HARUN TOKAK
Sarı saçlarını güz gönlünce savuran sonbahar rüzgarlarında yine yollardayız.
Her bir şeyi olgunlaştıran yaz sessiz sedasız çekip gitti.
Kış resimleri hoşuma gittiğinden midir bilemiyorum, çocukluğumda en çok kışı severdim ben ya da bana öyle gelirdi.
İlkokulda Türkan Öğretmen mevsimlerin resmini yaptırırdı.
Kış mevsimini, bacası tüten evler, pamuktan yaptığımız karlar, kardan adamlar, kartopu oynayan çocuklar anlatırdı.
Sonbaharı yaprakları dökülmüş kuru ağaçlarla anlatırdık.
Mevsimleri önce resimlerde sevdik biz.
Sonra kışı hep sevmeye devam ettim.
Kış geldiğinde hep çocukluğumu hatırlarım. Köyün bütün çocuklarıyla kar topu oynayışımızı, gelip sobanın üstünde ellerimizi, ayaklarımızı ısıtıp tekrar sokağa koştuğumuz zamanları.
Sonra zamanla daha dikkatli baktığımda ‘‘Ben yazı da seviyorum galiba.’’ dedim.
Sonbahar desen keşfedilmemiş bir ömür sanki…
Sonra daha dikkatli bakmaya başladım. Allah’ın yarattığı güzelliklere, doğanın nasıl da güzel bir denge ve uyum içinde birlikte hareket ettiğine…
Dünyanın ahengine…
Hayvanların hiç şikayet etmeden mevsimlere nasıl ayak uydurduğuna …
Sonra içime döndüm; içimde her mevsimden ayrı birer parça olduğunu fark ettim. Hepsini içime aldım ve hepsini sevgiyle kucakladım.
Anladım ki yaz olmasa bahar bir hiçti, kış olmasa sonbahar…
Hepsi birbirinden tamamen farklı oldukları halde birbirlerine kenetlenmişlerdi ve hepsi bizim içindi.
Mevsimler bize kenetlenmeyi öğretiyor.
İnsan kendi köyünden, kasabasından, kardeşlerinden uzak olunca onların hasretini gurbetteki yol arkadaşlarını ziyaret ederek gidermeye çalışıyor.
Bugüne kadar belki bine yakın kardeşimizin kapısını çaldık. Onları dinliyor, konuşuyor, karşılıklı sohbet ediyoruz.
Meriç hemen herkesin ortak kaderi. Delik botlar, azgın sular, Survivor yarışmacıları gibi çamurların içinde bata çıka yürümeler, yırtık ayakkabılar, tel örgüler, dikenli teller, silah sesleri, kirli yataklar, kırık dolaplar, ağlayan çocuklar, çocukların ağlayışına dayanamayıp ağlayan anneler…Damatlığını, gelinliğini yanında getirenler… Hemen her akşam bunlar gibi nice acılara, gözyaşlarına, yürek yangınlarına misafir oluyoruz.
Bir sonbahar akşamında Ege Şehirlerinin birinden Kuzeyin bu soğuk ülkesine sevgili eşi ve çocuklarıyla gelmiş olan Osman Bey’in hatıralarına misafir oluyoruz.
Osman Bey, “Türkiye’de, ülkemiz için, insanımız için hep koşturup duruyorduk. Gecemiz gündüzümüz yoktu.” diye başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya.
“Sevgiden bir dünya kurmaktı muradımız. Ülkemizi ve ülkemiz insanını seviyorduk. Büyük sevdalara kaptırmıştık kendimizi.
17-25 Aralık’tan sonra benim için zor günler başladı. Etrafımdaki bütün arkadaşlar tutuklandı. Yine de koşmalarımıza ara vermedik.
Ben daha üniversite son sınıftaydım. Polisler bir gün okula geldiler. Arkadaşların arasından beni alıp götürdüler.
Bir bayan polis ifademi aldı.
‘Hakkındaki her şeyi biliyoruz. Şurayı imzala ve çık, git.’ dedi.
Baktım hepsi bizim arkadaşlar.
Hasta bir ablamıza da aynı şeyi teklif ettiklerini, onun, ‘Ben kimsenin hakkına giremem.’ dediği için, ‘Öyleyse zindana girersin.’ diyerek hasta hasta içeri attıklarını duymuştum.
‘İmzalamıyorum’ dedim. ‘Ben kimsenin hakkına giremem. Madem her şeyi biliyorsunuz, bana niye imzalatıyorsunuz?’
Maksatları bizi birbirimize düşman etmekti. Bir daha birbirimizin yüzüne bakamayalım istiyorlardı. Onlar her şeylerini düşmanlık üzerine kurmuşlardı. Ama biz bütün gıdamızı sevgiden alıyorduk.
Sevgiden bir dünya kurmak için çıkmıştık yola. Bizden öncekiler kar-buz demeden yürümüşlerdi yolları. Kızgın çölleri geçmişler, okyanuslara at sürmüşler, dünyanın en ücra yerlerinde bile sevgiden kuleler kurmuşlardı.
Yol azığımız sevgiydi bizim.
Bir Hak dostunun dediği gibi, ‘Sevgi, insan ruhunda öyle derin izler bırakır ki, o uğurda yurt-yuva terk edilir. İcabında ocaklar söner ve her vâdide ayrı bir mecnun 'Leylâ!' der inler. Ruhundaki sevgiyi kavrayamamış sığ gönüller ise bu işe delilik derler...!’
