Sarı saçlarını güz rüzgarlarında savuran bir sonbahar sabahında minyatür bir bahçeye dönüştürdüğüm evimin küçük balkonunda oturuyorum.
Bahçe dediysem köydeki bahçemizin kokularını getirsin diye diktiğim asma, hanımeli, gül, karanfil, reyhan, nane gibi birkaç çiçek birkaç fidan.
Akşamları mis gibi kokuyorlar. O kokular beni ta bizim oralara alıp götürüyor.
Evin karşısında yapılan yeni parkı ağaçlandırıyorlar.
Ne de olsa sonbahar biraz da ekim mevsimi.
Lakin önümüz kış ve buralar karı, boranı çok bol olan Kuzey ülkeleri.
Kara-buza dayanıklı olan sedir, servi, çam gibi ağaçlar dikiyorlar.
Balkonda otururken bir habere mıhlanıyor gözlerim.
Fotoğrafta Hocaefendi yeni çıkan “Gönül Nağmeleri” kitabını inceliyor.
Yüzünde dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren sonbahar güneşinin zarif ve zengin hissiliği var.
Kim bilir neler hissediyor, neler?
Sayfaların satırların arasından yakın bir geçmişte Ege Camilerinden, minare gölgelerinden yükselen çığlıkların, gözyaşı çağlayanlarının sesi duyuluyor.
Fedakarlıklarıyla bir devre damgasını vuran ışık süvarileri fırlıyor sayfalardan, satırlardan.
Hey gidi günler…
Anadolu’nun her yerinden insanların, okyanusa kavuşmaya hasret nehirler gibi o sese koştuğu günler…
Her cuma sabahı daha güneş doğmadan güneşe başlayan yolculuklar.
Bu bizim bildiğimiz yolculuklardan değil; bu coşkunca akışın içinde işçisinden, iş adamına, memurundan bürokratına, öğrencisinden öğretmenine, doktorundan profesörüne her sınıftan insanın olduğu yolculuklar.
İzmir merkez vaizi iken Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na tayini çıkan Yaşar Tunagür Hoca, Kestanepazarı Camii'ndeki son vaazında gözyaşları içinde, "Ben gidiyorum, hakkınızı helal edin.” diyor. “Benim ayrılmama üzülüyorsunuz ama üzülmeyin. Ben yerime birisini göndereceğim. Onu tanıyınca ve bu kürsüden dinleyince, ne olur Allah aşkına beni unutmayın!"
Cemaat, “Bizi teselli etmek için bu sözleri söylüyor. Bir daha Yaşar Hoca gibisi gelmez.” diyor. Yaşar Hoca sözünde duruyor ve ilk iş olarak Edirne'de müftülük yaparken tanıdığı Fethullah Gülen Hocaefendi’yi İzmir'e vaiz olarak gönderiyor.
Hocafendi, 1966 baharında bir güneş gibi doğuyor İzmir’e.
Daha 28 yaşındadır. Uzuna yakın boyu ve üzerindeki krem rengi yazlık pardösüsü ile dal gibi bir delikanlıdır.
“Ömrümün en güzel işini yaptım. Başka hiçbir şeyim olmasa bu bana yeter.” diyor Yaşar Hoca.
Henüz yirmi yedisindeki genç vaizin, İzmir Hisar Camii’ndeki ilk vaazı büyük yankı uyandırıyor. Yakın camilerden bile insanlar bu genç vaizin gönüllere nüfuz eden sesine koşuyor. Gözyaşları sel olup akıyor, cemaat büyük bir coşku yaşıyor.
Havra Sokağı’ndaki küçük dükkânında Suriye’den getirdiği saat, çakmak, bıçak gibi şeyler satan Hayati Yavuz, “Nihayet kürsü hatibini buldu.” diyor. Tahir Büyükkörükçü’nün, Yaşar Tunagür’ün bütün vaazlarını kayda alan Cahit Erdoğan, makaralı teybini o gün getirmediğine bin pişman oluyor.
O cuma Başoturak Camii’nin şadırvanında abdest almakta olan genç Hacı Kemal, sıvalı kollarını indirmeden ayağında takunyalarla koşuyor. Aydın’daki evlerine Menderes’lerin, Demirel’lerin sık sık uğradığı aristokrat ailede yetişmiş biri olan Hacı Kemal, o sisli-dumanlı, alacakaranlık günlerde insanımızın içinde bulunduğu duruma çare arıyor. Bediüzzaman Hazretleri’ni ziyaret ediyor, Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür Hoca’ların yıllarca çantasını taşıyor.
