[Harun Tokak] Senin Memleketin Burası

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

SHABER3.COM

HARUN TOKAK 


Sisli bir sonbahar sabahı.
Bir İskandinav şehrinin havaalanında ahşap bir bankın üzerinde iki kadın oturuyor. Yanlarında üç küçük çocuk var.
Havaalanı oldukça hareketli.
Gidenler, gelenler, el sallayanlar, ağlayanlar, gülenler... 
İki kadın koyu bir sohbete dalıyorlar.
Bir ara bir çocuk kadınlardan birinin yanına bir kedi gibi usulca sokularak kulağına bir şeyler söylüyor.
“Çocuk bir şey mi istiyor?” diyor genç olanı.
Kadın derin bir iç çekerek, “Anne babamı görünce nasıl sarılacağız son bir kez bir daha yapalım mı?” diyor. “Dört yıldır bunlar hep böyle, dört yıl, koca bir dört yıl, çocuklar babalarından ben de…”
“Ben de” derken sesi, rüzgâr yemiş bir dal gibi titriyor, gözleri doluyor.
Yüzü al al oluyor. Anadolu kadınlarına has utangaç bir tavırla “Ben de sevdiğim adamdan ayrıyım.”  
“Ayrılıklar olmasa nasıl bileceğiz birbirimizin kıymetini.” diyor genç kadın. ‘‘Bizi de nikah masasında iken ayırdı polisler birbirimizden. Kollarımın arasından kopardılar eşimi. Gelinliğimi yanımda getirdim. Bugün eşim de geliyor. Düğünümüzü burada yapacağız. Gurbette annesiz, babasız, akrabasız...
Gözyaşlarının silemediği acılar varmış onu anladım ben.
İnsan ne kadar güçlü olursa olsun yetemediği zamanlar varmış. Duvara tosladığı zamanlar. 
Eşim polislerin kolları arasında giderken anladım acizliğimi. Nikah masasında öylece kalakaldım.
Hiçbir şey gelmedi elimden”.
“Neyse, bugün özlemlerimiz, hasretlerimiz son buluyor.” diyor diğeri. 
Dört yıl boyunca hemen her akşam babalarına sarılma, kucağına atlama seremonileri yapıyorlar.
Çocuklarımın ardı arkası gelmeyen bu halleri yordu beni. Hem de çok yordu.
Bir gün oturdum hıçkıra hıçkıra ağladım.
‘Yavrularım yapmayın artık! İnanın yüreğim çok yoruldu.’ dedim. 
 Bizim için her şey 15 Temmuz gecesi başladı.
Yeni doğan yavrumuz Yunus Ömer hiç durmadan ağlıyordu. Ben örtünün bir ucundan eşim Yusuf da diğer ucundan tutarak sallıyorduk.
Meğer yavrumuzun ağlamaları boşuna değilmiş.
Çok geçmeden bizim beşikle birlikte bütün Türkiye sallanmaya başladı.
O gece çocuğumuzu kucağımızda sallarken terörist olduk.
Sabah bir de baktık ki bütün dünya bizim üzerimize geliyordu.
Kardeşi kardeşe düşman yapacak açıklamalar havada uçuşuyordu. 
Eşim, Ankara’da, Maltepe Dershaneleri’nde öğretmendi.
Ben, Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi’nde çalışıyordum.
Sağımızdaki, solumuzdaki arkadaşlarımız tutuklanmaya başladı.
Sıranın bize geleceğini biliyorduk.
Bir şey belli etmiyordum ama çok korkuyordum.
Sabahlara kadar gözümüzü yummuyorduk.
Nihayet bir gün eşimi tutukladılar.
Polis, eşime ‘Hanımın da tutuklanacak. Üç çocuğun var, öksüz bırakmayın.’ demiş.
İtirafçı olmak için çok zorlamışlar.
 Ara sıra görüşe gidiyordum.
Bir sabah polisler yeniden kapıya dayandılar. 
Yüksek bir kürsüde oturan bayan hâkim yaraya tuz basar gibi, ‘Meryem Yıldız! Çocuklarını ve eşinin hapiste olduğunu göz önünde bulundurarak seni tutukluyorum.’ dedi.
İçlerine düşen kin ve nefret ateşinin ne kadar harlı olduğunu görmek irkiltti beni.
Yunus Emre 26 aylıktı.
Yavuz Ali beş yaşında.
Nesibe altısındaydı. 
Çocuklar dağıldılar. Biri annemle bir şehre diğeri babaannesiyle başka bir şehre gitti.
Yunus Emre’yi yanıma aldım. İlk gece koğuşta çok ağladım. Yavrularımdan ayrılmak çok zor geldi.
