Hakk’a şahitlik destanı olarak Kerbela
Mehmet Ünal (İlahiyatçı yazar)
Kerbela; “elif gibi dimdik” ruhlu bir balâ kametin zulüm karşısında, hayatı pahasına, hakkı tutup kaldırmasının destanıdır. O kamet ki Alemlerin Efendisi’nin torunudur.
İnsanlık tarihi boyunca zulme karşı Hakk’ın şahitliğinde bulunmuş olan “elif gibi dimdik” ruhlu kametler hep olagelmiştir. Onlar her zaman hak ve Hakk’ın yanında durmuşlar ama karşılarındaki zalimler ise, türlü gayr-i meşru yollarla, sürekli gerçeği ezmeye kalkışmışlardır.
Babil’in ana tapınağındaki zulmün putlarını kıran Hz. İbrahim ateşlere atıldı. Hz. Yusuf ise iffetini korumanın karşılığı olarak zindanlara kapatıldı. Hz. Zekeriyya testereler ile ikiye biçildi. Roma putperestliğinde Hakk’ın şahidi olan Hz. Mesih ise çarmıha gerilmek istendi. En nihayet Hakk’ın Son Şahidi olan Âlemlerin Efendisi’ne ise reva görülmedik zulüm, yalan, iftira kalmadı.
Kerbela ise bir yandan Hakk’a şahitlik yapan kişilerin kuvvet kullanılarak ezilmesini temsil ederken bir yandan ise hilafetten monarşiye geçiş otoritesinin gösterdiği vahşet özelliğiyle korkunç bir zulüm örneğini ifade etmektedir.
Hz. Muaviye’nin Yezid’i veliaht yapacağına dair önerisi Medine’de Mervan bin Hakem tarafından dile getirildiğinde Abdurrahman bin Ebi Bekir, Mervan’a şöyle karşılık vermiştir:
“Muaviye ve sen, ikiniz de yalan söylüyorsunuz. Bu hareket hiçbir zaman ümmetin iyiliği için değildir. Hilafet açıkça Sezar’ın monarşizmine dönüştürülmektedir.”
Bu açıkça bir sistem değişikliği idi ve sonuçları da İslam’a zıt yönde olacaktı. Bu değişimin sonuçları o zaman idrak edilememiş olsa da, basiret sahibi bir kişi daha başlangıçta, böyle bir değişimin nasıl nihayetleneceğini kolayca kestirebilirdi. İşte Hz. Hüseyin ilk bakışta İslami Devletin ve toplumun sürüklenmekte olduğu felaketi görecek ve bunun önlenmesi için Hakk’ın dimdik şahidi olmayı seçecekti.
Bu monarşi idaresinde İslam’ın yerleştiği ilk saf ve samimi dönemdeki ideal kaybolmuştu. Yerini ise, çok kısa bir zaman sonra, bencillik putları, dünyevi iktidar olma şehveti, debdebe ve tantana alacaktı.
KERBELA'DA NE OLDU?
Böyle bir derinden sarsıntıya karşı ruhu isyan eden Hz. Hüseyin Kufe’ye doğru yola çıktı. Yolda ünlü şair Farezdak ile karşılaştı ve ona Kufe’yi sordu. Şair’in cevabı çok ilginç idi: “Kalpleri kuşkusuz seninledir ama kılıçlarını da sana karşı çekeceklerdir.”
Kadisiye’yi biraz geçtiklerinde Hür bin Yezid bin kişi ile yanlarına geldi. Hz. Hüseyin bu düşman kuvvetlerine hitabelerde bulunuyordu: “Ey insanlar! Hz. Peygamber buyuruyor ki; “kim ki zulmeden ve İlahi hududu aşan, Allah’a verdiği ahdden dönen ve Peygamber’in sünnetini hiçe sayıp insanlar üzerinde zorla hükmünü yürüten bir yöneticiye rastlar da söz ve işlerinde ona karşı çıkmazsa Allah ahirette ona iyi bir hayat nasip etmeyecektir.” Bir başka yerde ise şöyle seslenecekti: “Zaman, her müminin Allah uğruna hakkı savunacağı zamandır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir.” (İbn-i Cerir et-Taberi ve İbn-i Esir)
RÜŞVET İLE KANDIRILAN HALK
Daha sonra Hz. Hüseyin Kufe tarafından gelen dört atlıya Kufe’nin durumunu sordu ve aldığı cevap gerçekten tarihteki ve günümüzdeki birçok olaya ayna tutacak cinsten idi: “Biz ayrılırken halk rüşvet ile kandırıldı.” Evet, Farezdak’ın dediği gibi ““Kalpleri kuşkusuz O’nunla idi ama kılıçlarını da O’na karşı çekeceklerdi.”
