HARUN TOKAK
Güzel bir yaz günü…
Arabamız, yaz güneşinin ışıklarında yıkanan gür ormanların arasındaki hıyaban yoldan hızla ilerliyor.
Yollar, ağaçlar, yamaçlar gibi duygular da apaydın.
Yeşilin koynundaki sarı renkli eski bir şatonun önünde duruyor arabamız. Eski şatonun ahşap pencerelerinden taşan çocuk cıvıltıları karşılıyor bizi.
İçeri girdimizde bir de ne görelim.
Yaşları on üç, on dört olan yirmi kadar orta okul öğrencisi kitap okuyorlar.
Yüzleri pırıl pırıl
Sanırsınız gökteki melekler yere inmiş.
Herkesin tatil için bir yerlere gittiği bu mevsimde onlar başlarındaki ağabeyleri ile tabiatın bu müstesna köşesinde kitap okumak için bir araya gelmişler.
Vakar ve duruşuyla sanki büyümüş de küçülmüş bir öğrenci, “biz bu gurbet diyarında bir avuç insanız dünyadaki bu kadar kötülüğe karşı ne yapabiliriz” diyor.
Bu soru tabiatın bağrındaki kamp evinde sohbetini kapılarını aralıyor.
Onlarla tatlı bir sohbet başlıyor.
Birkaç gün önce de kız öğrencilerimizle bir araya gelmiştik, diyorum. Onlar benden Hocaefendi’nin bir avuç öğrenci ile başlattığı ilk kampları sordu.
Lakin ben o destansı kamplara yetişememiştim.
Mehmet Yıldız Hocamızdan yardım istedim.
“Bu kızlarımız Hocaefendi’nin ilk kamplarını soruyorlar” dedim.
“Ben Hocafendi ile ilk kampı Avcılar’ da yaptım” diyerek başladı anlatmaya;
“Kaz Dağları’nın eteklerinde Avcılar adında bir köy vardı.
Kampımız o köye yakın bir yerdeydi. Buranın manzarası cidden çok güzeldi. Geceler su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, Kur’an sesi, bazen de tatlı bir meltemle uyanırdı. Güneş bereketli zeytin ağaçlarının dalları arasından gülümseyerek yeni bir güne ‘Merhaba!’ derdi.
Kampta gün teheccüt namazı ile başlardı.
Gün teheccüdle başlasa da gecenin her saatinde etrafı tek sıra tuğlalarla çevrili olan açık hava mescidimizde gecenin her saatinde, yıldızların altında namaz kılan üç-beş insan olurdu.
Hocaefendi’nin çadırındaki ışıksa bazı geceler sabaha kadar hiç sönmezdi.
Sabah namazından sonraki ders ise 45 dakika kadar sürerdi. Sabah derslerinde Hocaefendi kitabı Zafer Ayvaz Ağabey’e okuturdu.
Zafer Ağabey üniversitede öğrenciydi.
İçinin güzelliği simasına da sinmiş, zarif bir insandı.
Biz topluca sabah dersi yaparken neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün çadır ve çardaklarımızın içine dolardı.
Güneş biraz yükselince yer sofralarının etrafına sıralanırdık.
Güneş bastırınca çamların, çınarların serinliğine sığınarak herkes kendi başına kitap okurdu.
Ağaçların dalları arasında kuş yuvaları gibi kendimize yuvalar yapmıştık. O yuvalarda kitap okumanın zevki bir başka olurdu.
Kâinat kitabının tabiat sayfası içinde kendimizi bulurduk.
Ferdi okumalardan sonra grup dersleri başlardı. Oğul veren arılar gibi öbek öbek toplanırdık. Her grubun bir sorumlusu vardı. Bizimkisi Salih Öz Ağabey’di.
Öğlen namazı yaklaştığında yaz güneşinin altında şırıl şırıl akan derenin kenarına sıralanır, paçalarımızı sıvar abdest alırdık.
Ne zaman o günleri hatırlasam aklıma hep Bedir kuyuların başındaki Sahabelerin abdest alma sahnesi gelir.
Namazdan sonra öğle yemeği yenirdi.
Yemekten sonra yine ferdi okumalar başlardı.
Ferdi kitap okuma saatinde Hocaefendi 25 kadar ilahiyat talebesine hadis ve tefsir dersi yapardı ve bunu hiç aksatmazdı. Ara sıra bu derslere ben de katılırdım.
Kampın maskotu gibiydim ama herkes kadar hatta daha fazla kitap okurdum. Hocaefendi beni her gördüğünde mutlaka bir şeyler söyler, bazan da takılırdı.
Hocaefendi’nin etrafında hilal halinde oturmuş pırıl pırıl talebeleri görünce sanki gökten melekler yere inmiş gibi gelirdi bana.
Kâinat lal kesilir, kuşlar bile sükuta bürünür o dersi dinlerdi.
Ah o dağların, o ağaçların, o derelerin bir dili olsa da anlatsa.