Şimdi ne yapıyorlardı?
‘Annemi istiyoruz?’ diyerek ağlıyorlar mıydı?
Her çalan kapı ziline ‘Annem geldi!’ diye koşuyorlar mıydı?
Yanaklarını pencereye dayayıp beni bekliyorlar mıydı?
Koğuş arkadaşlarım beni teselli etmeye çalıştılar.
‘Ağlama, senin ağlamaların çocuğu da korkutuyor.’ dediler.
Eşimin görüşüne annemle kayınvalidem gidince eşim anlamış benim de tutuklandığımı.
Onları teselli etmeye çalışmış ama nafile. İkisi de gözleri dola dola ağlamışlar.
‘Nedir oğlum bu bizim başıma gelenler? Biz bu ülkeye ne yaptık? Ne istiyorlar sizin gibi insanlardan? Bu nasıl adalet? Bu zulüm karşısında gök kubbe neden çökmüyor? Çocuklar ‘Biz annemizi istiyoruz.’ diyorlar. Onları durduramıyoruz.’
Eşim onların yanında metin olmaya çalışsa da koğuşa dönünce salmış kendini. Ve hıçkıra hıçkıra ağlamış.
‘Yaşlı insanlar, kalp krizi geçirseler sorumlu olur muyuz?’ diye düşünmüş. 
Eşim, bir sabah koğuşta otururken gardiyan geliyor.
Eşime, ‘Gel benimle, bir imzan var.’ diyor.
Psikolog odasını görünce anlıyor bir ölüm olduğunu.
Biri gitti. Acaba kim?
Hangisi?
Annem mi, babam mı, kayınvalidem mi, kayınpederim mi?
Hepsinin yaşları altmış civarında.
‘Babam, daha dün ziyaretime geldi. Sağlığı çok iyiydi. O olamaz.’ diye düşünüyor. 
Psikolog, ‘Nasılsın, iyi misin?’ diyor.
‘İyiyim.’ diyor.
‘Baban vefat etti.’ diyorlar.
Duvarlar üstüne üstüne gelmeye başlıyor.  İnsanlar, masalar, duvarlar korkunç bir anafora tutulmuş gibi etrafında dönmeye başlıyor. Ayakta zor duruyor.
Her geldiğinde oğlunu öyle dört duvar arasında görünce gözleri dolan, “Oğlum seninle gurur duyuyorum. Sizin bir suçunuz yok. Sabredin.’ diyen baba yoktur artık.
‘Cenazeye katılmak istiyor musun?’ diyorlar eşime.
‘İstiyorum.’ diyor.
Cenazeye götürmekten maksatları hakaret etmek.
Camiye vardıklarında cenaze çoktan kabristana götürülmüştür.
Kabristana gitmesine izin vermiyorlar.
Jandarmaların kollarında eve varınca feryatlar ayyuka çıkıyor.
‘İnsan böyle zamanlarda kendini daha bir suçlu hissediyor.’ derdi eşim. ‘Dışarıda bir dolu asker, polis. İnsanlar taziyede bulunuyor. Ben ayağa kalkıyorum. On tane asker bir anda ayağa kalkıyor. Sanki kaçacağım. Garip bir taziye.’
Akşama doğru yine jandarmaların arasında koğuşa dönüyor.
Babasını ölülerin mezarında bırakarak, dirilerin mezarı olan koğuşa dönüyor. 
Tabi bunları duyunca ben de koğuşta kahroldum.
Günlerce ağladım. Zaten gözyaşlarım hiç dinmiyordu. Bir gece rüya gördüm.
Rüyamda yukarılara doğru yükseliyorum. Sanki bütün cisimler geride kalmış, sadece sesler var.
Sonra bir ses duyuyorum;
‘Allah, kimseye götüremeyeceği bir şeyi yüklemez.’
O günden sonra bir sekine sardı beni. Rahatladım.
Bir sonraki mahkemede beni serbest bıraktılar.
Eşimle görüşe gittiğimde, bana ‘Sen git, buralardan.’ dedi.
‘Çocukları da al, git. Buralar bizim yaşam alanımız değil artık.
Dosyanı yargıtay onayınca tekrar alırlar.
Çocuklar bir daha kaldıramaz bunu.’
O an hayatımızın en hazin sahnelerinden biri yaşandı.
Bir daha ne zamana görüşecektik.  Görüşmek nasip olacak mı, olmayacak mı?
Camın arkasından uzun uzun birbirimizin gözlerine bakarak vedalaştık. 
Camın öbür yanında eşim, bu yanında ben gözlerimizde, gönüllerimizde ne varsa döktük.
