Kim Aydınlatır Karanlıkları
HARUN TOKAK
Yine yollardayız… Kuzeyin karlı-buzlu yollarında… Bahar geldiğinde nasıl olsa tabiatın bağrındaki buzlar çözülür ama biz, bizim içimizdeki buzları çözmek, birbirimizin güneşi olmak için yollardayız. Buzlu yollar bu defa bizi Selda ve Mustafa çiftinin evlerine taşıyor. Kuzeyin bu soğuk ülkesine geleli iki buçuk yıl olmuşlar.
Tarih öğretmeni olan Selda Hanım, “Hizmeti üniversitede tanıdım.” diyor. “Ablam benden önce üniversiteye gitmişti. Onun vesilesi ile hizmet yurtlarında kalmaya başladım. Öğretmen olmayı düşünmüyordum ama ablalar; ‘Öğretmene ihtiyaç var.’ dediler.
‘Peygamber mesleği.’ dediler. Öğretmenliğin fıtratıma uygun olduğunu gördüm. İstanbul’da çalıştığım okulda öğretmen arkadaşlarla okulun bütün öğrencilerin rehberliğini paylaşmıştık.
Velileri ziyaret ediyordum. Telefonla evlerin adreslerini soruyor, otobüse binip gidiyordum. Çok zevkli bir işti. Yüreğimizde hep birilerine bir şeyler anlatma sancısı vardı. Öğrencilerimin arasında kendimi çok güçlü hissediyordum. Dünyaya sığmayan bir sevinç vardı yüreğimde. Bir damla dava yüklü bir insanın kendisinden 50 kat bilgi yüklü bir dâhiden daha güçlü olduğunu biliyordum.
Aileler bana güveniyordu. ‘Hocam, evladımız sizin yanınızda her yere gidebilir.’ diyorlardı. Sonra tayinim Sarıkamış’a çıktı. Bekâr olduğum için devlet kız yurdunun idaresini de bana verdiler.
Öğrencilerim sınıfta koridorda bir şey sorduklarında ‘Odama gelebilirsiniz, orada konuşabiliriz.’ diyordum. Bu duruma çok şaşırıyorlardı. Araya mesafe koymayışım onları mutlu ediyordu.
Her fırsatı değerlendiriyorduk. İftarlar, mübarek geceler, kutlu doğum haftaları… Çocuklar bir adımla büyük mesafeler alıyordu.
İnsanları sıcaktı ama Sarıkamış çok soğuktu. ‘Bir daha soğuk yere gitmeyeceğim.’ dedim.
Büyük konuşmamak lazımmış. Şimdi de dünyanın buz tuttuğu yerdeyiz. İstanbul’da görev yaparken 15 Temmuz oldu. Açığa alındım. ‘Rızkı veren Allah’tır. ’ deyip sabrettim. Eylülde tekrar görevime iade edildim. Öğrencilerime yeniden kavuşmuştum. Çok sevinçliydim. Bir gün veli semineri vardı. Müdire Hanım beni çağırdı.
‘Tekrar açığa alındınız.’ dedi. Bu ikinci açığa alınışım çok ağırıma gitti. Aşağıda veliler bekliyordu. Ve ben onların arasından, onların gözleri önünde, gözlerim dolarak ayrıldım okuldan.
Mustafa Bey de ihraç oldu. İki sene Konya’da yaşadık. Bilinmediğimiz için rahat ettik. Kendimizi unutturmuştuk. Ancak hicret mevsimi idi. Değerlendirelim istedik. Zaten Türkiye'de yaşanılacak gibi değildi. Kötü bir şeyin olmasını beklemek o şeyi yaşamaktan daha zordu. ‘Çıkalım.’ dedik.
Bizi bu yolculukta üç şeyin beklediğini biliyorduk. Ya ölüm ya özgürlük, ya da yakalanmak. Üçüne de razı idik. Sanki kendi ülkemizin toprakları ayağımızın altından kayıyordu. Ve biz düşmemek için durmadan koşmak zorundaydık. Koştukça da elimizde avcumuzda ne varsa döküp saçıyorduk. Çıkacağımızı ailemize söyleseydik asla izin vermezlerdi. Aileler bunu kaldıramazdı. Ablama söyledim. Ablam biz geçtikten sonra söyledi aileme. Birkaç gün kendilerine gelemediler. Annem-babam depresyona girdiler. Babam kızlarına çok düşkündü.
‘Bir daha göremeyeceğim kızımı.’ diye o hasta haliyle İngiltere’deki ablamın yanına gitmişti. Buraya da gelecekti ama Corona'dan gelemedi. Geçen yıl da vefat etti. Dünya gözü ile bir daha göremedim babamı. Babamı bir daha göremeyecek olmak, hiç sönmek bilmeyen bir kor gibi öylece duruyor içimde. Babamı her hatırladığımda o kor harlanıyor. Bazı ateşler yanar, sonra söner. Ama benim içimdeki öyle değil, ateşten bir nehir gibi bedenimin her yerini dolaşıyor.
Buraya geldiğimizde yanımızda sadece 50 Euro vardı. Ama burada iyi insanlarla karşılaştık. İki gün sonra ramazandı. Günler çok uzundu. Doğanın güzelliklerini seyretmeye doyamıyor olmalı ki güneş batmak bilmiyor, ağırdan alıyordu. Bizden önce gelip de buraları yurt edinenler muhteşem iftarlar yaşattılar. İnanır mısınız, cennet böyle bir şey diye düşündüm.’’