Nedense kitap okumaya, ders dinlemeye doyamadığımız zaman dilimleri idi.
Herkes de öyleydi ama ben kendime günde yüz sayfa hedefi koymuştum. Eksik olduğu zaman geceleri yatağa girdiğimde el feneri ışığında tamamlardım.
Günde bir sayfa da Kur’an ezberlerdim.
İkindiden sonraki ilmihal dersinden sonra gün batımına kadar serbest vakit olurdu. Ben o serbest zamanı iple çekerdim. Yorulduğumdan değil, günün guruba kaydığı o demlerde kıdemli ağabeylerin etrafına üçer beşer toplanır onları dinlerdik.
Güneşe ‘Biraz bekleseydin ne olurdu!’ dediğim zamanlar çok olurdu.
Gün battığında her bir öğrenci bir ağacın tepesine çıkar ve en az beş on yerden bir günün daha tamamlandığını haber veren ezan sesleri yükselirdi.
Koro halinde yapılan tesbihatları yakın köyler de dinler, Kaz Dağları o seslerle inlerdi.
Hocaefendi’nin Kamp Günleri yazısında dediği gibi hakikaten çok defa kendi kendimize ‘Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?’ der, hayretten düşüncelere dalardık.
Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar sönerdi. Kamp derin bir sessizliğe bürünürdü.
Benim yaşım daha on dört ya da on beşti ama ağabeyler benimle büyük bir insan gibi ilgilenirdi.
Kamptaki her ağabeyi bir yanıyla hatırlarım.
İbrahim Kocabıyık Hoca’mızın yanık ve yandırıcı sesiyle Kur’an okuyuşunu, Ali Candan Ağabey’in kendinden geçercesine namaz kılışını, Taceddin Ağabey’in Cevşen okuyuşunu, Abdullah Ağabey’in aydınlık yüzünü tamamlayan güzel gözlerini masum bir çocuk gibi kırparak Risale dersi yapışını…
Hiç unutmuyorum; bir gün bir ağabey bana, ‘Sen Gençlik Rehberi’ndeki Altıncı Mesele’yi çalışıp bana anlatabilir misin?’ dedi. Ben bir hafta boyunca içtim adeta o konuyu.
Bana ‘Mehmet kardeş ne güzel anlattın.’ Dedi.
Bir gün zeytin ağacının gövdesine dayanmış kitap okuyordum. Dalmışım. Başucumda birisinin durduğunu fark ettim, baktım Hocaefendi.
Issız bir ormanda, heybetli bir aslanla karşılaşmış yalnız bir çocuk gibi heyecandan hemen doğruldum kalktım.
Başımı önüme eğip, öylece durdum.
Başımı okşadı.
Hocaefendi bugün nasılsa o gün de öyleydi. Heybetliydi.
Bazı zamanlar Hocaefendi toplu sohbet yapardı.
Bir keresinde kul hakkından bahsetti;
‘İzinsiz, arkadaşlarınızın ayakkabılarına bassanız, herkes beş zeytin yerken siz altı yeseniz bunun hesabı ahirette sorulur…’
Hepimiz yediğimize, içtiğimize çok dikkat etmeye başladık. Kendi ayakkabılarımıza ya da terliklerimize ulaşmak için bile olsa başkasının terliğine basmaya korkar olduk.
Sanki günahlara karşı kalın bir duvar örmüştük.
Aradan 15 asır geçmesine rağmen sanki Peygamberimiz(sav) aramızdaydı ve bizimleydi. O kadar ötelere açık hale gelirdik.
Vefat edeli 15 sene olmasına rağmen, sanki Üstadımız zeytin ağaçlarının arasından çıkıp gelecek gibi olurdu.
Bugün olduğu gibi o gün de bir hayli dedikodu vardı. Muhtıra yıllarıydı. Gelirler, basarlar diye telaş doruktaydı.
O günlerde Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya başta olmak üzere bazı gazeteciler kampın yakınlarına kadar gelerek gizli gizli fotoğraf çekiyor, ‘Fethullah Gülen dağlarda şeriat kampları yapıyor.’ diye haber yapıyorlardı.
Her an her şey olabilirdi.
Bir şeyler hissetmiş olmalı ki Hocaefendi bir gün bize ‘Ashab-ı Bedir’i okuyalım.’ dedi.
Öğlen yemeğinden sonra topluca Ashab-ı Bedir'i okuduk.
Aynı gün, Hocaefendi çadırın direğine dayanmış dinlenirken gözleri kapanıyor. Yarı uyku yarı uyanık halde iken, tuğlu ve ellerinde mızrakları, sancakları ile gürül gürül bir ordu görüyor. Kampta tarlaların olduğu tarafta pür heybet duruyor.
İçlerinden birisi ‘Biz Ashab-ı Bedir’iz.’ diyor. Elinde duran kalem şeklindeki mızrağı kale kapısı gibi bir tahtaya fırlatıyor. Mızrak koca kapıyı delip geçiyor.
Daha sonra öğrendik ki kötü niyetli birileri kampa doğru gelirken tam yol ayırımına gelince kaza geçiriyor ve arabaları cayır cayır yanıyor.
Kampların kurulması, çukurların kazılması, çadır direklerinin dikilmesi, üç ay boyunca erzakının tedariki, köy minibüsü ile taşınması, dersler, sohbetler, kamp bitiminde çadırların sökülmesi, taşınması…
Derken Hocafendi çok yoruluyordu.
Bir gün bir iş adamı, ‘Bir avuç öğrenci için değer mi bu kadar yorulmaya, yüz suyu dökmeye?’ diyor.
Hocaefendi’nin cevabı muhteşemdir;
“Geleceğin dünyasını, bu bir avuç dediğiniz çocuklar kuracak.”
O kamplar hiç bitsin istemezdik.
Lakin hiç bitmesini istemediğimiz o güzel günlerin sonu gelirdi.
Çadırlar sökülürken sanki bizim içimizden de bir şeyler sökülür gibi olurdu.
Şehre döndüğümüzde, birkaç gün, birkaç hafta kendimize gelmezdik. Sanki başka bir gezene gelmiş gibi olurduk. Fakat kamp günleri gönüllerimizi o kadar doldurur taşırırdı ki her birimiz bir ateş kesilirdik. Sınıfta, sırada, yolda, sokakta, otobüste her kim yanımıza denk gelirse ona mutlaka bir şeyler anlatma gayreti içinde olurduk.”
Mehmet Yıldız Hoca’mız bir avuç öğrenci ile başlayan ve bugün o öğrencilerini dünyanın dört bir yanına göndererek okullar, yurtlar açılmasının önünü açan, iyiliğin bütün dünyaya yayılmasına zemin hazırlayan o ilk kampları o kadar güzel anlatıyordu ki hiç kimse bitsin istemiyordu.
Lakin gece de bir hayli ilerlemişti.
Bizi biz yapan biraz da çocukluğumuzda yaşadıklarımızdır.
Çocukluk anılarımız, içimizde hiç sönmeyen bir ışık gibi ömür boyu bizi takip eder.
O ışık saftır, temizdir.
Bizim karanlık dünyamızı o dupduru ışık aydınlatır.
İçimizdeki bütün ışıklar söndüğünde o bize hep gülümser.
Çocukluk anıları geçmişe tuttuğu kadar geleceğe de güçlü bir ışık tutar.
Bir gün buralara yine geldiğinizde hiçbir ize rastlamasanız da bu günlerden geriye kalmış olan bir taş bile, “Bir zamanlar buralar meleklerin aram ettiği yerlerdi.” diye haykıracaktır.
Konu kamplar olunca İsmail Büyükçelebi Hoca’mızı hatırlamamak olmazdı. Birkaç gün önce de onunla konuştum.
Yine o hiç bırakmadığı Denizli şivesi ile karşıladı beni.
Kampların kısa olmasından mustaripti.
“Hatırlıyor musun?” Dedim, “Ben ancak bir hafta kalabilirim.” deyince,
‘‘Bir hafta kamp mı olur?’’ demiştiniz.
Her zamanki o babacan bakışıyla gülümsedi.
‘‘Öle mi demişim?’’ dedi.
“İlk kampların birinde suyu çekilen bir kuyu varmış.” dedim.
“1969 yılındaki Buca kampı.” dedi, “O yaz büyük bir kuraklık vardı. Kapımızın su ihtiyacını yakınımızdaki bir kuyudan temin ediyorduk. Elektrik zaten yoktu. Fakat her geçen gün kuyunun suyu azalıyordu.
Ali Bey adında bir arkadaşımız vardı. Gündüzleri motoguzzi denilen üç tekerlekli arabasıyla akşama kadar eşya taşıyor, akşam da kampa geliyor, gece yarısına kadar yakın kuyulardan bidonlarla su taşıyorduk.
Hocaefendi bir gün ‘Şu kuyuyu bir temizleyelim. Belki suyu çoğalır.’ dedi. Biz inelim, falan dediysek de kabul etmedi.
Hocaefendi kovaya aşağıdan çamur dolduruyor biz çekiyorduk. Epeyce bir çamur çıkardık ama suyun durumunda fazla bir değişiklik olmadı.
Hocaefendi ‘Ben burada biraz kalacağım.’ dedi.
Yarım saat kadar falan kuyunun dibinde öylece kaldı. Çıktığında kan ter içindeydi.
Bir sohbet sırasında bir arkadaşımız, “Hocam kuyunun dibinde niye kaldınız?” dedi.
Hocafendi “Allah’ım!” dedim. “Geleceğin dünyasını bu çocuklar inşa edecek. Susuzluktan dolayı bu kamp dağılacaksa ne olur benim canımı al, bu kuyu benin mezarım olsun!”