Bu onunla son görüşmemizdi.
Üç çocukla ölümün pusu kurduğu yolları, tarlaları, derin suları aşarak Meriç’i geçtim.
O yolculuk çok yordu beni.
Uzun ve zorlu bir Atina macerasından sonra bu İskandinav ülkesine geldik.
Bizden önce gelip de buraları yurt edinen kardeşlerimiz bizi yalnız bırakmadılar. 
Kendilerini bir anne bir baba gibi bildiğimiz eşimin akrabaları olan Serhat amcayla, Günay Abla da Türkiye’de olduğu gibi burada da bizi sahiplendiler. Yalnızlık çekmedik.
Kapı zilleri, polis otoları, siren sesleri artık bizi korkutmuyordu. 
Lakin çocuklarım hemen her gün ‘Anne, babamız ne zaman gelecek?’ diyorlardı.
Akşam olduğunda ‘Anne, babamı görünce ona nasıl sarılacağımızı, bir daha yapalım mı?’ diyorlardı.
Bu sahne hemen her akşam tekrar etmeye başladı. 
Bu durum beni çok yordu.
Biz buraya geldikten üç buçuk yıl sonra eşim hapisten çıktı.
Annesi, ‘Oğlum, sen evlatlarına kavuşmadan ölmek istemiyorum. Bir an evvel git, eşini çocuklarını bul.’ demiş.
‘Anne, sen de yalnızsın. Biraz yanında kalayım.’ dediyse de, annesi ısrar etmiş.
Atina’dan kalkan uçak Yusuf’umu da aldı geliyor.
Aradan kırk yıla bedel koca bir dört yıl geçti.
Bu anın hiç yaşanmayacağını düşünüyordum.
Seslendirmiyordum ama ‘Kavuşmak zor.’ diyordum. 
‘Kızım, insan endişeden yaratılmış.’ derdi babam. ‘Yağmur öyle bir zamanda gelir ki bütün kuraklığı, bütün umutsuzluğu alır götürür. Bu dünyanın güzel bir yer olduğuna inanmaya başlar insan.’ ’’
İki kadın ahşap bankın üzerinde konuşurken Atina’dan gelen yolcular bir nehir gibi dışarıya akmaya başlıyor.
Genç kadın, “Bizimki geldi.” diyor ve kocasına doğru koşuyor.
Daha yirmi beşindeki genç ve güzel delikanlı ile birbirlerine sarılıyorlar.
Gencin elinde siyah bir kılıf içinde bir takım elbise var.   Damatlık elbisesini yanında getirmiş olmalı.
O arada çocuklardan biri “Anne, babam!” diyor. 
Diğer çocuklar onun peşinden koşuyorlar.
‘‘Baba, baba, babam!’’ sesleri yankılanıyor.
Anneleri de çocukların peşinden koşmaya başlıyor. Işığa koşan kelebekler gibiler.
Daha otuzundaki bir genç onca karı kışı geride bıraktıktan sonra bahara doğan bir güneş gibi gülümsüyor.
O zaman anlıyorum kelebeklerin neden ışığa doğru uçtuklarını.
Çocuklar sarılıyorlar babalarına. Yılların hasreti ile bütün aile sarılıyor birbirlerine. 
Çok güzel bir an. Rönesans ressamlarının resmetmesi mümkün olmayan bir an.
Aile fotoğrafı içinde yeniden doğuyorlar. 
Yıllar önce Stockholm’de sürgünde yaşayan Abidin Dino bu anı görseydi “İşte, mutluluğun resmi.” derdi.
Genç, çocuklarının başları üzerinden eşine bakıyor.
Gülümsüyor.
Sanki bütün şehir, bütün dünya gülümsüyor.
“Yusuf’um, sen memleket kokuyorsun!” diyor genç kadın.
“Memleket mi kaldı, Meryem’im!’’
“Hüzünlerimiz yarım kaldı. Bayramlarımız yarım kaldı… Düğünlerimiz yarım kaldı… Ne varsa hepsi yarım kaldı… Yarım kalanlar bir yara gibi kanar durur içimde.
Koca memleketi bir valizin içine sığdırmıştım. Onu da kaçakçı, ‘Bot, yüklerden dolayı gitmiyor. Valizlerinizi denize atın!’ dedi.
Ben, memleketimi Ege’nin serin sularına attım da geldim.
Koca memlekete herkes sığdı. Bir biz sığamadık.”
Genç kadın eşinin elinden sıkıca tutarak kalbinin üzerine koyuyor. 
“İşte burası,” diyor. “Tam da burası… Senin memleketin burası.” 
<< Önceki Haber [Harun Tokak] Senin Memleketin Burası Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER