Öğretmenlerin büyük dostu bu fedakâr insanı birkaç gün önce değerli dostum Mehmet Yıldız’ın “Işık Süvarileri” programında gördüm.
Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen yüzünde, berrak bir bahar sabahının canlılığı ve tazeliği vardı.
O kestane rengi sümbül saçlar gitmiş, yanık bir orman gibi alnı arkaya doğru açılmıştı.
Üzerinde pembe bir gömlek ve gri renkli bir yelek vardı.
Bakışları derindi.
Heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Yine coşkun bir hatip gibi konuşuyordu;
“Durmak yok, yola devam!”
Onca yaşına rağmen ülkesini terk etmek zorunda bırakılmıştı.
Ekranda sık sık gençlik yıllarının fotoğrafları ekrana geliyordu.
Onun umut yolculuğu 1958’de, daha yirmi yaşındayken başlıyor.
Ankara’da büyükçe bir salonda kura çekmek için bekleyen 360 öğretmen adayının arasında o da vardır.
Anadolu’nun yokluk ve yoksulluk yıllarıdır.
Bakanlık görevlisi elindeki listeden bir isim okuyor.
Vücut güzelliğini tamamlayan lacivert takım elbiseli bir genç ayağa kalkıyor.
Kestane rengi dalgalı saçlarla sahneye doğru koşar adım giden o genç öğretmen adayı Aysal Aytaç’tır.
Elini şehirlerin adının yazılı olduğu kutudaki kağıtların arasına daldırıyor.
Eline geleni değil de parmaklarının arasına sıkışan kağıdı görevliye uzatıyor.
Görevli tekrar tekrar bir kâğıda, bir ona bakıyor.
Sonra yüksek sesle okuyor;
“Hakkari”
Bütün salon derin bir nefes alıyor.
Sonra salonda büyük bir alkış kopuyor.
“Yaşa, aslansın be!”
O günün şartlarında tam on günde varıyor Hakkari’ye.
Kara tren, kömür kamyonu ne bulduysa…
Van’dan sonra ruhunu bir yalnızlık kaplıyor.
Sanki bilmediği meçhul bir ülkeye gidiyor.
Bu tekinsiz vadilerde, bu derin uçurumlarda kâinatın büyük ruhunun anlamlı ve insanı kendinden geçirici sessizliği her şeye hakimdir.
İrili ufaklı onlarca dağları, geçitleri geride bıraktıktan sonra Sümbül Dağı’na sırtını dayamış olan Hakkâri’ye varıyor.
Ondan ötesi yoktur gayrı.
Veliler, öğrenciler bu idealist öğretmeni çok seviyor. Çocuklarına onun adını koyuyorlar.
Şark görevi bitince mükafat olarak memleketi Uşak’a tayini çıkıyor.
İlk geldiğinde Sümbül Dağı’ndan başka karşılayanı olmayan dağlar arasındaki Hakkari’den, büyük bir kalabalık tarafından gözyaşları içinde uğurlanıyor.
Uşak’taki görevi kısa sürüyor.
1966’ da İzmir Alsancak Lisesi müdürlüğüne atanıyor. Henüz 28 yaşında İzmir’in en önemli en kalabalık liselerinden biri onun sorumluluğundadır.
O günlerde kahramanlar Camiinin karşısındaki küçük imalathanede mum üreten hemşerisi Alaaddin Kıdak’ı ara sıra ziyaret ediyor.
“Ne güzel” diyor, “sık sık elektriğin kesildiği bu koca şehirde insanları karanlıkta bırakmıyorsun”
Alaaddin Bey, “mum ışığından ne çıkar, gel ben seni güneşle tanıştırayım” diyor.
Onu Fethullah Gülen Hocafendi’ye götürüyor.
Hocaefendi ile tanışması onun hayatında yeni ufuklar açıyor.
Alsancak Lisesi’ndeki başarısı ona İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’nü getiriyor.
O günlerde Hizmet’in değil bir okul müdürü belki bir öğretmeni bile yoktur.
1975 yılında yetişen ilk 13 arkadaşımız Millî Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olarak görev aldıklarında Hocaefendi ''Bu iş artık tuttu.'' diyerek çok seviniyor ve kurbanlar kestiriyor.
Onun İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü günlerinde anarşi gemi azıya almıştır.
Sokaklar, üniversiteler savaş alanı gibidir.
