Dışarda İskandinav baharlarına has pırıl pırıl bir gök var.
Sokağımızdaki ağaçların taze kuşluk güneşinde parlayan zümrüt yeşili iri yaprakları, denizden esen imbatlarla baharın keyfini çıkarıyor.
Sokağın başında eski bir dostu bekliyorum.
Onu görmeyeli on yıl oldu.
Telefonda, “ahir ömrümde hem kadim dostları ziyaret etmek hem de yapılan hizmetleri yerinde görmek istiyorum” demişti. Uğradığı yerlerden tatlı tatlı bahar esintileri geliyordu;
“Bu yaşta bu nasıl bir yolculuk?”
O yeryüzünü cennete çevirme azmiyle dur durak bilmeden koşan bir küheylandı.
İnsanlar yeryüzünü cennete çevirmenin çok hayallerini kurmuşlardı. Bu amaçla nice yazarlar ütopya adı verilen eserler ortaya koymuş, nice sistem ve ideolojiler bu amaçla ortaya çıkmıştı.
Bunların çoğu hayal dünyasında kalmıştı.
Fârâbî Medînetü’l-Fâzıla‘sında ütopik kalmış, Eflatun da ‘Cumhuriyet’inde ütopik bir devleti anlatmıştı. Karl Marks’ın, yirminci yüzyıl boyunca dünyanın yarısına hükmettiği coğrafyada yaşayan insanların iki dünyasını da karartan ‘komünist ütopya’sının nelere mal olduğu herkesin malumu.
Ütopik yazarlardan Campanella ise, yeryüzündeki özgür ve ideal devleti anlattığı ‘Güneş Devleti’ adlı eserinde Osmanlı toplumunun 16. ve 17. yüzyıllarda Muhammedî çizgide yaşanan parlak medeniyetinden ilham almışsa da o devirlerde çok geride kaldı.
Kahramanlar devri on sekizinci yüzyılda kapandı.
Lakin 20. Asrın nasibine iki kahraman birden düştü.
Bediüzzaman Barla dağlarında, ağaçların dalları arasındaki gökyüzü kulübelerinde asrın yükünü omuzlayacak ideal insanlar yetiştirmeye çalıştı.
Bayrağı devralan Fethullah Gülen Hocaefendi cami pencerelerinde, Tahta Kulübe’lerde çile doldurarak binlerce ideal insan yetiştirdi.
Sokağın başında beklediğim kişi işte o ideal insanlardan biri.
Körpe yaşlarda bir Ermeni Ustanın yanında kaportacı çırağı olarak çalışıyor. Her gün tamirhanenin yatmadık yerini bırakmıyor, giydiği tulumun her yanı bir hafta içinde kir pas tutuyor. Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıyınca yolları utandıran bir küheylana dönüyor.
Martıların gittikçe artan çığlıkları sokağın başından görünmesinin an meselesi olduğunu müjdeliyor.
Demirperde’nin çatırtıları bütün dünyada duyulmaya başladığı günlerde Hocaefendi, bir kış günü Ali Kervancı’nın Çamlıca’daki evinde gözlerini onun gözlerine dikiyor ve şu tarihi soruyu soruyor;
“Saadeddin Bey! Biz Asya’da okul açabilir miyiz?”
“Ciddi bir zorlukla karşılaşacağımıza ihtimal vermiyorum”
Bu nasıl bir din adamıydı ki daha Sovyetler birliği dağılmadan olacakları sezmiş ve hayret verici bir zamanlama ile orta Asya’yı işaret etmişti.
Bu sözler bir cemre gibi düşüyor orta Asya’nın bereketli topraklarına.
Ruhunda büyük mefkureler ve idealler yaşatan Hocaefendi;
“O zaman Hacı Kemal’le Orta Asya’yı bir dolaşsanız. O aksakalı ve tavırları ile emniyet telkin eder,” diyor.
1991 Kışı…
İstanbul’dan Bakü’ye giden uçak okul adam Hacı Kemal’i ve onu da alarak havalanıyor.
Evet, bir rüya hakikat oluyordu. Bir rüya bir hakikat olacaktı…
Kardeşlerimizle kucaklaşacaktık. Okullar açılacak, karanlık bozkırlara yıldız yağmurları yağacaktı.
Bakü’de günler geçiyor Milli Eğitim bakanı bir türlü randevu vermiyor.
“Bahtiyar Vahapzade bu işi çözebilir, bakan onun talebesi” diyorlar.
Bir Hazar akşamında efsanevi şairin evine doğru giderlerken yolun tam ortasında Hacı Kemal Ağabeyin bir anda beti benzi sararıyor. Ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor.
Sadece elini zorla ağız hizasına götürmesinden dilinin altına izordil koyulmasını istediği anlaşılıyor.
Yoldan gelip geçenler acıyarak bakıyor onlara.
Az sonra hap tesirini gösteriyor, Kemal Ağabey kendine gelir gibi oluyor.
“Haydi evladım hemen gidelim”
“Ağabey n’olur kendinize biraz acıyın, bakın haliniz hiç de iyi değil, otele dönelim”
“Bak oğlum Saadeddin! Ben Allah’ın bana ihsan ettiği bu fırsatı bir kere elime geçirdim. Bu, benim bitmek tükenmek bilmeyen hayalimdi. Yarın Yüce Mevla neden eline geçen imkanları hakkıyla değerlendirmedin diye hesaba çekerse sen benim yerime hesap verebilecek misin?”
Bahtiyar Vahapzade’nin evi yedinci kattadır. Asansör de bozuktur.
Hacı Kemal Ağabey merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor.
Büyük şairin girişimleri de bir sonuç vermiyor.
Bakü’den ayrılıyorlar. Vakit dar yapılacak iş çoktur.
İkinci durak hayallerin şehri Taşkent’tir.
Tam bir hafta sonra Milli Eğitim Bakanından randevu alabiliyorlar.
Özbek bakana Orta Asya ülkelerinde okul açmak istediklerini söylüyorlar.
Bakan Bey çok heyecanlanıyor.
Kırgız meslektaşını arayarak onlara randevu bile alıyor.
Bakü’de bozulan moraller düzeliyor.
Volga marka bir otomobille yola çıktıklarında önlerinde bin km’lik bir yol olduğunu biliyorlardır ama artık mesafelerin önemi yoktur.
Bozkırın soğuğu insanın iliklerine işliyor.
Arabanın kaloriferleri de çalışmıyor.
Bozkıra karanlık çökünce gökteki yıldızların şavkı artıyor, tek tek seçilir hale geliyor yıldızlar.
Çoban yıldızı, Kutup yıldızı…
Ay, Sarı-Özbek göklerinde kendine başka ışıklar ilave edilmiş gibi daha çok parlıyor.
Yollar çok bozuktur, araba çukurlara girip çıktıkça perişan oluyorlar. Arabada süspansiyon diye bir şey yoktur.
Bu iki kahramanın Orta Asya steplerinde niçin canhıraş koşturduğunu kimse anlamasa da onlar ne yaptıklarını biliyorlar.
Yollarda giderken bir alem oluyor Kemal Ağabey.
Hastalığını falan unutuyor o anda nasıl bir duygu içinde ise birdenbire hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Bir iç boşalması yaşıyor.
Bir bakıyorsun karşısında binlerce kalabalık varmışçasına ateşin bir hatip gibi coşuyor.
Morali yerinde olunca geçmişin güzel anılarından söz ediyor.
“Saadeddin bak evladım” diyor, “Bir keresinde Erzurum’dayız.
Bir gün beni yorgun gören biri, “Hacı Ağabey çok yorgun görünüyorsun” dedi.
“On günden beri buradayız ama bir gün yatıp uyumadık.” Dedim, “Her gece yataklar seriliyor, Hocaefendi ‘bugün çok yoruldunuz biraz istirahat edin’ diyor. Sonra yatağın kenarına oturuyor ‘Kemal Ağabey! Falan şehirdeki yurdu bir arasana, acaba ranzaları gelmiş mi? Falan kişiye telefon etsen de acaba okul inşaatının demirlerini temin edebilmişler mi? Şurayı ara burayı ara derken sabah oluyor. Serilen yataklar yorganlar hiç açılmadan tekrar toplanıyor. On gündür ne kendisi uyudu ne de bizi uyuttu. Nasıl yorgun olmayayım?”
Onlar konuşurken henüz uykuya varmayan rüzgâr geceyi ıslıklıyor.
Bozkırı bekleyen kerpiç evlerin bacalarından dumanlar yükseliyor.
İnsanlar sımsıcak evlerinde oturuyor.
Uzun ve çok yorucu bir yolculuktan sonra Bişkek’e varıyorlar.
