Doç. Dr. İhsan Yılmaz, Zaman Gazetesi'ne yazdığı köşe yazısında "Arap Baharı'nı" ve Türkiye'nin bu süreçteki rolünü analiz etti. İşte yazının ilgili bölümü...
...Çok kesin konuşmak istemem fakat benim şimdiye kadar Türkiye'nin süreçteki rolüne dair okumalarımda gördüğüm, bu rolün hem bizler hem de bazı Batılı gözlemciler tarafından gereğinden fazla vurgulandığı ve abartıldığı oldu. Bu, özellikle Türkiye'yi
Suriye'ye askerî olarak müdahale etmeye yönelik '
teşviklerle' birlikte arttı. Bu 'teşvik' sadece sokaklardaki barışçıl göstericileri bile öldüren zorba bir rejime karşı
yardım istemeye elbette hakkı olan Suriyeli muhaliflerden gelmiyor. Bu teşvik aynı zamanda
Libya'ya müdahalede çok hızlı davranan fakat Suriye konusunda daha temkinli ve çekingen davranan Batılı müttefiklerimizden de geliyor. Onların zihinlerini okumaya ve Libya ve Suriye arasındaki tek farkın petrol olduğunu iddia etmeye çalışmayacağım. Eğer mesele Suriye'ye askerî müdahalenin zorluğuyla ilgili olsaydı eminim müttefiklerimiz zaten kalkınmak için çok uğraşan ve mücadele eden Türkiye'yi bu tür bir çıkışı olmayan duruma sokmak için çabalamazlardı. Neyse ki birkaç istisna dışında Türkiye'nin askerî müdahalesini açıkça savunan kimse yok.
Daha önce yazdım mı bilmiyorum ama geçen hafta Kahire'de Mısırlılara söylediğim gibi Türkiye, Suriye'ye askerî olarak müdahale ettiği anda Türkiye'yi bu yolda teşvik edenlerin hemen Arap kardeşlerimize gidip uydurdukları yeni Osmanlıcı hayalleri onlara anlatacaklarına eminim. Bu taktik muhtemelen Türkiye'nin bölgedeki 'soft' gücünü zayıflatacaktır.
Bölgede bir Türkiye
modelinden bahsederken Türk demokrasisinin inançlı
Müslümanları yöneticiler olarak kabullenme becerisinin ilham verici bir model olduğu yadsınamaz. Bununla birlikte dünyanın hiçbir yerinden insanlar model aldıkları kişileri kendilerinden daha üstün görmezler ya da evlerine çağırıp onları yönetmelerine izin vermezler. Onların tecrübelerinden, yaşadıkları zorluklardan ve hatalardan
ders alabilirler. Eğer dikte eden bir tutum içine girersek bizim sorunlarımıza işaret edenler çıkacaktır. Bunların arasında zaten konuştuğumuz
Kürt sorunu da olabilir fakat daha az tartışılan dini
azınlıklar meselesi, hatta
Aleviler meselesi de olabilir. Alevilerin geçmişte kendilerini katleden
CHP'ye oy verdikleri için
Stockholm sendromu yaşadıklarını söyleyerek onlarla alay etmek çok kolay. Nitekim
Başbakan, geçen hafta bu yönde bir konuşma yaptı. Ben de aynı hatayı bu köşede daha önce yaptım. Fakat
Sünnilerin aslında Sünni Müslümanlar tarafından ezilmekten korkan Alevilere nasıl da negatif bir biçimde yaklaştıklarını görmeye çalışmadım.
Fethullah Gülen, Alevi kardeşlerimizle ilgili pozitif bir biçimde konuşana kadar onlar hakkında pozitif bir laf edeni hatırlıyor musunuz? Haklarında yapılan tüm suçlamaları hak eden Kemalistleri ve Kemal Kılıçdaroğlu'nu suçlamak çok kolay. Fakat Arap muhataplarımız AK Parti'nin tüm sözlerine rağmen geçtiğimiz on yılda Alevilerin haklarını düzeltmek için neredeyse hiçbir şey yapmadığını da görebilirler.
Türkler tüm otoriter idareye rağmen bölgedeki hiçbir rejimin kendi azınlıklarını asimile etmeye çalışmadıklarını ve her zaman onlara alan bıraktıklarını bilmeliler. Bizim hükümette CHP değil DP varken 6-7
Eylül 1955 olayları sırasında kendi gayrimüslim vatandaşlarımıza ne yaptığımızı hiç unutmamamız gerekir. Bunu 25 Ocak 2011 tarihinde Mısır'da Müslüman ve Hıristiyanların birbirlerinin ibadethanelerini nasıl koruduğuyla kıyaslamalıyız. Uzun lafın kısası, Türkler bu tür bir çoğulcu deneyimden faydalanabilirler. Bu ders illa ki Batı'dan gelmek zorunda değil. İki yönlü bir etkileşim her zaman monolog ve vaaza yeğdir.
Doç Dr.
İhsan Yılmaz -
Fatih Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi