[Harun Tokak] ‘Yanık Çöl Gecelerinde Yankılanan Ya Leyl sesleri'

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı: ‘Yanık Çöl Gecelerinde Yankılanan Ya Leyl sesleri'

[Harun Tokak] ‘Yanık Çöl Gecelerinde Yankılanan Ya Leyl sesleri'



HARUN TOKAK

Hazan mevsiminin bütün melalinin üzerimize abandığı bir sonbahar sabahı telefonum çalıyor.
MC Televizyonu Genel Müdürü Remzi Ketenci Bey her zamanki zarafetiyle  ile, “Yarın sizi ana habere konuk almak istiyoruz.” diyor.
Önce Mevlit Kandili dolayısıyla olduğunu düşünüyorum.
“Olur.” diyorum.
“Yeni kitabınızı konuşacağız” diyor.
“Yeni kitabım mı?” diyorum.
“Haberiniz yok muydu?” diyor. “Ben Medine, çıkmış.”
Hayalim yedi yıl öncesine gidiyor.
2015 sonbaharına…
Kutlu Nebi’nin köyündeyiz.
O’nun komşuluğunda kılınan namazlar…Cennet Bahçesi’nde geçirilen saadetli saatler…Kubbe-i Hadra’nın önünde dünyanın dört bir yanından gelmiş her renkten insanların gözyaşlarına boğularak; "Esselamü aleyke ya Rasulallah" deyişleri…Minarelerden mavi ufuklara kanatlanan ezanlar…Her koldan nurlu ırmaklar gibi insanların Peygamber Mescidi’ne akması… 
Ancak rüyalarda görülebilecek muhteşem manzaralar. 
Ancak her saadetin bir sonu var.
Ve bir gün ayrılık vakti gelip çatıyor.
Medine'den ayrılırken çok ağlıyoruz.
Bu, sadece bir şehirden ya da bir Sevgiliden ayrılmak değil. Belki o şehrin tarih boyunca yaşadığı bütün ayrılıkların güz gülleri gibi kucağımıza yığılması da değil. Gidecek bir yurdumuzun olmaması da bizi ayrıca kahrediyor. Tıpkı, 1917’de Peygamber köyünü kahramanca savunan Mehmetçiklerin gidecekleri bir vatanlarının olmadığı gibi
Arif Nihat Asya’nın,
 "Mekke’de bunalırsan 
Medine’ye göçerdin. 
Biz bu dünyadan nereye 
Göçelim, ya Muhammed?” 
Mısraları üzerimize meteor yağmurları gibi dökülüyor.
Zira ülkemizden gelen haberler hiç de iç açıcı değil.
Şiddet ve korku karanlıkta kabaran bir deniz gibi büyüyor.
İktidar; kanlı, korkunç bir sessizlik yaratmak istiyor.
Muhalif kanallara tahammül edilemiyor, ekranlar bir bir karartılıyor.
Tomalarla, Türkiye’nin en başarılı okulları, üniversiteleri basılıyor, kapatılıyor.
Özel işyerlerine bile el konuluyor, sahipleri tutuklanıyor. Hukuk değil, haramilik hâkim.
Çirkin bir savaş sürüp gidiyor. 
Dostlarımız, “Gelirseniz kesin tutuklanırsınız.” diyorlar. 
Eşim de yanımda. Nereye gider, hangi ülkeye sığınırız?
Yurtsuz-yuvasız kuşlar gibiyiz.  
Taif dönüşü Mekke’ye sokulmayan Kutlu Nebi’nin yaşadıkları düşüyor hatırımıza, üzerimize dağlar gibi keder çöküyor.
Tarihte yaşanan acıları anlamanın okumaktan değil yaşamaktan geçtiğini ruhumuzun bütün zerrelerinde hissediyoruz. 
Kutsal topraklara gelirken memleketimizden aldığımız şile bezi gömlekler, çölün sıcak ve yakıcı havasından değil, ülkemizde tutuşturulan yangınla sırtımızda ateşe düşmüş bir kâğıt gibi yanıyor. 
Seniyyetü’l Veda’dan son kez bakıyoruz Sevgili’nin köyüne. Hayallerimiz yıllar öncesine gidiyor. Kutlu Nebi bir dolunay gibi ilkin bu tepeden doğmuştu Medine afakına. Tatlı bir melodi halinde çağıl çağıl hüzzam şarkılar doluyor yüreklerimize. 