Gece boyunca eşi Selda hanımın anlattıklarını bizimle birlikte dikkatle dinleyen ve yer yer başıyla onaylayan Mustafa Bey’e “Sizin için zor oldu mu bu süreç?’’ diyoruz. “Ben zorluklara karşı idmanlı bir evde büyüdüm.” diyor. “Babam sosyalist bir adamdı. Ama idealist bir insandı. Tam bir dava adamıydı. Sol kültüre ait ne kadar kitap varsa hepsini okumuştu. Kendini iyi yetiştirmiş sol bir entelektüeldi. Bir ara Türkiye Komünist Partisi’nin İzmir temsilciliğini de yapmıştı. Bu yüzden çok işkence gördü. Çok hapis yattı. Yılmadı. Yanındaki, yöresindeki insanlar, ‘Memleketi sen mi kurtaracaksın?’ diyorlardı. 1980 ihtilalinde şimdi bizim yaptığımız gibi o da yurt dışına kaçmış. Babadan oğula miras bu vedasız ayrılıklar bize. Babam, ben iki buçuk yaşında iken döndü Almanya’dan. Özal’ın ülkemize getirdiği özgürlük havasından yararlandı. Babam bir gün parkta köpeğini gezdirirken Birol bey adında biri geliyor yanına. Önce babamın köpeğini seviyor, okşuyor. ‘Ne güzel köpeğin var.’ diyor. Bir köpek muhabbeti başlıyor. Ayrılırken kartını veriyor. ‘Beklerim.’ diyor. Babam seviyor Birol beyi. Birkaç gün sonra iş yerine gidiyor. Birol beyin anlattıklarını, seraptan seraba koşan bir çöl yolcusu gibi içiyor ve orada içindeki cennete doğru bir yolculuk başlıyor. O tanışmadan sonra babamın dünyası değişiyor. Amudi yükselmeye başlıyor. Risale-i Nurları baştan sona bitiriyor. Hocaefendi’nin kitaplarını okuyor, kasetlerini dinliyor. Peygamber dualarını okuyor. Her gece teheccüt namazı kılmaya başlıyor. Bir buçuk, iki saat dua, ibadet ediyor sonra işe gidiyor. Aslında işe ihtiyacı yoktu. Burs vermek için gidiyordu işe.
Beni Zaman gazetesine, Sızıntı dergisine babam abone etti. Benden burs istiyordu. Babam, sol kültürdeki bütün bilgi, birikim ve dava düşüncesini Hizmet’le harmanladı. Ortaya sözünü dudaktan, gözünü budaktan sakınmayan muhteşem bir dava adamı çıktı.
2013 yılında vefat etti. Şimdi düşünüyorum da iyi ki vefat etmiş. Yoksa bu süreçte kesin hapse girer ve çok işkence görürdü. Zira sözünü asla sakınmazdı. ‘Sen yanmazsan, ben yanmazsam kim aydınlatır karanlıkları?’ derdi babam.’’
Mustafa Bey, babası ile ilgili hatıralarını anlatırken benim hayalim yıllar öncesine gitti. Hocaefendi, 1971 Muhtırası sonrasında Narlıdere Hapishanesi’nde gençliğin sol yelpazesi ile tanışıyor. Bir gün solcu gençler, çok sevdikleri İbrahim ve Nedim adındaki iki kardeşin öldürüldüğü haberini alıyorlar. Hepsi ağlamaya başlıyor. İçlerinde baygınlık geçirenler bile oluyor. Bir ara koğuşa gelen gardiyanı “Git başımızdan!" diye kovuyorlar. Daha sonra ranzaları kapının arkasına çekerek kapıları kapatıp eylem yapıyorlar. Gerilim gittikçe artıyor. Her an, her şey olabilir. Sonuçta dışarıda kavga ettikleri insanlarla aynı koğuşu paylaşıyorlar. Daha sonra gelen bir haberle biraz olsun rahatlıyorlar. Çok sevdikleri Nedim’in sağ yakalandığını öğreniyorlar. Nedim bir müddet sonra koğuşa getiriliyor. Çok kibar ve çok nazik bir devrimci olan Nedim’in vücudunda derin işkence izleri vardır. Ayaklarının altını ustura ile yararak tuz basmışlar, topuk kemiğini çıkarmışlar ama yine de konuşturamamışlar. Onun koridorda sekerek yürümesi Hocaefendi’nin yüreğini kanatıyor. Ayağının altı lime lime olan Nedim aylarca öyle topallayarak yürüyor. Arkadaşları onunla övünüyorlar.
Bir başka gün de Kadir Kaymaz adında bir devrimci genci getiriyorlar. Hocaefendi, dine uzak yaşantıları olmasına rağmen, bu gençlerdeki idealizmi ve toplum için bir şeyler yapma çabasına hayran oluyor. “Nice vatanperver, mert, dürüst, özbeöz Anadolu çocuğu vardı ki, ‘Avrupa’nın emperyalizmini kabul etmiyoruz.’ diyorlardı. Ama buna karşı olarak yanlış bir tercihle komünizmi seçmişlerdi. Onlarla bir kader birliğimiz oldu. Çok candan dostlarımız oldu. Dobra dobraydı hepsi! Öyle riyasız delikanlılar gördüm ki kafalarına Allah’ı koydun mu her biri bir sahabe gibi olurdu.”
Gece bir hayli ilerliyor. Bahar geldiğinde tabiatın bağrındaki buzların nasıl olsa çözüleceğini biliyoruz ama biz, daha şimdiden içimizdeki buzların eridiğini fark ediyoruz. Ev sahiplerinden izin istiyoruz. Buram buram Anadolu kokan evden ayrılıyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez karlar ülkesinde sahabe gibi iki insanı bırakarak düşüyoruz yine karlı buzlu yollara.