Kırgız Milli Eğitim Bakanı Çınara Hanım çok sıcak karşılıyor.
“Altı milyonduk şimdi sizlerle altmış altı milyon olduk” diyor.
Sanki bin cemre görse dirilmeyecek gibi görünen bozkırlar silkiniyor, esniyor, geriniyor, bahara uyanıyor.
Bir sonraki durak Düşanbe’dir…
Milli Eğitim Bakanı Raşidov’la görüşüyorlar.
İyi niyet anlaşması imzalıyorlar.
Bir sonraki durak Aşkaabat’tır…
Ülkeler birbirine sesleniyor, açılmaz denilen asırlık kapılar bir bir açılıyor.
Bakan Yardımcısı, “Bir kızıl bayrak gitti yeni bir kızıl bayrak lazım değil,” diyor.
Ortalık bir anda buz kesiyor.
Seyahatin son durağı tıpkı ilk durağı gibi talihsizdir.
Kemal Ağabey hem ağlıyor hem konuşuyor…
“Bakan Bey! Biz Türk milleti olarak tam yetmiş senedir aramızdaki şu Demirperde’nin de kalkmasını bekledik. Aynı kanı taşıyan, aynı dine inanan, aynı soydan geldiğimiz kardeşlerimizle kucaklaşalım, hasret giderelim istedik. Kusura bakmayın ama niçin öyle söylüyorsunuz. Bizim muradımız kendi bayrağımızı dalgalandırmak değil. Bir zamanlar bu topraklarda yetişen ecdadımız ilimle, bilimle Horasan erleri ile dünyayı nasıl aydınlatmışlarsa buralarda açacağımız okullarda yetişecek çocukların Türkmen’in ününü dünyaya duyursunlar istiyoruz. Siz bizi yanlış anlıyorsunuz!..”
Kemal Ağabeyin gözlerinden süzülen yaşlar sakallarının arasından ceketinin yakasını ıslatıyor.
Denize gebe iki bulut gözler, dudaklardan kor gibi dökülen alevli sözler Horasan diyarlarının kapılarını zorluyor.
Bir asır süren uzun ve karanlık bir gecenin bağrında biriktirdiği hayaletlerden korkan bozkırlara fecir ferahlığı doğuyor.
İçinde ramazan ayını da barındıran bu yolculuk tam üç ay sürüyor.
Okullarla ilgili yaptıkları iyi niyet anlaşmalarını Hocaefendi’nin önüne koyuyorlar.
“Siz benim hayallerimi gerçekleştirdiniz” diyor Hocaefendi.
Hacı Kemal Ağabey Tacikistan taraflarını mekân tutuyor.
Saadeddin Ağabey Sibirya taraflarına sürüyor atını.
Baykal gölüne kadar uzanıyor.
Onu görenler “yorulmaz adam yine geldi” diyorlar.
Bir bahar sabahında sokağın başında o yorulmaz adamı bekliyorum.
Uğradığı yerlerden haberler geliyor.
“Ne anlattığının ne önemi var, biz onun samimiyetine vurulduk” diyorlar, “seksene dayanmış yaşıyla, omurlarındaki sekiz platinle bütün dünyayı dolaşıyor, bu nasıl bir aşk?”
Nihayet üç insan sokağın başında görünüyor.
Ortadaki kısa boylu olanın elinde baston var.
Hayır o olamaz. Asya bozkırlarında, Sibirya buzullarında ayak basmadık yer bırakmayan küheylan bu olamaz.
Ama o.
Sokağın ortasında sarılıyoruz birbirimize.
“Ahir ömrümde hem eski dostları ziyaret edeyim hem de emaneti devralan gençleri göreyim istedim. Bu seyhat bana çok iyi geldi. Gençlik koşularım geri geldi. Sanki Orta Asya bozkırlarında sanki Sibirya buzullarında koşuyorum.
İki şey beni çok etkiledi.
Kamplardaki Meriç’ten geçen muhacirler ve Avrupa’da yetişmiş gençler. Herkes harıl harıl çalışıyor.
Ömrümün sonuna yaklaştım.
Rabbim “ne getirdin?” derse,
Ömrümün son demlerinde yaptığım bu saadetli sahneleri arz edeceğim.”
Cennet bütünüyle güzellikler diyardır ama en saadetli sahneler dünyadan götürülenlerdir.