Komşu kuzey ülkede kızımla karlı-buzlu yollarda yürüyoruz.
Kızım çitteki kuru yaprakları gösteriyor. Yetim çocuklar gibi birbirine tutunmuş, birbirine sokulmuşlar. Hava rüzgârlı değil. Lakin kendi oluşturdukları rüzgarlarında titriyorlar. Biraz dikkatle dinleyince o kuru yapraklardan ney gibi bir ses duyuluyor.
Onların o halleri rikkatime dokunuyor.
Bahara kadar o kuru yapraklar kara-buza direnecekler, baharda yerlerini yeni çıkan yeşil yapraklara bırakacaklar.
Bahar geldiğinde devir teslim töreni yaşanacak.
O kuru yapraklar onca kara, buza, fırtınaya direnmiş olmanın haklı gururu ile çekip gidecekler. Tıpkı yolun nereye varacağını düşünmeden gecenin en karanlığında yola çıkan fecir süvarileri gibi.
Onlar kara, buza aldırmadan sadece ilk adımlarını attılar. Gerisi kendi geldi adımların.
O adımlarla suyu çekilmiş cömertlik pınarları, nice yüce duygular okyanusa sevdalı nehirlere dönüştü.
Kim ne derse desin Hizmet hareketini başlatanlar, tarihte eşi benzerine az rastlanan, yazılması oldukça zor bir destanın kahramanlarıdır.
O destansı kahramanlardan biri hiç şüphesiz Hacı Kemal Ağabey’dir.
Bir gün, yine o kahramanlardan bir olan doktora öğrencisi İsmail Büyükçelebi Hoca ile bir iş adamının yalısına gidiyorlar.
Varlıklı iş adamı havuzun başında şezlonga uzanmış İmam Gazali’nin Abidler Yolu’nu okuyor.
“Yat hacı efendi, yat! Memleket evlatları mahvolurken sen yalıda Abidler Yolu’nu oku” diye kükrüyor, Hacı Kemal Ağabey.
O an pırıl pırıl havuzun mavi sularını titreten bir ses yükseliyor.
“Hacı Kemal! Çağırdın da gelmedik mi, istedin de vermedik mi?”
O sesin sahibi bir hakikat arayıcısı Ali Rıza Tanrısever’dir.
Yalıdan ayrıldıklarında İsmail Büyükçelebi Hoca, “Hacı Kemal Ağabey, adam bizi kovacak diye çok korktum.” diyor.
“Evladım o bizi kovamaz. Ben onun için on beş günden beri teheccüdde dua ediyorum.”
Saadettin Başer Ağabey önümüzdeki günlerde basılacak olan hatıratında Anadolu’nun pek çok ilinde infak ruhunu aşılayan Ali Rıza Tanrısever’den söz ediyor;
“1970’li yılların sonları idi. İstanbul’da yurt yeri için bir arsa arıyorduk. Ali Rıza Bey’in böyle bir arsası olduğunu öğrendik.
Hocaefendi’nin İstanbul’a geldiği bir gün arsayı görmeye gittik. Ali Rıza Bey arsasının üç buçuk milyon lira değerinde olduğunu söylüyordu. Daha Hizmet’i pek tanımıyordu. O gün için bu çok para idi.
Bir ara Kemal ağabey biraz geride kalarak Ali Rıza Bey’e o babacan tavırlarıyla heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya başladı. Ali Rıza Bey, “Madem siz hizmet yapacaksınız, ben de para almıyorum.” dedi.
Onun aramızda olmasını çok istiyorduk. Lakin her davetimizde ya evine misafir geleceği ya da yorgun olduğu için gelemeyeceğini söylüyordu.
1979 sonbaharında İzmir’e götürmeye güç-bela ikna ettim.
Bornova’daki cuma vaazında binlerce gencin gözyaşları içinde Hocaefendi’yi dinlediğini görünce çok duygulandı.
Ege camilerinin kürsülerinden yükselen bu sesi tanıdı.
Ne zamandır aradığı sesti bu.
Bozyaka Yurdu’nun merdivenlerinden 5. Kat’a çıkarken pırıl pırıl öğrencileri gördü.
“Sadettin Bey, yapılacak en güzel hizmet işte bu.” dedi.
İstanbul’a döndükten sonra, dur-durak bilmeyen bir küheylan oldu.