Öğrenci olayları her geçen gün tırmanmaktadır.
Hocaefendi koruyucu bir melek gibi onu korumaya alıyor.
Bir gün arabasına bomba konuluyor, arabası paramparça oluyor.
''Aysal Bey zarar mala gelsin ama cana gelmesin.'' diyor Hocaefendi.
Okuması için Ashab-ı Bedir ve Cevşen veriyor.
Her gün evden çıkarken yedi Ayetel kürsi okumasını söylüyor.
“Ve ben 86 yaşıma geldim o tarihlerden bu tarafa hala bu adetimi devam ettiriyorum.” Diyor Aysal Bey.
Bir sabah erken saatlerde kapısı çalınıyor.
İş adamı Zeki Sakman’dır.
‘‘Hayırdır Zeki Bey, bu saatte bir şey mi oldu?” diyor.
''Hocaefendi, her gün bir esnaf arkadaşın sizi evden alıp farklı bir araba ile ve farklı yolları kullanarak milli eğitim müdürlüğüne götürmemizi söyledi. İlk görev benim.” diyor.
Eşrefpaşalılar denilen bıçkın gençler, geceleri sabahlara kadar evinin çevresinde nöbet tutuyor.
12 Eylül darbesinde Mehmet Ali Hoca, Mehmet Özyurt, Ahmet Ersöz’ün de içinde olduğu kalabalık bir grupla birlikte tutuklanıyor.
Mehmet Ali Şengül Hoca’yı görüyor karakolun koridorunda…
Gözleri siyah bir bezle bağlı, yalınayak, paçalar ıslak, tek ayak üstündedir.
Demirkapılı, penceresiz, ışıksız 80 santimetrelik daracık hücrelere konuluyorlar.
Günde bir dakika tuvalet izni veriyorlar. Biraz geç kalınca tepeden dökülen bir teneke suyla sırılsıklam olmak da cabası.
Bazı arkadaşlarına ağır işkence ediyorlar. Yürüyemeyecek hale sokuyorlar.
Kum torbaları ile böbreklerine vuruyorlar, öldüresiye dövüyorlar.
23 gün boyunca o daracık karanlık hücrelerden işkence sesleri yükseliyor. Feryatlar, anaların yüreklerine ulaşıyor.
Ben, 1993’te Doğu hizmetini tamamlayarak Ankara’ya geldiğimde Aysal Bey, Yurtdışı Eğitim ve Öğretim Genel Müdürü idi.
Birlikte çok güzel günlerimiz geçti.
Özal’ın Orta Asya devlet başkanlarına, “Gönderin çocuklarınızı biz okutalım.’’ sözü üzerine on binlerce öğrenci Türkiye’ye geldi.
Bu dünya eğitim tarihinde eşi benzeri görülmüş bir durumdu.
Aysal Bey bu projeyi başarı ile yürüttü.
Orta Asya devletlerinin geleceği bu gençlerin omuzlarında yükselecekti.
Bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler için bundan daha değerli ne olabilirdi.
Mazlum milletlerin şafak parıltısı olan yurt dışındaki Türk okulları onun genel müdürlüğüne bağlı idi.
Sık sık okulların bulunduğu ülkeleri bakanlık adına ziyaret ediyordu.
Her biri bir meşale olan o inanmış genç öğretmenlere ‘‘Uğurunuz açık olsun, ışığınız sönmesin, Allah yardımcınız olsun!” diyordu.
O günlerde bu sözler genç öğretmenler için çok değerliydi.
1995 yılında Nevzat Ayaz’ın milli eğitim bakanlığı döneminde yurt dışındaki okulların genel müdürlerini bakanlık olarak Türkiye’ye davet ederek onlarla üç gün boyunca Ankara’da toplantı yaptı.
Bu durum okullar için bir dönüm noktası oldu.
Genel müdürler, devletin şefkatli eliyle sırtları sıvanmış olarak ve daha bir özgüvenle okullarının başına döndüler.
Aysal Bey sadece okulları değil, bakanlık adına o ülkelerin yöneticilerini, milli eğitim bakanlarını da ziyaret ediyordu.
28 Şubat rüzgarlarının sert estiği günlerde Ecevit hükümetinin okullara kin ve nefretle bakan bazı bakanlarının, istihbarat servislerinin, derin devlet elemanlarının oluşturduğu sisli dumanlı havaları bizzat oralara giderek dağıtıyordu.