Bizim sevgimiz sadece bahara has bir sevgi değildi. Biz, rüzgârın ağıtında, fırtınanın isyanında da sevmeye söz vermiştik davamızı ve birbirimizi.
Şimşekler çakarken, yıldırımlar indirmeler yaparken de... Kaderlerimizin gülistanında da, haristanında da…
Hem davamız bizim sevdamızdı. İnsanlık için ömrü gurbetlerde geçen Hüzünlü Gurbetin Sahibi bizim ikbal güneşimizdi.
Güneşten kaçılmaz, güneşe sırt dönülmezdi.
Ateşin etrafında dönüp duran ışıktan pervaneler gibi olmalıydık.
Kerbela’nın kor ateşinde yansak da, bizim yüzümüzden kimse yanmamalıydı.
Ben önüme konan belgeyi imzalamayınca hakkımda soruşturma başlattılar.
Fakat ellerinde hiçbir delil yoktu. Çarnaçar serbest bıraktılar.
Bu arada üniversiteyi bitirdim. Babamın yanında çalışmaya başladım. Babam incir, zeytin gibi işler yapıyordu.
Kasabada konu-komşu bizi konuşuyordu. Herkes yavaş yavaş bizden uzaklaştı. Bu durum beni de ailemi de çok yordu. Bu arada bir işe girebilmek için girdiğim bütün sözlü sınavlarda elendim. Meğer dosyamda gizlilik kararı varmış.
Özel okullara başvurdum. Birinde çalışmaya başladıysam da milli eğitim müdürlüğü dosyamı onaylamadı.
Milli eğitim müdürünün makamına gittim. ‘Benden ne istiyorsunuz? Neden haksızlık yapıyorsunuz?’ Dedim.
‘Sen suçlusun. Çık dışarı.’ dedi.
Kovuldum.
Zeytincilik işine devam ettim. Zeytin mevsimi bitince kuryelik yapıyordum.
Evlenmek istediğimde ailem karşı çıktı. Öyle ya ne işim vardı ne de evlenecek param. Sağ olsun kayınpederim destek oldu. 2019 yılında evlendim.
Bu arada İstinaf dosyamı onayladı. Polisler her an kasabadaki eve gelip beni alabilirdi. Kendim için değil de babam ve anam için üzülüyordum. Evin tek erkek evladıydım. Annem üzerime titriyordu. Başıma bir şey gelecek diye ödü kopuyordu. Ona daha fazla bu acıyı yaşatamazdım. Zaten kalbi dayanmazdı. Ben eli kelepçeli polislerin arasında giderken babamın yüzündeki acıyı hayal ettim, anamın halini düşündüm. Anam olduğu yere yığılır kalırdı.
Onlara bu acıyı yaşatmaya hakkım yoktu.
‘Ben gidiyorum.’ dedim.
Annem çok ağladı.
Babam her zamanki gibi vakurdu. Lakin yüzü güz gülleri gibi solgundu.
o gün evlat ayrılığının acısını babamın yüzünde, anamın gözyaşlarında gördüm.
Lakin yapılacak bir şey yoktu. Ülkemizi bize dar ettiler. Daha fazla dursak ya aklımızdan ya da canımızdan olacaktık.
Şimdi eşim ve küçük çocuklarımla kuzeyin bu soğuk ülkesindeyiz. Pişman değilim. Bin kere olsa yine aynı şeyleri yaşamak isterim. Bize zulmedenler hiçbir zaman galip gelemeyecekler. Onlar sevgiye savaş açtılar. Dünyanın en güçlü orduları sevgiyi yenemez. Onlar da yenemeyecekler. Kaybedecekler.”
Osman Bey “kaybedecekler” sözünü tek kişilik bir ordu gibi söylemişti.
Karar kesindi.
Yaşar Kemal gibi bağrı bin kere haykırdı bunu.
“Bu kötü günler geçecek Hanna, Yüreğim öyle söyledi, Üç kere ses verdi, üç bin kere bağırdı Bu kötü günler geçecek.”
Osman Bey, sevgili eşi ve çocukları ile Kuzeyin bu soğuk ülkesine düşmüş güz gülleri gibi olsa da, yüreklerinde koca bir bahar çağlıyordu.
O an anladım ki konu bir cemaatin var olma veya yok olma meselesi değildi.
Büyük davanın durumuydu.
Her bir şeyi olgunlaştıran yaz çekip gitse de, o İskandinav akşamında güzün gözyaşlarında yeni baharların çağladığını gördüm ben.
Kış resimleri hoşuma gittiğinden midir bilemiyorum çocukluğumda en çok kışı severdim ben ya da bana öyle gelirdi.
Şimdi kuzeyin bu soğuk ülkesinde güz gülleri gibi üşüyen kardeşlerimi görünce sonbahar mevsimini de çok sevmeye başladım.
Mevsimler birbirinden tamamen farklı oldukları halde birbirlerine kenetlenmişler ve hepsi bizim için.
Dün dost bildiklerimiz bizi kendilerince uçuruma yuvarladılar. Lakin biz o uçurumda bir dal yakaladık.
O dal yeni baharları fısıldıyor bize;
“Bu kötü günler geçecek”