, 18.8.11).
Bu noktada bazı BDP ileri gelenlerinin çoktandır ifade edegeldikleri hususu hatırlayalım.
Diyorlar ki: “Biz, oturulup müzakere edilebilecek en son kuşağız. Bundan sonra hiçbir şekilde diyaloğa açık olmayan, bizim dahi ulaşamadığımız çok radikal,
öfkeli ve fevrî bir nesil geliyor.”
Eğer AKP’nin “Bu kadar
hizmet götürdüğümüz halde niye hâlâ büyük coşkuyla dağa çıkıyorlar?“ diye sorduğu kuşak bu ise, bütün sürtüşme ve kavgaları bir tarafa bırakıp beraberce kafa kafaya vererek çözüm aranması gereken sorun da bu.
Basına yansıyan kimi raporlardaki bilgilere göre,
PKK’nın dağ kadrosunun yüzde 40’ı
18 yaş ve altındaki
gençlerden oluşuyor. Neredeyse çocuk denecek yaştaki bu çocukları dağa çıkaran sebepler izale edilmeden bu iş bitmez.
Bu gençler neden ve nasıl bu hale geldiler? Ve ne yapılması lâzım ki, tekrar kazanılabilsinler...
Böylesine bir yabancılaşma ve nefretin altında neler yatıyor? Bilimsel temelde ve toplum gerçekleri ışığında bu sebepler tek tek tesbit edilip çözümü için sağlıklı formüller üretilmeli.
Onun için, yıllardır yapılageldiği gibi dağı taşı bombalayarak, terörist avına çıkarak bu işi bitirmek mümkün değil.
Asıl çözüm, dağa çıkışların önünü kesmek. Daha fazla öldürmek değil, yaşatıp hayata ve topluma kazandırmak.
Peki, dağa çıkışlar niye bir türlü önlenemiyor?
Bunu, PKK bağlantılı KCK yapılanmasının yoğun şekilde sürdürdüğü “
beyin yıkama” faaliyetleriyle izah edenler var.
Öyle ise, hayli zamandır devam eden
KCK operasyonları ile bu faaliyetlerin önüne geçilebiliyor mu? Cevabı ve tablo ortada.
KCK ile “mücadele” de, dağdaki teröristlere karşı yapılan operasyonların mantığı ile yürütüldüğü için, hem istenen neticeyi vermiyor, hem de maksadın tam aksi yönde sonuçlar getiriyor.
KCK operasyonlarında gözaltına alınıp tutuklanan belediye başkanı ve siyasetçileri, elleri kelepçeli halde sıraya dizilmiş halde gösteren fotoğraflar Türkiye’nin hâlâ başını ağrıtmıyor mu?
Keza, 1994’teki DEP operasyonunda seçilmiş milletvekillerinin
Meclis çıkışında karga tulumba gözaltına alınıp yıllarca hapiste tutulması ve bu çizgide kurulan neredeyse bütün partilerin ard arda kapatılması, problemi çözdü mü, yoksa çok daha kronik ve çetrefilli bir hale mi getirdi?
Bütün bu yaşananlar, siyasî ve sosyal sorunları
asayiş ve
zabıta mantığıyla, adlî mekanizmaları devreye sorarak çözmenin imkânsızlığını defalarca gözler önüne sermişken, aynı mantığı devam ettirmenin izahı ne?
Eğer BDP bir siyasî parti ise ve adaylarını bağımsız olarak seçtirecek bir
seçmen tabanı varsa, onunla mücadelenin demokratik zeminde siyaset yoluyla verilmesi gerekir. Diğer yollar, hele baskı ve dayatma yöntemleri çözüm getirmez.
Bu partinin aldığı oylarda terör örgütünün tehditleri önemli bir paya sahipse, halkı bu tehditlerin baskısından kurtarıp özgürce oy kullanabileceği bir ortama kavuşturma görev ve sorumluluğu da iktidara ait.
Keza, KCK terör örgütü için toplumsal taban oluşturma ve dağa
militan yetiştirip gönderme noktasında
propaganda, eğitim ve beyin yıkama faaliyetlerinde bulunuyorsa, bunu engellemenin sağlıklı yolu seçilmiş siyasetçileri tutuklayıp hapse tıkmak değil, o propagandaları etkisiz hale getirecek alternatif bilgilendirme ve aydınlatma çalışmalarına ağırlık vermek olmalı değil mi?
Bunun için bölge halkıyla çok sıcak ve samimî ilişkiler kurulup, akıl ve kalplerini kazanmaya yönelik çalışmalar yapılmalı. Ancak sun’î, yapmacık ve göstermelik tavırlarla değil, içtenlikle yaşayıp hissederek...
Devlet görevlileri, hayatın her alanında halkla iç içe olmalı. Düğünde, cenazede, camide, hasta ziyaretinde, iftarda... Özellikle üst düzey komutanlar, cami ve cemaatle namaz konularındaki komplekslerinden kurtularak cemaate karışmalı ve kaynaşmalı.
Bize göre meselenin kaynağında, dini ve onun getirdiği bütün manevî bağları tahrip eden etnik fitne yatıyor. Yıllarca devlet adına ortaya konulan laikçi-Türkçü anlayış ve uygulamalar laikçi- Kürtçü tepkileri tetikleyince, bu tepkilerin teröre dönüştüğü ortam, o gençleri ortaya çıkardı.
Gönül bağlarının derinden sarsıldığı, dışlanmışlıkla başlayıp öfke, intikam, yabancılaşma ve kopuş boyutlarına ulaşan bir psikolojinin onarılması için, “Bu kadar hizmet götürdük, yine yaranamadık, nankörler!” söylemlerine asla tevessül edilmeden, çok hassas ve derin çalışılması lâzım.
Bunun için de, operasyon timlerinden önce “ikna ve irşad timleri”nin kurulması gerekiyor.
Bu bağlamda, çocukları dağda olan ailelere yönelik ziyaretler yoğunlaştırılmalı.
Anne-babalar, evlâtlarını, girdikleri yolda daha fazla mesafe almadan dağı terk edip eve dönmeye ikna etmeleri için teşvik edilmeli. Bunu sağlamak için, mümkün olan bütün argümanlar sonuna kadar kullanılmalı.
Eğitimci, psikolog, din adamı, kanaat önderi, güvenlik elemanı gibi kişilerden oluşup aynı dili konuşacak uyumlu ikna timleri yoğun bir seferberlik halinde ailelere ulaşmalı ki, aynı evler evlâtları hakkında her an gelebilecek kara haberi bekleme kâbusundan kurtulup huzura kavuşsun.
Ve terör bataklığı tamamen kurutulsun.
***
Bu çerçevede, Güneri Cıvaoğlu’nun yazdıkları ilginç:
“
Polis istihbaratı, PKK’ya katılmak üzere dağa çıkma çağrısı alan gençleri tesbit ediyor. Polis Akademisi’nde ‘ikna eğitimi’ almış genç polis timleri, aileye gidip durumu anlatıyorlar. ‘Demokratik
açılım’ süreci için bilgi veriyorlar. Oğul ya da kızlarının dağa çıkmalarını ana-babaların engellemesi için ‘ikna konuşmaları’ yapıyorlar. Öyle bir kez yapılan ‘göstermelik’ konuşmadan değil. 1-2-3... Gereğinde daha fazla ziyaretler. Ana, oğlunu ya da kızını çağırıyor. Hep beraber de konuşuyorlar. Çoğu kez çocuğun dağa çıkması engelleniyor.” (
Milliyet, 6.12.09)
Cıvaoğlu, bu projenin fikir babası ve mimarı olarak, son dönemde sık sık gündeme gelen, açılım süreci başladıktan sonra
Çankaya Köşkünde de ağırlanan bir profesörü göstermişti. (Aynı kişinin, 28
Şubat sürecinde de, kapalı kapılar ardında etkin roller üstlendiği söyleniyor!)
Oysa “ikna” konusu, o profesörden tam yüz sene önce Bediüzzaman tarafından gündeme getirilmiş ve dahası uygulamalı örnekleriyle hayata geçirilmişti.
Dolayısıyla, akılları ikna edip gönülleri de kazanmaya yönelik bir seferberliğin, ancak, bu hususta da “orijinal patent hakkı”nı elinde bulunduran Bediüzzaman’ın koyduğu parametrelerle mümkün olabileceğini vurgulamakta fayda görüyoruz.