Onun aramıza katılmasıyla hizmette ciddi bir inkişaf oldu.
Kendisiyle birlikte yaklaşık on yıl, her Ramazan Anadolu’nun bütün şehirlerini dolaştık.
O yıllarda, özellikle Anadolu’da Hizmet tam manasıyla tanınmıyordu.
Gittiğimiz yerdeki arkadaşlarımız, “Para istersek bir daha Hizmet’e gelmezler, para istemeyelim.” diyordu. Arkadaşlarımız kendilerine göre belki de haklıydı.
Akşam iftarda bir şehirde, ertesi akşam başka bir şehirde hatta sahurları da mümkün olduğu kadar başka şehirde oluyorduk. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerdeki öğrenci yurtlarından bahsediyor, ‘Verdiğiniz himmetlerle sizin şehrinizde yurtlar açılarak kendi evlatlarınız okuyacaklar.’ diyorduk.
Lakin bir şehirde yaşadığımız tatsız olayı bugün bile hatırladıkça hüzünlenirim.
Biz gözyaşları içinde kendimizden geçmiş, neslimize sahip çıkmaktan, evlatlarımızın barınmasından, yurtlardan bahsederken biri kalktı, ‘Sizde çok para vardır. Siz paralarınızı bize verin. Biz kendimiz çocuklarımıza yurt yaparız.’ dedi. Dünya başımıza yıkılmıştı ama yapılacak bir şey yoktu.
Samsun’daki himmet toplantısını Aslan Bey adında bir iş adamının evinde yaptık. Yan odada kadınlar da vardı.
O gece orada ateşli konuşmalar oldu.
O kadar heyecanlı ve hararetli konuşmalar yapılmasına rağmen salondan hiçbir ses çıkmadı.
Anadolu hala en derin uykudaydı.
Ali Rıza Bey çok üzüldü.
‘Arkadaşlar!’ dedi, “Tebük seferi İslam’ın en zorlu seferlerinden biriydi. Erkekler elde, avuçta ne varsa verdi. O gün Hazreti Ebu Bekir servetinin tamamını verdi.
O gün kadınlar da verdiler.
Yaygının üzeri bilezik, küpe, altınlarla doldu.
Bir kızcağız küpelerini çıkarmakta zorlandı. Resulullah bekliyor diyerek kulağından koparıp uzattı küpelerini. Yakut gibi kızardı kanlı küpeler.’
Ali Rıza Bey’in bu konuşmasından sonra yan odadaki kadınların birinden küçük bir çıkın geldi.
Erkeklerin suskunluğu ağırına gitmiş olmalı ki bir kadın kulaklarındaki küpelerini göndermiş.
Bir kâğıda da küpelerin hikayesini yazmış:
‘Bu küpeleri, gelin olurken babam anneme almış. Ben gelin olurken annem, ‘Kızım bunlar benim tek varlığım. Bunları sana veriyorum. Her hatırladığında bana dua edersin.’ dedi. Değerli abilerim, duydum ki sizler evlatlarımıza sahip çıkmak istiyorsunuz. Evlatlarımızı kaybedersek bir daha bulamayız. Bunlar bana annemin gelinliğinden kalan, benim için çok değerli olan küpeler ama anladığım kadarı ile sizin yapacağınız işler bu küpelerden daha değerli. Başka hiçbir imkânım yok. Lütfen bunları kabul edin. Benim de bu kadarcık bir yardımım olsun. Ben bunları kefen param olarak saklıyordum ama sizin yetiştireceğiniz gençler beni kefensiz bırakmaz.’
O küpeler bizimle bütün Anadolu şehirlerini dolaştı. Bir kadın yüreğinden tutuşan meşale bütün bir Anadolu’yu meşale ormanı haline getirmeye yetti. Her gittiğimiz yerde o küpeler, derinlerdeki suları uyandırmak için emme basma tulumbalara dökülen bir tutam aydınlık su oldu. Derinlere inmiş cömertlik kuyularının suları kabardı. Anadolu coştu. Toprak uyandı. O iki küpe, uzun bir kuraklık döneminden sonra bereketli yağmurları müjdeleyen iki aydınlık damla oldu. Samsun sahillerinden kopan dalgalar, büyük denizlerin büyük dalgalarına dönüştü. Kaç yanık yolcuya soğuk su oldu.
O küpeler binlerce mumu tutuşturdu.
O küpeler, Anadolu’daki dinmiş çeşmeleri harekete geçirdi. Suyu çekilmiş cömertlik pınarları, okyanusa sevdalı nehirlere dönüştü.
Çağlar değişirken, yıllar ve günler gelip geçerken Anadolu insanı tarih yazmaya başladı. O küpeler yazılan tarihin önsözü gibi oldu.
Bir ülke aydınlığa doğru, Anadolu’nun tertemiz yürekli kadınlarının kulaklarındaki küpelere, kollarındaki bileziklere vedasıyla yürüdü.
Taş taş, duvar duvar yükseldi yurtlar, okullar…
O küpeler, cennet hurilerinin kulaklarındaki küpelerden daha değerli oldu.
Kim bilir kaç öğrenciye yurt oldu, okul oldu, sıcak yuva oldu.
Ömrümde o bacımıza imrendiğim kadar hiçbir şeye imrenmedim.
Erzurumlular küpenin değerini zirveye taşıdılar. Küpeleri yüksek bir fiyatla satın alan Erzurumlu bir iş adamı, ‘Bunlar görevini fazlası ile yerine getirdi. Lütfen bunları sahibi olan Samsunlu bacımıza geri verin. Anladığım kadarı ile bunlar onun için çok değerli.’ dedi.
Yıllar sonra, 2006 senesinde Ali Rıza Bey’le Sema Hastanesi’nin koridorlarında karşılaştık. Uzun uzun o eski günleri andık.
Güney Kore’de yaşadığı bir hatırasını anlattı:
‘‘Güney Kore’deki arkadaşlarla bir salonda toplanmış sohbet ediyorduk. Kalbimdeki pilin on yıl garantisinin bittiğinin farkında değildim. Bir anda pil devreden çıktı. Kalp atışlarım otuzlara düştü. O anda aklıma gelen ilk iş cebimde ne kadar para varsa hepsini masanın üzerine boşaltarak, ‘Verin, Allah için cebinizde ne varsa verin!’ dediğimi hatırlıyorum. Sonra beni hastaneye yatırmışlar ve kalbimin pilini yenilemişler. Gördüğün gibi yaşamaya devam ediyorum ama en çok sevindiğim husus ölmek üzere iken dahi himmet vermem oldu.”
Kuzeyin bu soğuk ülkesinde kızımla karlı buzlu yollarda yürüyoruz.
Kızım çitteki kuru yaprakları gösteriyor.
Yetim çocuklar gibi birbirine tutunmuş, birbirine sokulmuşlar.
Bahara kadar o kuru yapraklar kara, buza direnecekler. Baharda yerlerini yeni çıkan yeşil yapraklara bırakacaklar.
Tıpkı yolun nereye varacağını düşünmeden gecenin en karanlığında yola çıkan fecir süvarileri gibi.
Onlar kara, buza aldırmadan sadece ilk adımlarını attılar. Gerisi kendi geldi adımların.
Hacı Kemaller, İsmail Büyükçelebiler, Abdullah Aymazlar, Mehmet Ali Şengüller, Naci Tosunlar, Ali Rıza Tanrıseverler, Yusuf Bekmezciler ve daha niceleri kara, kışa aldırmadan hep gül türküleri söylediler ve her mevsim gül yetiştirdiler.
Çizgilerini hiç değiştirmediler.
Onlarla, Anadolu insanın içindeki ölmeye yüz tutmuş merhamet, hayırseverlik, fedakârlık, başkaları için yaşama gibi nice yüce duygular yeniden dirildi.
Ellerinde umudun meşaleleri ile karanlığın üzerine üzerine koştular.
Dört nala atları ile karanlığı kovalayıp Asya bozkırlarına, Afrika çöllerine koştular. Umutla histerik bir özlem, dayanılmaz bir sabırla özgürlük gününü bekleyen mazlum milletlerin ufuklarına ışık saçtılar.
Şimdi, bu bezmi başlatan kahramanların kimi görevini hakkıyla yapmış olmanın huzuru ile bu dünyadan göçüp gitti, kimi de üzerindeki emaneti yeni omuzlara devretme telaşında.
Kim ne derse desin bu Hizmet tarihte eşi benzerine az rastlanan, yazılması oldukça zor bir destandır.
İlkler, kara, buza aldırmadan sadece ilk adımlarını attılar.
Gerisi kendi geldi adımların.