Işığın kent haline dönüştüğü Medine muhteşem görünüyor. Yeryüzünde saadetin sembolü olan Kubbe-i Hadra, süt buğusu göklere başını uzatmış yosun yeşili gözleriyle gökleri süzüyor.
Güzel gözlerinin güneşe fer verdiği nikaplı güzel orada yatıyor. 
Sık ve kalabalık hurma bahçeleri, sonbahar güneşinin son kızıl ışıklarında sonu gelmez bir görünüş içinde derinlere doğru uzanıp gidiyorlar.
Geçmişte üzerinde tarifsiz acıların yaşandığı Uhud’un göklere uzanan muhteşem saltanatına rağmen, vakur yüzünde hala geçmişte yaşananların mahcubiyeti var.
Osmanlının son treni Medine Gar’ında melül ve mahzun bir başına öylece duruyor.
Bir gün daha çöl ufkunda tamamlanırken kutsal kent dile geliyor;
 “Benim yaşadıklarımın yanında sizinki de bir şey mi? Ne acılar ne hazin sahneler gördü benim gözlerim. İnsanın yüreği taş olsa erirdi. 
Hele Osmanlı’nın bu kutsal topraklara vedası çok acıklı oldu. O gün bugün insanların, taşların, kubbelerin gözyaşları hiç dinmedi. Acılar her geçen gün evlerde, yüreklerde büyüdükçe büyüdü. 
1918 sonbaharında, Anadolu dışında özgürce dalgalanan tek bir bayrak kalmıştı.
Yeşil Türbe’nin üstündeki al bayrak...
Mondros Mütarekesi’ne uymayan Medine Müdafi Fahreddin Paşa, her gün kefenine bürünüp, başına beyaz bir sarık sararak, Ravza-yı Tahire’yi kendi elleriyle temizliyor, al bayrağa baktıkça bir gün indirileceği ihtimalinden dehşet duyuyordu. 
Çölde, bayrak bayrak dalgalanan rüzgâr, gelecek çetin günlerin habercisi gibiydi.
Kış, bütün vadilere, zirvelere yerleşmişti.
İstanbul hükümetinden gelen üst üste emirlere ve İngilizlerin yoğun baskısına rağmen, 700 subay ve 6000 kahraman askeriyle Çöl Aslanı Medine’yi müdafaa ediyordu.
İstanbul hükümetinden “Medine’yi teslim edin.” emrininin geldiği günlerin birinde Fahri Paşa, bir Mehmetçiğe öğle ezanı okuttu. 
Paşa, öğle namazını vecd içinde kendi kıldırdı. Herkes tarihi bir gün yaşandığının farkındaydı.
Hava ağırdı.
Namazdan sonra Nebi Mihrabı’ndan ağır ağır doğruldu. Büyük bir al bayrağı göğsüne sardı.
Önce, Peygamberin kabrinin başında uzunca bir dua etti.
Sonra kendisine çevrilen gözlerin aydınlığında Peygamber Minberi ’ne çıktı.
Nefesler tutuldu.
Yiğit yüzlü Paşa’nın gök gürlemesini andıran sesi düştü, sessizliğin ortasına.
“Ey nas...! Şurada, kabrinde diri olan Peygamberimiz (s.a.v)’in huzurunda söz veriyorum ki, son nefer, Medine’nin enkazında ve nihayet yeşil türbenin altında kan ve ateşten dokunmuş kefeniyle gömülmedikçe, al bayrağı, Yeşil Kubbe’nin üzerinden hiçbir güç indiremeyecektir.
Kardeşlerim, evlatlarım! Söz verelim Allah’a, söz verelim huzurunda bulunduğumuz Rasulullah’a (s.a.v),
Ya Rasulallah biz seni bırakmayız!”
Gökler gürlemiş, yer yerinden oynamıştı.
Paşa son sözleriyle birlikte kendinden geçti ve Peygamber minberinin basamaklarından aşağıya yuvarlandı. Ayıldığında kendisini Mehmetçiklerinin kucağında buldu.
Fakat ne hicrandır ki artık Osmanlı güneşi, yavaş yavaş vadilerden, dere yataklarından, bağlardan, bahçelerden çekilmekte, ufuklar, koyu kızıl bir siyaha boyanmaktaydı. Bütün cepheler bozulmuş, Fransız ve İngiliz gemileri İstanbul önlerine dayanmıştı. İstanbul hükümeti yatağından doğrulamayan ağır bir hasta gibiydi.
Yolcuların sağdan soldan topladıkları odunlarla güç bela yol alabilen Hicaz trenleri, yer yer bombalanmış olan demiryolundaki hasarlar yüzünden Anadolu’nun yardımlarını ulaştıramıyordu. 
Anadolu’dan gelen son tren de gördüğünüz gibi Medine Garı’nda öylece duruyordu.
Açlık, susuzluk ve salgın hastalıklar Medine’yi savunan Mehmetçikleri perişan etmekte, açlıktan çekirge yiyen asker her gün kırılmaktaydı.
Değil askerlere, susuzluktan dilleri sarkmış develerin alev gibi kızgın kumlara yatarak çıkardıkları homurtulara can dayanmıyordu.
Bir katre su için mataraların ağzına yapışan dudaklardaki son umutlar da sönmekteydi.
Fahreddin Paşa sırtında Osmanlı’nın kaderini de taşıyordu.
Kış bastırmıştı.
Osmanlı askerlerinin üzerinde neredeyse üniforma bile yoktu. Cephaneleri tükenmişti, kumanyaları kalmamıştı ve cephede yarı aç, yarı tok savaşmak zorundaydılar. 
Ve köylerinden yüzlerce kilometre uzakta, Osmanlı askerleri Peygamber köyünü korumak için hayatlarını feda ediyordu. 
Altı yüzyıllık Osmanlı, Çanakkale’de çökmemişti… Galiçya’da çökmemişti… 
Osmanlı, kazanma umudu taşıdığı son cephede çöküyordu. 
Ne hazindir ki Peygamber’ini korumak için Medine’ye gelen bu kahraman Paşamız kendi emrindeki komutanları tarafından İngilizlere teslim edildi. 
Sadece paşa değil, Peygamber köyünü kahramanca savunan 6000 asker ve 700 subay da hastanedeki yaralılarla birlikte teslim edildiler. 
Medine’den ayrılmadan önce son ere kadar bütün Mehmetçiklerimizin son defa Peygamberimiz’in türbesini ziyaret etmeleri, yüzlerini gözlerini sürerek, gözyaşları içerisinde yaptıkları veda ziyareti, ettikleri dualar pek hazin bir manzaralara sahne oldu.
Mehmetçikle birlikte aç-susuz Medine''yi koruyan Araplar da hüngür hüngür ağlıyordu.
Artık Mehmetçiklerimiz nereye götürüldüklerini bile bilmedikleri esaret yollarındaydı.
Üst baş perişandı, her erin üstündeki don, gömlek, elbise ve başındaki kefiye ile ayağındaki yırtık pırtık her ne ise, ondan başka yedek denebilecek bir şeyi yoktu.
Esaret yollarında ise durum pek acıklıydı. Bazı çapulcular, silahsız ve savunmasız esir askerlerimize saldırıyor, yaralıyor, şehit ediyor, eşyalarını alıyorlardı.
İnsaf ve vefasından bir şey kaybetmemiş basiretli Araplar ise yollara öbek öbek dizilip "Nereye gidiyorsunuz? Siz buralardan ayrıldıktan sonra biz ne olacağız?" diye ağlaşıyordu.
Fahreddin Paşa, üzerindeki solmuş üniformasıyla esarete doğru giderken Seniyyetü'l Veda’dan son defa Sevgili’nin köyüne baktı.
İşte o an, Medine’deki Osmanlı sahnesinin en hazin sahnesi yaşandı.
 İngiliz askerleri, 400 yıldır Yeşil Kubbe’nin üzerinde dalgalanan ay yıldızlı bayrağı indirdiler. 
İşte o an, Paşa kahroldu.
İşte o an, akşam güneşi bir volkan gibi bütün ufukları tutuşturdu.
İşte o an, ‘Ya leyl’ sesleri yükselmeye başladı yanık çöl gecelerinden.
‘Ya leyl’ sesleri hiç bu kadar yakışmamıştı yanık çöl gecelerine.
<< Önceki Haber [Harun Tokak] ‘Yanık Çöl Gecelerinde Yankılanan... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER