HARUN TOKAK
Hoca Anne
Haziran benim için biraz da hüzün ayıdır.
Sevgili Peygamberimiz bir haziran günü Sonsuzluğun Sahibine yürüyor.
Ne Sahabelerin sonsuz sevgisi ne de sevgili kızı Hazreti Fatıma annemizin göz yaşları onu durduramıyor.
Hayalleri yarım kalan babam da 1995 Haziranında aramızdan ayrıldı.
Ne tarlalarımızda başak bağlayan ekinler, ne elma bahçeleri, ne inşaatı yarım kalan cami, ne evimizin önünde boydan boya uzanan asma çardağı ne de içlerinden güneşin damla damla döküldüğü üzümler, ne de bizim gözyaşlarımız onu durduramadı.
Hocaefendinin annesi, hepimizin anası Refia Ana da yine bir haziran günü Sonsuzluğun Sahibine yürüdü.
Refia Ana iyice ağırlaştığı bir gün, “Hocaefendiye haber verin, gelsin! Gözlerim iyice kapanırsa oğlumu belki bir daha hiç göremem.” diyor.
Hocaefendi, haberi alır almaz İzmir’e gidiyor.
Aylardan Ramazandır.
Hocaefendi, bir hastane odasında bilinci kapalı olan ve baygın yatan annesine, “Aanaaaa” diye sesleniyor. Oğlunun sesini duyan anne gözlerini açıyor, etrafına bakınıyor,
“Hoca mı geldi?” diyor.
“Evet, ana ben geldim!”
“İftar ettin mi oğlum, bana dua ettin mi”? diyor ve sonra yine kendi âlemine dalıyor.
Refia Ananın bakışları uzaklara, çok uzaklara ötelere gidiyor. Uzak başka bir yerlere.
İzmir haziran sıcaklarında yanıyor.
Hocaefendinin yüreği yanıyor.
Her güzel insanın arkasında mutlaka muhteşem bir ana vardır.
O analar kurar medeniyetleri.
Peygamberimizin annesi Gül Sultan’ın güzel gözlerinde gökteki güneş sönerken o, geride bütün insanlığı aydınlatacak “sonsuz bir ışık” bırakmıştı.
1940'lı yılların zor şartları altında dahi köyün çocuklarına Kur'an öğreten, eşine ve çocuklarına gösterdiği titizlikle tanınan, çocuklarını mutlaka abdestli emziren, erken yaşta onları namaza alıştıran, takvası ile tanınan gerçek bir Anadolu kadını olan Refia Ana’nın gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönerken geride bütün renkleri ve mevsimleri güzelleştiren muhteşem bir aydınlık bırakıyordu.
Hocaefendi sanki ilk defa anasının yüzünün bu kadar güzel olduğunu fark ediyor.
Güneşin en güzel renkleri, batarken ortaya çıkar. Çevrenlerin o tatlı kızıllığı akşam üstleridir. Biraz sonra ışıklar sönecek, sular kararacaktır.
O aydınlık, milyonlarca meşaleyi tutuşturan ve dünyayı bir meşale ormanı haline getiren, evlatlarının en hayırlısı olan Fethullah Gülen Hocaefendi’dir.
Kur'an okutmanın yasak olduğu devirde evlatlarını gece yarısı uykudan kaldırıp onlara Kur'an öğreten, üstelik sadece kendi çocuklarına da değil, köyün bütün kadın ve kızlarına Kur’an öğreten, Hocaefendi’ye daha dört yaşında Kur'an okumayı öğretip bir ay içinde de hatim yaptıran soylu kadın, yatağına çekilmiş sessiz ve sakin bir ırmak gibi Sonsuzluğun Sahibine doğru akmaktadır.
Hocaefendi, “Tek başına bir kadının, 15-20 kişinin sofraya oturduğu bir evin bütün işlerini yaptıktan sonra bir de Kur'an öğretmeye vakit bulabilmesi, insanı hayrette bırakan bir husustur,” diyor.
Hem o günkü kadına ait işler, sadece ev işleriyle de sınırlı değildi. Davarların sağımı, tarla, bağ, bahçe işleri, bir taraftan ceberut bir idarenin baskısı, diğer taraftan kendine ait yapması gereken zor işler...
Bütün bu işlerin arasında evlatlarının her halini dikkatle takip eden bir anadır o.
Bir gece daha ilk okula giden küçük Fethullah’ın namaz kılmadan yattığını fark ediyor;
“Namazını kıl öyle yat, ben de yorgunum, seni kaldıramam belki!” Diyor.
“Ana çok yorgunum, kalkar kılarım,”
Son derece şefkat abidesi olan Refia Ana konu namaz olunca çok sert çıkıyor;
“Eğer namaz kılmadan yatarsan sabah kalktığımda senin cenazeni göreyim,”
Küçük Fethullah kalkıp namazını kılıyor.
1940’ların yokluk yıllarında bazen evde 20-25 kişi misafir ağırlıyor.
Tifo dâhil birçok ağır hastalık geçiriyor. Bir dönem de vücudunun tamamını Hz. Eyyüb gibi yara-bere sarıyor.
Hocaefendi, “Annemin bel ve ayaklarının ağrımadığı hiçbir günü ben hatırlamıyorum,” diyor.
Bir ömür boyu evlatlarının bütün hallerini takip ediyor. Hocaefendiye düşkünlüğü ise bambaşkadır.
1980 darbesinden sonra altı yıl boyunca köşe bucak aranan Hocaefendi bir fırsatını bulup da onu her ziyaret ettiğinde Refia Ana’nın ilk sözü can yakıcıdır;
“Oğlum! Nerelerde kalıyorsun? Kaldığın yerlerde soba yanıyor mu? Isınıyor musun? Ayakların hep çok üşürdü senin, yine üşüyor mu?”
Ana yüreği seziyor.
Hocaefendi bazı geceler kalacak yer bulamadığı için soğuk kış gecelerini benzini biten arabalarda geçirmek zorunda kalıyor. Bulduğu yerlerde de ışık yakmak tehlikeli olduğu için mum ışığı ya da denizci fenerinin ışığı ile kitap okumaya çalışıyor. Bir ömür boyu kendisini takib edecek hastalıklar o soğuk gecelerde yavaş yavaş vücudunda mekân tutmaya başlıyor.
Bazı geceler dost bildiği bir evin kapısını çalıyor. Önce tül, sonra perde aralanıyor. Lakin ne pencere ne de kapı açılıyor.
Hastanede yapılacak bir şey olmadığı anlaşılınca Refia Ana eve götürülüyor.
Evin bir odası minik bir hastaneye dönüştürülüyor.
Hocaefendi annesini kardeşlerine emanet edip İstanbul’a dönmek zorunda kalıyor.
Ramazandır…
Kürsüler onu bekliyor.
Yapılacak çok iş vardır.
Zaman dardır.
Refia Ana’nın cehennemin alevlerini söndürecek kudrete sahip gözlerindeki gülümseyiş her geçen gün eriyor.
Hocaefendi her konuşmasında hitap ettiği cemaatten anası için dualar istiyor;
“Çok dua edin, ümmeti Muhammed’e dua edin, bir de benim üzerimde çok hakkı olan şu günlerde çocuklaşmış bir hasta validem var, onun için de dua ediniz. Ben 55 yaşındayım, hala annem beni dizlerinin dibindeki bir çocuk gibi görüyor. Şu hastalığında bile, ‘Gelsin burada otursun, hala niye gelmedi, hala niye gidiyor,’ diyor.
Şu yaşımda anamın yanına gideyim, bir çocuk gibi başımı dizlerine koyayım, koklasın, bana bir de nasihat çeksin, yatarken battaniyeni al üzerine, üşürsün! Ne olur ne olmaz! Arabayı iyi şoför kullanmıyorsa binme o arabaya!” desin.
Hani içinizden gelir ki “A be ana! Ben bunları bilirim.” ama dememişimdir, demem, çünkü anama karşı ukalalık yapmaktan sakınırım. Çünkü ana bu… Bütün analar böyledir.”
Hocaefendi’nin bu sözlerinden sadece altı gün sonra Refia Ana, 28 Haziran 1993 Pazartesi günü bir seher vakti ruhunu Rahman‘a teslim ediyor.
Acı haberi alan Hocaefendi İzmir’e gidiyor. Odada annesi ile baş başa kalıyor.
İçerde neler oldu, ne konuştular bilemiyoruz ama Hocaefendi dışarı çıktığında ayakta zor duruyor.
“İşte şimdi yetim kaldım, dünyam başıma yıkıldı.” diyor.
Artık her konuşmasına hep annesi misafir oluyor; “Keşke hep başında dursaydım. Başına bir yastık koysaydım. Yanında yatsaydım, yanında olsaydım. Erzurum’da günde iki defa hem öğlen hem ikindi annemin elini öpüyor, yüzüme gözüme sürüyordum. Bugün olsaydı o zambak gibi mübarek ellerini yüzüme gözüme sürerdim, bir yere sohbete, konuşmaya giderken benim için bir güç kaynağı idi. Şimdi gelirken de mezarının başına gittim. “Ana” dedim, yine gidiyorum ama çok garibim. Evet, hissi bir şey ama öyle davrandım. Ailemden sadece hizmet için ayrıldım. Ne maaş, ne evlilik, ne çoluk çocuğum için, ne malım için… “Hizmet” dedim. Annem babam buna belli ölçüde inanmışlardı. Vefat ederken yanında olamadım. İçimde bir ukdedir, kendimi hiç affetmiyorum… Geldim, bir hafta kaldım, konferanslar bitti, hemen gidecektim. Telefon ettiler, “Valide vefat etti.” Yanında değildim. Bugün beş sene olmuş ama ben kendimi affetmiyorum. Yuh diyorum, sen “Hizmet” dedin, burada durdun, annen orada sahipsiz öldü. Kendimi hiç affetmiyorum. O affeder mi, affetmez mi? Ablam bir iki defa dedi, ‘Anneler büyük olur, şefkatli olurlar.’ ama ben kendimi affedemiyorum. Kaldı ki nefsim adına değildi. Ben annemden hiç acı bir şey görmedim. Hep dua ederdi bana. Hatta ‘Bana bu kadar şey yapıyorsun’ derdim kendi içimden, Allah sevmeyebilir bunu… Alsaydım anne, babamı ömür boyu omzumda gezdirseydim, kalbim taşır mı, soluklarım biter mi, zannediyorum yine haklarını ödedim diyemezdim.”
Artık Hocaefendi’nin her sözü bir inkisar, bir vicdan azabıdır. Erzurum’dan Mehmet Kırkıncı ve Osman Demirci Hocalar, Hocaefendi’ye taziyeye geliyorlar.
“Bir dua kaynağını daha kaybettin!” diyor Kırkıncı Hoca ve birkaç gün önce gördüğü bir rüyayı anlatıyor;
“Geniş bir bina, ucu bucağı görünmüyor, zemini de halı gibi döşenmiş. Siz, birden yanımda beliriyorsunuz ve binayı bana anlatmaya başlıyorsunuz. Tabiri nedir?”
“Estağfurullah, siz daha iyi bilirsiniz.” diyor Hocaefendi.
“Sizin hizmetinizin çok gelişeceğine işarettir.” diyor Kırkıncı Hoca.
“Bu sizin hizmetiniz, sizin, sizin...” diye ağlıyor Hocaefendi.
Haziran benim için, bizim için biraz da hüzün ayıdır.
İnsanlığın en hayırlısı bu ayda Sonsuzluğun Sahibine yürüdü.
Hayalleri yarım kalan babam bu ayda aramızdan ayrıldı.
Güzel gözlerinde gökteki güneş sönerken geride bıraktığı evladıyla dünyanın bütün renklerini güzelleştiren bir evlat bırakan Refia Ana bu ayda aramızdan ayırıldı.
Dedim ya! Haziran benim için, bizim için biraz da hüzün ayıdır.