Zaman Gazetesi yazarı Ali H. Aslan bugünkü köşesinde ABD-İsrail ilişkilerindeki hareketliliğe dikkat çekti ve bunun muhtemel sebeplerini analiz etti. Aslan'ın Ortadoğu'daki son gelişmeler üzerinden kaleme aldığı "İsrail'in elini okumak" başlıklı yazısı...
Washington'dan İsrail'e son günlerdeki üst düzey ziyaret yoğunluğu dikkatinizi çekiyor mu? ABD
Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton geçen hafta başında İsrail'deydi. Hemen öncesinde
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Tom Donilon oradaydı.
Savunma Bakanı Leon Panetta'nın da yakında bir ziyareti öngörülüyor.
Belli ki Obama yönetimi İran, Suriye ve Mısır'daki gelişmelerle etrafındaki çemberin daraldığı hissine kapılan İsrail'e güven vermek ve elini okumak istiyor. Özellikle İran'ın nükleer programına karşı muhtemel bir askeri operasyonu önlemeyi amaçlıyor. Ortadoğu'da, hele seçimler öncesinde belalardan uzak durmaya çalışan Beyaz Saray, Suriye'de bile yoğurdu üfleyerek yerken, İran'da emr-i vakiyle ihtilafa çekilmek istemiyor. Dolayısıyla
İsrail'de yoğunlaşan Amerikan trafiği 'İran'ı şimdi bombalamayın' kampanyasının bir parçası olarak okunabilir. Zira İran'ın İsrail tarafından bombalanma senaryoları son günlerde Washington'da tekrar sıkça telaffuz edilir oldu.
İsrail'e yönelik hareketlilik kısmen Amerikan iç
siyasetine de bağlı. Başkan Barack Obama'nın hâlâ İsrail'i ziyaret etmemiş olması, iç siyasi açıdan aleyhine işliyor. Bunu değerlendirmek isteyen Cumhuriyetçi rakibi Mitt
Romney, yakında İsrail'i de kapsayan bir uluslararası ziyaret yapacak. Clinton'un İsrail ziyareti Romney'nin müstakbel çıkarmasını perdeleme teşebbüsü olarak da okunabilir. Obama, İsrail'de hiç popüler değil.
Başbakan Benjamin Netanyahu'yla ne insani ne ideolojik kimyaları uyuşuyor. Ama anketlerde Romney'nin nefesini giderek daha yakından ensesinde hisseden ABD Başkanı da İsrail'i ziyaret kervanına katılırsa şaşırmam.
Obama'nın İsrail'in güvenini kazanması artık çok zor. Adı çıkmış dokuza, inmez sekize.
En büyük günahı ise, İsrail'e yerleşimleri durdurması ve iki devletli çözüm adına daha fazla taviz vermesi yönünde baskı yapmış olması. Obama sadece İsrail'e değil, Filistinlilere de kendini beğendiremedi.
Kahire konuşmasıyla yüksek beklentilere giren Filistinliler, hayal kırıklığına uğradı. Sonuç olarak ABD başkanlarının diplomatik sporu Arap-İsrail barış sürecinde bir
arpa boyu mesafe alamadı. Arap dünyasındaki kaotik
halk devrimleri, tam da İsrail'in istediği gibi, sorunu uluslararası toplumun gündeminden iyice düşürdü.
Ve İsrail'e asıl gündemde tutmak istediği konuyu, yani İran'ı ön plana sürme fırsatı tanıdı. Nitekim Clinton'un İsrail ziyaretinde barış süreci bahsi çok geri planda kaldı. Mevzuların şahı İran'dı. Bana öyle geliyor ki,
ABD, İsrail faktörü olmasa İran'ı bu kadar da kafaya takmaz ve bir şekilde masaya oturur. Belki İsrailliler de bunun farkında olduğundan baskıyı hep canlı tutuyor.
