HAMDULLAH ÖZTÜRK
Ziyaret edilmeyen cemaat ve tarikat lideri kalmış mıdır?
Hiç zannetmiyorum?
Her ne kadar “Hizmet Hareketi mensupları kendilerini yükseklerde görüyordu. Diğer müslüman gruplara tepeden bakıyorlardı. Gayr-i Müslimlerle diyalog kuruyor ama Müslümanları önemsemiyorlardı.” gibi serzenişlerin ardı arkası gelmese de sadece kendi ziyaret ettiklerime bakıyorum ve içim rahatlıyor. Arkadaşlarımız da bulundukları beldelerde alevi, sünni, cemaat, tarikat, kanaat önderi… kim varsa ayrım yapmadan ziyaretlerde bulunuyor, saygıda kusur etmemeye çalışıyorlardı.
Norşin Şeyhi merhum Nurettin Efendi gibi ziyaretleri önemseyen ve memnuniyetini hissettirenler de oluyordu. Konuşabiliyor, karşılıklı saygı içinde birbirimizi anlayabiliyorduk. Merhum 15 Temmuz hadisesinden sonra da umumi havadan etkilenip, bildiği, tanıdığı insanlara sırtını dönmedi. Nur içinde yatsın, mekanı cennet olsun.
Hazır bulmuşken, lafını yapıştıranlar da oluyordu. Köklü bir tekkenin postnişini diyorsunuz, saygı duyarak gidiyorsunuz ve tam bir hayal kırıklığı ile geri dönüyorsunuz...
İsim vermeden anlatayım: Hocaefendi'yi ziyarete gitmiştik. Ayrılırken “Efendim buradan dönüşte falan efendiyi ziyaret edeceğiz.” dedik. Çok memnun oldu. Biraz bekleyin dedi ve odasına girdi. Elinde bir Mushaf-ı Şerif ile döndü. “El Yazması bir Kur’an bu, üzerine yedi kıraat işlenmiş; benim için çok kıymetli idi fakat o Hazrete hediye olarak götürün.” dedi.
Türkiye’ye dönünce, GYV Başkanı Mustafa Yeşil Hocamız ve Prof. Dr. Suat Yıldırım Hocamız ile Hazreti ziyarete gittik. Tebessümle karşılandık. Hal hatır sorup, Hocamızın hediyesini takdim ettik. Ayrılmak için izin istemiştik ki, öğlen ezanı okundu. Hazretle beraber namaz kılıp, öyle ayrılalım dedik. Abdest için çıkanlar oldu. Biz Mustafa Yeşil Hocamızla birlikte odada kalınca, Hazret ayağa kalktı ve “Size hizmetlerimizi göstereyim.” dedi. Kitaplıklardan birini önüne geldik. Yabancı dillere çevrilen eserlerini gösterdi. Sonra bir haritanın önüne geldik. Dünyanın çeşitli ülkelerinde açtıkları kurumları harita üzerinde gösterdi. Özellikle Afrika ülkelerinde açtıkları kurumları anlatırken çok heyecanlandı. Biz de heyecanlandık. Allah şahit, kendi kurumlarımızı dinliyor gibi memnun olduk. Elhamdülillah, barekellah! Allah sayılarını arttırsın. Gayretlerinizi maksadına ulaştırsın diye dua ettik.
Hazret bize döndü ve dedi ki: “Sizin de müesseseleriniz var ama siz İngilizce öğretiyorsunuz, biz ise Allah’ın kelamını!...” Mustafa Hoca ile birbirimize baktık! O ne düşündü bilmiyorum ama ben içinden “Eyvah! Bu tarlayı dibine kadar sürmüşler!” demekten kendimi alamadım. Sene 2009 idi. O zamandan beri Erdoğan’ın çok yakınındalar.
Bir örnek daha verip, konuyu bağlayalım. Yıllarca Fatih Camii’nde siyer okutmuş bir hocayı aradık. Kendisi ile röportaj yapmak istiyorduk. Okuttuğu kitabı ve Fatih Camii’ndeki ders geleneğini anlatmasını istedik, o da kabul etti. Fotoğraf makineleri ve kayıt cihazlarımızla Fatih Camii’ne gittik. Namazdan sonra bir kenara çekildik ve halini hatırını sorduk. Bir taraftan da hazırlık yapıyoruz. Sözü diyalog toplantılarına getirdi ve hiç alakasız şeyler söyledi. Ardından dedi ki: “Buradan Fatih Koleji’nin öğrencileri geçiyor, görüyorum. Ne namaz var ne niyaz! Cuma bile kılmıyorlar. Ben o okullara kolej demiyorum zaten körleş diyorum. Körleş oralar!” Efendim dedim, Fatih Koleji hemen şurada, Draman’da. İsterseniz sizi götüreyim, yerinde görün. “Yok yok” dedi. “Ben biliyorum oraları, bana anlattılar!”
Sene 1996 ramazanı. Fatih’te ve Arap dünyasında namı olan bu hocamız da ruhunun ufkuna yürüdü şimdi. Çocukları devletin en önemli kurumlarının başında. Kendisi de Erdoğan’ın, Hayrettin Karaman gibi itibar ettiği hocalardandı. Bu muhterem hocamız da başkalarının anlattıklarıyla kesin hükme varmış. Röportaj teklifimizi kabul ettiği halde röportaj vermediği gibi davetimizi kabul edip, koleji ve öğrencilerini yerinde görmeyi de gereksiz buldu! Bize “Körleş!” demekmiş maksadı, onun için çağırmış.
Meseleyi tatlıya bağlamakta fayda var. İsmailağa çevresindeki hocalardan birisi ısrarla Abdullah Aymaz abiye e-posta atmış fakat iletişim kuramamış. Kalkmış Harbiye’deki binaya gelmiş. Tevafuk ben de oradaydım. “Kardeşim” dedi, “Şu dinler arası diyalog nedir? Bana bir açıklar mısınız? Öyle kötü şeyler anlatıyorlar ki, inanamadım. Sizden duymak istedim.” Vakıftaki arkadaşlar anlattılar. Hoca “Elhamdülillah” dedi ve arkasından bizleri kendi medresesine davet etti. “Gelin bunları bizim talebelere de anlatın. Onlar da çok şartlanmışlar.” dedi. Gittik, bir şeyler konuşma imkanı olmadı ama medresesini gezdik. Allah razı olsun. Böyle istisnalar da var çok şükür. Ama istisna işte…
Mustafa İslamoğlu derdi ki, “Bunlar pasaklı, üstü başı kirli, burnu akıyor ama bizim mahallenin çocuklarıdırlar. Bunlara sahip çıkmak lazım.” Hala aynı mı düşünüyor bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da diyalogun karşılıklı ilişkilerle yürüyen bir süreç olduğudur. Tek taraflı çaba ile olmuyor.
Bildiğim ikinci şey ise diyalogsuz hiçbir şeyin olmadığıdır. Muhatapların ilgisini uyaracak yollar bulup, tek taraflı ilgiyi karşılıklı ilişkiye ulaştırmaktan başka çare de yoktur. Din bizi kardeş yapmışsa -ki öyledir- kardeşleri, Hz. Yusuf’u örnek alarak kucaklaşma noktasına getirmek diyaloğun önemini tecrübeyle iyice öğrenmiş olanlara düşüyor.