1999 baharı kapıdaydı...
Soylu bir gün batımında uçağımız Kiev Havaalanı’na doğru süzülüyordu.
Hürrem Sultan ülkesinin ölümsüz kraliçesi, sevgilisine bakan bir ece gibi hâkim bir tepenin başından şehre bakıyordu.
Yeşil kırpıyordu kızıl gözlerini Kiev.
Bir botanik bahçesini ikiye böler gibi Dinyeper Nehri, bir günün daha bitiminin hicranıyla ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş bir insan gibi yeşilliklerin arasından akıp gidiyordu.
Değerli dostum Selim Bey yanında Gökhan adında bir üniversite öğrencisi ile karşıladı bizi.
Gökhan, uzuna yakın orta boylu, güzel yüzlü, sempatik bir gençti. Kestane rengi saçlarının perdelediği güzel gözlerinde bahar çağlıyordu.
“Ukraynalı bir aile bizi bekliyor.” dedi Selim Bey.
Bu bizim için heyecan verici bir durumdu. İlk defa bir Ukraynalı aileye misafir olacaktık.
Akşam karanlığında yürüdüğümüz yollarda sokak lambalarının kışa özgü o sıcak ve kırmızı ışıkları, ıslak taşlarda parlıyordu.
Rüzgâr esiyor, yağmur bazen iri damlalarla yağıyor bazen de duruyordu.
Martın hatır gönül bilmez soğuklarından kaçarak kendimizi attığımız o evin sıcaklığını yıllar geçmesine rağmen hâlâ içimde hissediyorum.
Evin sakinleri, bir anneyle iki kızı ve iki yaşlarında sevimli bir kız çocuğundan ibaretti.
Loş bir lambanın aydınlattığı evin içinde zaman sessiz bir nehir gibi ağır bir sükûn içinde akıyordu.
Yahya Kemal'in şiirleri kadar sıcak, içten, duygulu ve asûde bir evdi.
Üniversite birinci sınıfta okuyan evin küçük kızının adı İrina’ydı. Uzun boylu, sarışın, mavi gözlü bir kızdı. Gecenin melali çöken mavi gözleri derin bakıyordu. Hareketlerinde hissedilir derecede bir aydınlık vardı. İçindeki cennete doğru yolculuğa hazırlanan kınalı bir peri gibiydi.
Duvarlarda ağır bir kolye gibi duran nefis karakalem çalışmaları evin büyük kızının el emeği olduğunu öğrendik.
Vakur bir insan gibi evin başköşesinde duran piyano ev sakinlerinin mûsikiye olan tutkularını fısıldıyordu.
Bu ev bir Ukrayna ailesinden ziyade Ukrayna'nın kendisiydi.
Çok sonraları o evin üniversitede okuyan küçük kızı İrina’yla Gökhan’ın evlendiğini duydum.
İlk karşılaşmamızın üzerinden neredeyse 25 yıl geçmişti
Birkaç gün önce onlarla Almanya’daki bir mülteci kampında karşılaştım.
Yanlarında çocukları da vardı. En küçük kızları sevimli Azra daha yedisindeydi. Büşra ve Meryem anneleri İrina Hanım’ı ilk gördüğüm günlerdeki gibi büyümüşler serpilmişler, üniversite okuyorlardı. İrina Hanım genç yaşta profesör olmuştu.
Gökhan Bey hala yirmi sene önce gördüğüm gibi, hiç değişmemiş.
“Ukraynalı bir anne ile Türk bir babanın kızları olmak nasıl bir duygu?” diye soruyoruz kızlara.
“Annemle babam o kadar uyum içinde bir hayat sürüyorlardı ki” diyorlar, “biz onların ayrı ülkelerden olduklarını bile fark etmiyorduk. Belli bir yaşa kadar ikisinin de aynı ülkeden olduklarını zannediyorduk.
Her şey çok güzeldi.
Annem üniversitenin Türkoloji bölümünde akademisyendi. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Babam da çok güzel Ukraynaca konuşuyordu. Okul, evler dershaneler, ablalar, abiler derken biz dinimizin güzelliği içine doğduk.