İsrail'in hassasiyetleri Suriye konusunda da Washington'un reflekslerini kaydadeğer ölçüde etkiliyor. ABD'nin Suriye'de topyekün rejim değişikliğine çekinceli tavrında İsrail'in telkinleri de rol oynuyor. İran ve
Hizbullah'a yakın olmasına rağmen Suriye rejimiyle İsrail arasında bir nevi karşılıklı anlayış vardı. Rejimin laik ve Nusayri karakteri, etrafını saran
Sünni denizinde bir gün kaybolmaktan korkan İsrail'e hafif rahatlama bile sağlıyordu.
Esed rejimi kimyasal silahlarını İsrail'den ziyade iç düşmanlarına karşı kullanıma hazır tuttuğu intibaı veriyordu. Rejim yıkılırsa bu silahların
El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide gibi Sünni, Hizbullah gibi Şii radikal grupların eline geçeceği kaygısı, İsrail'de çok yaygın. İsrail'in kaygılarıyla birleşince Amerikan tehdit algısının dalga boyu da büyüyor.
Suriye'de çoğulcu rejim fikrine İsrail'in öteden beri pek sıcak baktığı söylenemez. Zira bu, çoğunluktaki Sünni Arapların dümenin başına geçmesi demek. İsrail ise onlara genelde 'İslamcı tehdit' perspektifinden bakıyor. ABD'nin korkularını da körüklüyor. İsrail'in katı tutumu, İslami hareketlere daha pragmatik yaklaşımlar sergileyebilen Washington'un muhaliflerle verimli çalışmasına da engel oluyor.
Benzer handikaplar, ABD'nin Mısır politikası için de geçerli. Gerek
Tel Aviv gerek Washington,
Müslüman Kardeşler'den hiç hazzetmiyor. Ancak Amerikalılar, İsrail'den farklı olarak, sandıktan
cumhurbaşkanı da çıkaran bu köklü hareketle kerhen yaşamaları gerektiğinin farkındalar.
Ordu ile İslamcılar arasında denge tutturmak istiyorlar. Ordudaki eski dostlarını kaybetmemeye, siyaset dünyasında tüm yeni oyuncularla bağlar kurmaya çalışıyorlar. Clinton'un son Mısır ziyaretinin temel amaçları bunlardı. İsrail ise eski rejimin mirasçısı orduyu, Mısır'la barış anlaşmasının tek garantörü görüyor. ABD'yi de daha askerci çizgiye itmeye çalışıyor.
ABD'nin Ortadoğu siyasetinde İsrail'in doğrudan ve dolaylı etkileri aşikar. Dolaylı etkilerin önemli bir kısmı Amerika'daki etkili
Yahudi azınlıktan geliyor. Söz konusu etkiler her zaman İsrail hükümetinin görüşlerine paralel olmayabiliyor. Mesela Amerikan soluna yakın Yahudiler, sağcı Netanyahu hükümetinin çoğu politikasını onaylamıyor.
ABD son dönemlerde Ortadoğu politikasını İsrail'in orantısız etkisinden biraz arındırmaya çalıştı. Ancak henüz buna muvaffak olamadı. Zira İsrail sempatizanı lobilerin Amerikan iç siyaseti ve kamuoyundaki etkisi hayli fazla.
Ortadoğu yeniden şekillenirken İsrail tepki çekmemek için nispeten düşük profilden ve daha çok ABD üzerinden oyuna dahil oluyor. İstediği an topa girme kabiliyeti olan bir güç. Türkiye'nin de artık masada yerini aldığı bu karmaşık oyunda, İsrail'i iyi analiz etmeden yapılacak değerlendirmeler eksik kalır.
Ne var ki Mavi Marmara krizinden dolayı resmi diyaloğun neredeyse tamamen kesilmiş olması, bu noktada Ankara'nın işini zorlaştırıyor. Keşke İsrail'in elini daha iyi okuma, hatta bazı müşterek çıkarlarda
işbirliği imkanı olsaydı.