Başbakan Ecevit’in “Benim haberim olmadan Aysal Bey’i görevden almayın.” talimatı da ona güç veriyordu.
Okulların bulunduğu ülkelerin milli eğitim bakanları Türkiye’ye geldiğinde onlarla candan ilgileniyordu.
Bir keresinde Kazakistan Milli Eğitim Bakanı Şamsa Hanım’la birlikte Bursa’ya Kazak öğrencileri ziyarete gidiyorlar.
Bakan hanımı Bursa Ulu Camii’ne götürüyor.
Bakan ulu mabedin içinde yalnız kalmak istiyor.
Başını örtüyor ve caminin bir köşesinde namaz kılıyor, ellerini açarak dua ediyor.
Bir süre sonra yanlarına geliyor. Gözleri taşkın pınarlar gibidir.
“Annem bir gün bana ‘Kızım ben ölünce arkamdan Kur’an okutur musun?’ demişti. Ben de ‘Anne, benim durumumu biliyorsun. Komünist bir idarede yöneticiyim; okutamam.’ deyince annem çok üzülmüştü. Ölünceye kadar benimle konuşmadı. Onun için ağlıyorum. Anneciğim keşke bu günleri görseydi.”
Aysal Bey emekli olduktan sonra da kendi küçük dünyasına çekilmedi. Okulların bulunduğu ülkeleri mekik dokudu.
80’den fazla ülkeyi gezdi.
Arkasında toz duman bulutu bırakarak toprak pistlerden kalkan, keçi koyunlarının otladığı toprak pistlere inen, binmeye cesaret isteyen uçaklarla yolculuk yaptı.
Bazen asansörün çalışmadığı apartmanların sekizinci katına karanlık merdivenleri çıkarken, bazen gurbetteki bir öğretmenle sabahlara kadar sohbet ederken görüldü.
Bazen gurbetteki bir düğünde, bazen bir öğretmenin cenaze töreninde...
Bazen Güney Kore’de Türk şehitliğinde, bazen İmam Rabbani’nin memleketi Hindistan’da...
Bazen kaloriferleri yanmayan bir otel odasında yorganın altında titrerken, bazen Afrika’nın çöl sıcağında buram buram terlerken görüldü.
Bazen Sibirya’da, Moskova’da okulların açılış kurdelesini keserken, bazen millet kürsünde coşmuş bir hatip gibi ateşin konuşmalar yaparken gördüler.
Onu bazen Üstad Bediüzzaman’ın hutbe verdiği Emevi Camii’nde namaz kılarken, bazan gurbette ölen son Osmanlı padişahı sultan Vahdeddin’in türbesi başında, ‘‘Affet bizi ulu sultan!’’ diyerek gözyaşı dökerken gördüler.
Bazen Sibirya semalarında, Afrika çöllerinde dalgalanan ay yıldızlı bayrağın gölgesinde, bazen Şam’da İslam’ın ses bayrağı Bilal-i Habeşi’nin mezarı başında ağlarken gördüler.
Bazen Afrika’daki bir okulda öğrencilerin tuvaletlerini temizleyen öğretmeni dolu dolu gözlerle seyrederken, bazen “Ben 25 yıl önce bu öğretmenleri görmüştüm.” diyerek yaptırdığı muhteşem binayı okul olarak bağışlayan Hintlinin rüyasını dinlerken gördüler.
Bir keresinde Altunizade’de, 5.Kat’ta kalabalık bir toplulukla birlikteydik.
Hocaefendi herkesin içinde, “Aysal Bey benim 30 yıllık dostumdur. Çizgisinde hiçbir değişiklik olmamıştır.” dedi.
O gün yüzünden gülücükler dökülerek yanıma doğru gelişi hala gözlerimin önündedir.
Onu birkaç gün önce değerli dostum Mehmet Yıldız’ın “Işık Süvarileri” programında geçmişin ihtişamlı günlerini anlatan önden giden atlılarla birlikte gördüm.
Üzerinde pembe bir gömlek ve gri bir yelek vardı.
Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen yüzü, berrak bir bahar sabahı gibi canlı ve tazeydi.
Gönlünün ışığı gözlerine dolmuştu.
Heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Yine coşkun bir hatip gibi kaleme aldığı notlarını okuyordu.
Her konuşmasının sonunda söylediği o meşhur sözle tamamladı yine konuşmasını;
“Durmak yok, yola devam!”