Bir Hizmet evinde ne yaşanıyorsa evimizde o yaşanıyordu. Namazları cemaatle kılıyor, tesbihatı toplu yapıyor, birlikte kitap okuyorduk. İşlerinin yoğunluğundan ya da yorgunluğundan babam evimizin rutini olan bunlardan birini ağırdan alsa annem hemen uyarıyordu.’’
Kızları konuştukça yüzü bir tebessüm harmanına dönen Gökhan Bey, “Bir gün Selim Ağabey, ‘Okul açmamız lazım.’ dedi. Ama bu nasıl olacaktı? İkimiz de dil bilmiyorduk. Ben daha öğrenciydim.
Güç bela milli eğitim müdüründen randevu aldık.
Selim Ağabey’e, ‘Sen eğitimci misin?’ dedi, milli eğitim müdürü.
‘Hayır, inşaat mühendisiyim.’
‘Sen eğitimci bile değilsin. Gelmiş, bizim ülkemizde okul açmak istiyorsun. Git başımdan! Açıyorsanız açın ama benden yardım istemeyin.’
Selim Ağabey kolay pes eden biri değildi. Müdürün bizi kovduğu gün kolları sıvadık.
Önce bir vakıf kurmalıydık. Bunun için beş kişiye ihtiyaç vardı. Daha önce hiç tanımadığımız komşulara meramımızı anlattık. Beş kişiyi bulduk.
Eski bir binayı bize tahsis ettiler. Selim Ağabey’le birlikte bir işçi gibi o binada çalışmaya başladık. Yorulunca inşaatın bir kenarına kıvrılıp yatıyorduk. O küçük okulda gece yarılarına kadar istişareler yapıyorduk. İçimizdeki hizmet aşkı Dinyeper Nehri gibi coşkun akıyordu. Okul açıldı ama talebe yoktu. Kiev’deki 550 okulun hepsini dolaştık. Pek çoklarına iki üç defa gittik.
Elli kadar talebemiz oldu.
Bir gün milli eğitim müdürü okulumuza geldi. Bizim yüzümüze bile bakmadı. Yerli müdürle görüştü. Giderken ‘Ben bu okula karşı çıktım ama öğrenciler çok iyi yetişiyor.’ dedi.
Ama yine de Türklerin kendi ülkesinde okul açmasından pek memnun değildi. Bir gün telefonumuz çaldı. Arayan milli eğitim müdürü idi. ‘Ben, Avrupa Başkentleri Milli Eğitim Müdürleri Toplantısı için Türkiye’ye gidiyorum. Tercüman lazım.’ dedi.
Öğretmenlerimizden Faruk Bey’i yanına verdik. Döndüğünde artık o eski milli eğitim müdürü değildi.
Hizmet’in Türkiye’deki faaliyetlerini görünce çok mutlu olmuş. Bizi kapısından kovan adam kapılarını sonuna kadar açtı. ‘Sizinle projeler yapalım.’ demeye başladı. Aynı zat daha sonra bakan da olunca ülke çapında eğitim faaliyetlerimizin önü açıldı.
Bu durum bize yeni ufuklar açtı. Türkiye gezileri başladı.
Daha sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın öncülüğünde kurulan Diyalog Avrasya’nın Ukrayna temsilciliğini açtık. Cengiz Aytmatov’un başkanlığını üstlendiği, Avrasya’nın seçkin aydınlarının yer aldığı bu platformla diyalog hizmetlerimiz hızlandı. Antalya’da, Harran’da, Odessa’da, Moskova’da yüzlerce aydının katıldığı toplantılar zor coğrafyanın umut ışığı olmaya başladı. Antalya’daki toplantıda dünyadan 700 bilim adamının katılımıyla gerçekleşen toplantıyı görünce cumhurbaşkanlığı danışmanlığı da yapan Ukraynalı bir bilim adamı, ‘Diyalog Avrasya, Doğu’nun hümaniter Davos’udur.’ dedi.’’
“Avrasyalı aydınların büyük bir özveri ile çalıştığı bu diyalog faaliyetlerinin önü kesilmeseydi belki de bugün ülkemizdeki bu savaşı yaşamayacaktık. “ diyor İrina Hanım. Ama ay tutulmaları kalıcı değildir.
Büyük inkişaflar büyük sancılardan sonra doğarmış, bu süreç neleri netice verecek bilemiyoruz.
İrina Hanım’a, ‘‘Ülkenizden ayrılmak zor oldu mu?’’ diyoruz.
“Savaş olmasa ülkemi asla bırakmazdım.” diyor. “İnsan evini bırakır mı? Orası bizim evimizdi.
Bir aile fotoğrafı içinde yer almayalı nice zaman oldu. Bugün sizlerin ziyareti bizim büyük bir aile olduğumuzu gösterdi bize.
Bu büyük aile fotoğrafı içinde yeniden doğmuş gibi oldum.
Bu dünyada en kıymetli şeyi, çocukluğu, gençliği, memleketidir.
Ben bir valizin içinde kaybettim onların kokusunu.
Hayallerimi, hatıralarımı bırakıp geldim. Gurbeti iliklerime kadar yaşıyorum burada. Ben en güzel mutluluklarımı orada yaşadım.
Ben bu dünyada şunu anladım ki gün oluyor insan mutluluktan dünyaya sığmıyor.
Gün oluyor dünya kederden bir kabir halini alıyor.
Annem babam soğuk bir kış gecesi geldiğiniz o evde oturuyorlar.
‘Biz bu topraklarda doğduk, burada öleceğiz.’ diyorlar.
Eşim Gökhan Bey yirmi sekiz senedir Ukrayna’daydı. Ben o topraklarda doğdum. Kiev’i, siz çok iyi biliyorsunuz.
Dinyeper Nehri boyunca yükselen yemyeşil park ve bahçeleriyle, yemyeşil tepeleri bekleyen altın kubbeleriyle Kiev yaşanılası bir şehirdi. Şimdi ölüler evine döndü. Atılan füzeler ve bombalarla ağır yaralı. İnsanlar ölüyor, evler yıkılıyor.
Hastaneler, enerji santralleri, su kaynakları vuruluyor.
Savaş çok korkunç.
Gökhan Bey’in Türk olmasından dolayı savaş öncesinde de zor günler yaşadık. Türkiye tarafından iadesi isteniyordu. Vahşi suratlı insanlar onu evimizin önünde darp ettiler. Savaş da başlayınca ‘Çıkalım artık.’ dedik. Biraz daha kalsak ya sağlığımızdan ya canımızdan olacaktık. Belalar, ordularla geliyordu üzerimize.
Her gün annemle babamla konuşuyorum. Bir insan anne babasını aradığında ‘Nasılsınız?’ diye söze başlar değil mi? Ben onlara ‘Nasılsınız?’ bile diyemiyorum. Çünkü savaş başladığından beri bu sorunun cevabı belli.
Her telefonu elime aldığımda korkarak açıyorum. Seslerini duyduğumda derin bir nefes alıyorum. Annem iki hafta önce düşmüş, omzunu kırmış. Yardım etmek istiyorum, gidemiyorum ama hiç değilse telefonla görüşebiliyorum.
Burada kampta bir arkadaşımız, ‘Annem, Herson bölgesinde bir köyde yaşıyor. Ona ulaşamıyorum.’ diyor.
21. yüzyılda insanın sevdiklerimizle irtibat kuramaması ne kadar acı.
Benim annem Rus asıllı. Ruslardan akrabalarımız var ve biz onlara bize yapılanları anlatamıyoruz. En çok da bu bize acı veriyor. Köyler, kasabalar, şehirler yıkılıyor ama bunu kendi akrabalarımıza bile anlatamıyoruz. Slavlar, Slavları öldürüyor. Aynı kökten gelen insanlar nasıl birbirlerine böyle acımasızca davranabiliyor?
Çocuklar, kadınlar, yaşlılar ölüyor. Ülkelerin geleceği olan gençler cephelerde can veriyor.
Hem Ukrayna’daki savaşı hem Türkiye’de olanları düşündükçe sanki gökten üzerimize musibet meteorları yağıyormuş gibi geliyor. Çok üzülüyorum.
Artık acılara yer kalmadı yüreğimde.’’