O ilk cuma, “İşte şimdi aradığımı buldum.” diyor ve bir daha Hocaefendi’nin peşini hiç bırakmıyor. Kutup Yıldız’ı ile bir ömür boyu sürecek olan yolculuğu o gün başlıyor.
Gül devrinin mimarları olan on bin sahabeyi hayatları ile bilen Hocaefendi, gözyaşları içinde aktardığı destansı sahnelerle dinleyenlerde büyük dalgalanmalar meydana getiriyor.
Kestanepazarı Camii’nin hatibi İbrahim Kılıç, “Bu hoca nereli?” diyor.
“Erzurumlu.” diyorlar.
Hoca, birkaç gün önce gördüğü rüyayı hatırlıyor. Rüyasında Ege Ovası susuzluktan yanıyor. Koca koca ağaçlar bile baygın bakıyor, otlar gazele dönmüş, çobanlar çaresiz. “Ah su! Neredesin neredesin?” diye inliyor dağlar taşlar. Rahmetin parmak uçları kuyular, kovalar, kırbalar, bakraçlar ve taslar, tın tın ötüyor susuzluktan. Sonra bir su geliyor. Suyun geçtiği her yer yemyeşil oluyor. Koyunlar, kuzular suya koşuyor. Rüyada, “Bu su nerden?” diye soruyor İbrahim Hoca. “Erzurum’dan.” diyorlar. Rüya sadıktır… Ahir zamanda önce Ege Ovası’nı, sonra Anadolu’yu, daha sonra bütün bir dünyayı bahara dönüştürecek olan nurlu nehrin ana kaynağı Erzurum’un küçük bir köyü olan Korucuk’tur. İbrahim Hoca hakikate uyanıyor ve bir daha Hocaefendi’nin olduğu yerde minbere çıkmıyor.
Bu seküler şehirde sadece kürsüler değil artık minberler de daha 28’indeki genç vaizindir.
Hocaefendi’nin şöhreti kısa zamanda çevre illere yayılıyor.
Cuma günleri, vaaz verdiği, hutbe okuduğu camiye açılan sokaklarda trafik duruyor.
1971 Muhtırası’nda Hocaefendi askeri yönetim tarafından tutuklanıyor.
Sekiz ay hapiste kalıyor.
Serbest kaldıktan sonra Edremit’e sürgün ediliyor.
Mesaj açıktır.
“İzmir’den uzak dur!”
O küçük ve şirin ilçe tarihi günler yaşıyor. Yeni bir dirilişin destanı orada yazılıyor.
Allah bir mekânı mübarek kılmak istediğinde sevgili kullarından birinin yolunu oraya düşürürmüş.
Edremit dünyanın en bahtiyar beldelerinden biri oluyor.
Hocaefendi’nin bereketi, tatlı bir meltem gibi bütün evlere, ağaçlara, kırlara, bayırlara sirayet ediyor.
Sonra Manisa o bereketten nasibini alıyor.
1976 yazında Hocaefendi Bornova’ya tayin ediliyor.
Büyük Camii’de vaazlara başlıyor. Caminin imamı, yıllar sonra, bir trafik kazasında dört arkadaşı ile yanarak şehit olan Mehmet Özyurt Hoca’dır.
Yeni bir dünyanın doğum sancıları içindeki İzmir’de kalpten kalbe, evden eve kandil kandil ulanan ses ve ışık şehrayini sıçradığı Edremit, Manisa ve çevresini bir nur beldesi haline getirdikten sonra ilk doğduğu toprakları bütün ihtişamıyla kuşatıyor.
O yıllarda ben de İzmir’de üniversite okuyorum.
Ömrümüzün Gülen günleri…
Her cuma Bornova’dan yükselen ses ve ışık şehrayinleriyle İzmir’in gözleri kamaşıyor, dağlar, taşlar o ses ve ışık şöleni ile kendinden geçiyor. Koca şehir, kendi ilçesine gıpta ile bakıyor.
Tarihin “Dur beni dinle!” dediği o muhteşem günlere tanıklık ediyoruz.
Sala sesleri Bornova minarelerine can vermeye başladığında Hocaefendi odasının kapısında görünüyor. Güneşe çevrilmiş günebakanlar gibi bütün gözler o yöne çevriliyor. Saflarda, rüzgâr yemiş ekin gibi bir dalgalanma oluyor. Sonra Asa-yı Musa değmiş bir deniz gibi saflar yarılıyor ve sırtında krem rengi cübbesi, başında taylasanlı sarığı ile Hocafendi, gökten yere inmiş heybetli bir melek gibi, açılan yoldan vakur adımlarla kürsüye doğru yürüyor.
Daha sohbetin başında havada bir elektriklenme, bir ağırlık kendini hissettiriyor. İnsan olarak, yazar ve şair olarak, hatip, mürşit, âlim ve mütefekkir olarak genç vaizdeki her şey ebedilik duygusunu uyandırıyor.
Hareketlerinde bir vakar ve ciddiyet hemen fark ediliyor.
Vaazdan sonra minbere yöneliyor.
Sırtındaki krem rengi cübbesiyle minberin önünde duaya duruyor. O an sanki farklı bir dünyaya geçiyor. Minberin üst basamağında duruyor ve yüce dağlardan ovalara bakan sürmeli bir ceylan gibi cemaatini uzun uzun süzüyor.
Sonra ağır ağır başlıyor konuşmaya.
O günlerde koca ülke kan gölü halindedir.
Analar ağlıyor, babalar çaresiz.
Mahalle mahalle kurtarılmış bölgeler var.
Sokağa çıkmak, okula gitmek cesaret istiyor. Sokaklar silahlı çatışmalardan geçilmiyor. Sıradanlaşan çatışmalarda ülkenin çiçeği burnunda delikanlıları bir hiç uğruna hayatlarını kaybediyor.
Bir cuma günü camiye Turgut Özal geliyor.
“Nolacak bu memleketin hali, her gün 20-25 kişi ölüyor?” diyor Hocaefendi’ye. Hocafendi perdeyi aralıyor ve caminin avlusunu gösteriyor.
“Ne görüyorsun?
“Gençler!”
“Yarın, bunlar bin olacak!”
Özal, sevincinden o kısa boyu ile ensesinden tutup Hocaefendi’ye sarıldığında başbakan olmasına daha beş sene vardır.
Hocafendi, haftada bir akşam aynı camide sorulu-cevaplı sohbetler yapıyor. Bilhassa üniversite öğrencileri için bu sohbetler çok yararlı oluyor. Marksist ideolojinin pençesindeki gençler, yıllardır beyinlerini içen, kalplerini öldüren soruları hiçbir engelle karşılamadan doğrudan sorabiliyor ve anında cevabını alıyorlar. Bu, tarihte eşi benzeri az görülen bir durumdur. Sorular cevabını buldukça sisler anaforunda savrulan gençler Yoldaki İşaretler’e tutunarak yol almaya başlıyorlar.
Ege camilerinden yükselen seslerle, Anadolu derin bir uykudan uyanıyor, aydınlık saniye saniye sabaha yürüyor. Genç vaiz, alabildiğine cömert ve hayırsever olan Anadolu insanındaki cevheri sezmiştir. Uzun zamandır ölmüş ve uykuya yatmış olan “sözün gücü” bir kere daha Hoca Efendi’nin heyecanlı ve samimi üslubunda diriliyor. Ondaki hitabet kudreti ve tarzı hareketin şekillenmesinde önemli bir rol oynuyor.
Yeni bir diriliş destanı o seslerle başlıyor.
O seslerle ok gibi fırlıyor küheylanlar, dünyanın dört bir yanına.
Bir güneş gibi doğuyorlar mazlum milletlerin ufuklarına…
Mesafeler o seslerle kısalıyor.
Uzaklar yakın oluyor.
Sarı saçlarını güz rüzgarlarında savuran bir sonbahar sabahında minyatür bir bahçeye dönüştürdüğüm evimin küçük balkonunda oturuyorum.
Bahçe dediysem hepsi birkaç fidan birkaç çiçek.
Köy kokuları getirsin diye köydeki bahçemizde bulunan asma, hanımeli, gül, karanfil, reyhan, nane…
Mis gibi kokuyorlar. O kokular beni ta bizim oralara alıp götürüyor.
Bir fotoğrafta Hocaefendi yeni çıkan “Gönül Nağmeleri” kitabını inceliyor.
Her renk çiçeğin bağrını bahara verdiği mazi bahçesinden enfes kokular alıyor olmalı.
Yüzünde dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren sonbahar güneşinin zarif ve zengin hissiliği var.
Kim bilir neler hissediyor, neler?
Hey gidi günler!