Sonunda Hicri 61’de Muharrem’in 2’sinde Kerbela denilen ıssız bir yerde kamp kurmaya zorlandılar. Ertesi gün Ömer bin Sa’d bin Ebi Vakkas komutasında 4000 kişilik bir Kufe ordusu geldi. Irak valisi Ubeydullah ibni Ziyad, Hz. Hüseyin ve yanındakilere su bile verilmemesini emretmişti. Ömer ise bu görevi istemeyerek kabul etmek zorunda kalacaktı.
Daha sonraki günlerde Hz. Hüseyin ile Ömer arasında geçen müzakerelerde anlaşma sağlanacak ve Ömer, İbni Ziyada “Allah şer ateşini söndürdü ve ümmetin birliğini sağladı” mahiyetinde bir mektup gönderecekti.
Bu mektup İbni Ziyad’ın üzerinde olumlu tesir gösterecek ama Şimr bin Zi’l Cuşan isimli kara ruhlu bir danışman “Hüseyin elimize düşmüş durumdadır ve eğer biatını almadan gönderecek olursanız daha sonra tekrar başımıza gaile açacaktır” diyerek İbni Ziyad’ı kışkırttı.
Şimr istediğini elde etmiş ve İbni Ziyad’ın gözüne girmeyi başarmıştı. İçini ikbal hırsı kaplamıştı bir kere. İbni Ziyad, Şimr ile Ömer’e, “Hz. Hüseyin’in teslim olduğu takdirde canlı olarak getirilmesi, olmadığı takdirde ise başının kesilmesi ve cesedinin parçalanarak atlara çiğnetilmesi” emirlerini içeren bir mektup gönderdi. Ömer itaat ettiği sürece komutan olacaktı ama itaat etmezse Şimr’in emrine girecekti. (İbn-i Cerir et-Taberi)
Nihayet iki grup karşılaştığında Hz. Hüseyin Kufeliler’e “Beni davet eden siz değil miydiniz, bana mektup göndermemiş miydiniz?” diye sorunca onlardan kan donduran bir inkâr içeren “hayır, biz sana hiçbir şey yazmadık” cevabını alacaktı. Korku, menfaat ve rüşvet girmişti bir defa kalplere. Esir alınmıştı adeta kalpleri. Bunun üzerine Hz. Hüseyin “Ne yüzsüz bir yalan” diye bağıracaktı.
HÜR BİR VİCDANIN ACI İTİRAFI
Bu arada vicdanı, cereyan eden bu kadar haksızlığa daha fazla tahammül edemeyen, ismi gibi vicdanı da hür olan Hür bin Yezid yanındaki Muhacir bin As’a “Allah’a yemin olsun ki, Cennet’le Cehennem arasında bir seçim yapıyorum. Vallahi ben, vücudum parça parça doğranacak olsa bile, Cennet’i seçtim” diyerek Hz. Hüseyin tarafına geçti.
Hz. Hüseyin’e “seni geri dönmekten alıkoyan talihsiz benim ama işin bu kadar ileri gideceğini düşünmemiştim. Şimdi kefaret olarak kendimi feda ediyorum” diyerek acı bir itirafta bulunacaktı. Zulmün yanında yer alarak zalimin zulmünün gideceği yeri göremeyip günü kurtarmaya çalışanların kulakları çınlasın! Acaba vicdanlarını hürriyete kavuşturacakları zaman hala gelmedi mi ya da neyi bekliyorlar?
Sonunda sadece 72 kişiden oluşan Hakk’ın dönmez şahitleri hakikat uğrunda canlarını feda ettiler. Hz. Hüseyin’in yürekleri dağlayan vahşice katledilmesi ise herkesin malumu. Günlerden Cuma ve Muharrem’in 10’u. Bu olayı tekrar tasvir edip yürekleri dağlamayacağım ama yapanın da adını vereyim ki kalpler bir kez daha buğzetsin: Necef’li Sinan bin Enes isimli bir sefil!
Ya Hz. Hüseyin’i şehid edenlerin akıbetleri ne oldu? O’nun 67 yarasından fışkıran ve Kerbela’nın kızgın kumları üzerine akan kanın her damlası daha sonraları şiddetli ayaklanmalara yol açtı. Sonunda Hicri 132’de taç giyen başlar ayak oldu. Tahta tapan insanlar makamlarından yuvarlandılar.
Hatta mağrur fatihlerin mezarları bile açılarak kalıntıları tümüyle dışarı çıkartıldı. Şairin de deyimiyle masumların “başlarında gezen kanlı ayaklar suya erdi.” Böyle bir intikam tabii ki tasvip edilemez ama zalimlerin sonları açısından ibretle hatırlanmalıdır. Nitekim Allah-u Teala “…Zulme saplanıp gitmişler ise, nasıl her şeyi değiştirecek bir inkılâp ile sarsılıp devrileceklerini yakında bileceklerdir” (26/227) buyuruyor.
Zorba yöntemlere dayanan yönetimler her ne kadar azametli görünseler de onlar itaat edilmesi gereken İlahi onay mührünü taşımazlar. Tarih boyunca Hakk’ın bağlıları mutlaka bir zalimle karşılaşmışlardır. Hz. Hüseyin Hakk ve adaletin hükümlerini görmezden gelip mütecaviz yönetimle uzlaşmış olsaydı, muhakkak, makam ve mevkiini güven altına almış olacaktı. O, Allah’ın İradesi’ni kendi şahsi seçimine, Hakk’a bağlılığı hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti.
HZ. HÜSEYİN'İN ORTAYA KOYDUĞU MİSAL
Evet, insanlık ne zaman temel hak ve hürriyetler yoluna bağlanmakta sendelese Hz. Hüseyin’in ortaya koyduğu örnek ona destek olacaktır.
Servet, lüks ve hak etmedikleri yetkileriyle gurura kapılan tiranlar Hakk’ın “çaresiz ve zayıf” şahitlerine göz açtırmadıkları zamanlarda Hz. Hüseyin’in Hakk ve hakikat uğruna kahramanca kıyamı onlara sabır ve ümit soluklayacaktır. Onlar Hz. Hüseyin’in bu müthiş duruşundan “hayatın ne olursa olsun, her ne pahasına yaşamak anlamına gelmediğini” anlayacaklardır.
“Emperyalist ve zalim güçlerin altın buzağıları her yerde tapınılan nesne haline geldiğinde “çaresiz” Hz. Hüseyin’in adı çağın “Samirilerinin” büyüsünü bozacaktır. Bu nedenle “Batıl”ın bağlılarının “zaferi” Hz. Hüseyin’in Hakk uğrundaki “başarısızlığıyla” kıyaslandığında solacak ve hiçe dönüşecektir.” (Dr. Zakir Hüseyin Han)
Ya sen neyi bekliyorsun? Çağın Yezidlerinin, masumların başları üstünde gezen ayakları karşısında neden bu kadar suskunsun? Yoksa Samirilerin buzağılarının altından olması mı seni büyülüyor? Buzağı altın olduğu için mi Hakk ve hakkaniyet duygusunun önüne geçiyor?
Altından da olsa onun bir buzağı heykeli olduğu ve Hakk’ı kesinlikle temsil edemeyeceği gerçeğinin ne zaman farkına varacaksın? Bunun farkına varman için daha ne kadar kanın akması ve masumların inlemesi gerekiyor?
Eğer gerçekten Hakk yolcusu isen hakkı senin gibi göremeyen başkalarına bunu nasıl anlatacaksın? Onları da hakikate uyarman gerekmez mi? Bunun ispatı için başkalarının kalbini hak uğrunda fedakârlıklarda bulunarak kazanmaya çalışman gerekmiyor mu? Eğer bu gayret ve himmet yoksa o zaman “Kerbela” diyerek ağlayıp feryad-u figan etmenin manası nedir Allah aşkına?