HARUN TOKAK
Bu Muharrem günlerinde yeniden hatırladım onu.
Sekiz yıl önce en son gördüğümde çatısı çökmüş, duvarları yarılmış, yarıklarından otlar fışkırmış bir haldeydi.
Mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar. Ama sadece bazı mekanlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyor.
Bizim köyümüzdeki Derviş Odası onlardan biridir.
Derviş Odası benim çocukluğumda özellikle kış gecelerinde bir köy akademisi gibi çalışırdı.
Yatsı namazından sonra birer ikişer camiden çıkanlar, kar ve ayaza aldırmadan paltolarının eteklerini savura savura kar kelebekleri gibi Derviş Odası’nın yolunu tutardı.
Kış geceleri, ilim ve irfanına herkesin saygı duyduğu Mehmet Hoca, “Hayber Kalesi”, “Kan Kalesi”, “Hikâye-i Kesikbaş,” “Kerbela” gibi hikayeleri manzum nesir halinde tatlı bir makamda okurdu.
Muharrem gecelerinde oda matemle dolardı.
Gece ilerledikçe, sohbet kıvamını buldukça emektar soba da köz gibi kızarır, yandıkça yanar, yokuş çıkan posta treni gibi sesler çıkarırdı.
İşte tam da o demlerde karların arasından, gecenin karanlıklarından, kitapların sayfalarından, satırların arasından Kerbela kahramanları bir bir çıkar gelirdi.
O kahramanlardan biri bir kadındı.
Susuzluktan dudakları kurumuş, gözleri suyu çekilmiş pınarlar gibi kan çanağı, üst-başı toztoprak, perperişan...
Adı Zeyneb’ti… Seyyide Zeyneb.
O benim duyduğum, dinlediğim dünyanın en kahraman kadınlarından biriydi.
Sıra Seyyide Zeyneb’in, gam kervanlarının uğrak yeri olan Kerbela’da ağabeyi İmam Hüseyin’le veda sahnesine geldiğinde Derviş Odası’nda gözyaşları sel olurdu.
Emektar soba Kerbela Çölü gibi yanarken, köz haline gelen odunlar birbirinin üstüne devrilirken, bir alev musikisi yükselirken, dışarıda gecenin siyah saçlarına ağıt ağıt kar yağarken Mehmet Hoca da sesine yeni bir akort vererek başlardı veda sahnesi anlatmaya;
“Kerbela’da çadırda hasta yatan Zeynü’l Abidin’den ve İmam Hüseyin’den başka hiçbir erkek kalmamıştır.
Ehl-i Beyt’in bütün körpe delikanlıları çadırların önünde kanlı sülünler gibi cansız yatmaktadır.
İşte o an İmam Hüseyin, Seyyide Zeyneb’in omuzlarından tutar;
‘Zeyneb, Bacım!’ der, ‘Ağabeylerinin annesi, annemiz... Çocuklar ve kadınlar sana emanet! Yükün çok ağır biliyorum ama sen İmam Ali’nin kızısın, güçlü olmalısın. Benden sonra kalanların sancaktarı sen olacaksın. Kerbela zulmünü dünyaya sen duyuracaksın. Hatta cihandan öte, arzdan arşa kadar göğün her katı senin ahınla inleyecek. Kerbela zulmü ve direnişi senin adınla yâd edilecek. Sen dayanıklı olmalısın. Yeğenlerin ve kız kardeşlerin sana emanet. Kadınları, çocukları ve Zeynü’l Abidin’i çadırdan hiç çıkarma. Şehitler nasıl onurluca dövüştüler ve dimdik durdularsa siz de öylece durun. Dik durduğunuzda, teslim olmadığınızda yenilen onlar olacaktır. Bizim kanlarımız çöllere akarken, sizin kanlarınız da yüreğinize aksın. Biliyorum bu ölmekten daha zordur. Fakat bu zoru başarmak zorundasınız. Şehitlerin yüzünü sizin onurlu duruşunuz güldürecektir. Haydi, şimdi büyük çadıra girin ve Allah’a emanet olun. Hakkınızı helal edin…’
İmam Hüseyin, kızgın kumların üzerinde kanlar içinde cansız yatan Ehl-i Beyt delikanlılarına son kez bakar.
Koca İmam o an, Kerbela cehenneminde bir başına kaldığını fark eder.
Sonra Zülcenah’a atlar ve alevlerin arasına dalar gibi düşman saflarına dalar, gözden kaybolur.
Çok geçmeden Zülcenah sırtına saplanmış oklarla kirpiye döner. Bembeyaz bedeninden oluk oluk kan boşanır.
İmam Hüseyin de ondan farksızdır.
Daha fazla direnemez ve kızgın kumların üzerine düşer.
Çadırlarda feryat arşa yükselir.
Zülcenah sırtı boş bir halde kişneyerek çadırlara doğru koşar.
Seyyide Zeyneb, “Zülcenah! Hüseyin’im nerede?” der.
Kurulduğu günden beri varlık alemi böyle hazin bir manzaraya şahit olmamıştır. Felekler hiç bu kadar yanmamış, yıldızlar hiç bu kadar gözyaşı dökmemiştir.
Toplam yetmiş iki yiğidin kanıyla kıpkızıldır ufuklar.
Hazreti Hüseyin’in şehadetinden sonra çapulcular, ellerinde mızrak, kılıç ve meşalelerle çadırlara dalarlar.
Seyyide Zeyneb’in başından örtüyü, Ümmü Gülsüm’ün kulağından küpeyi bile alırlar. Ümmü Gülsüm’ün kulağını yırtarlar.
Ardından son çadırları da ateşe verirler.
Ev halkının, evi değil, gök kubbenin altında sığınacakları bir çadırı bile yoktur.
Zorla sevdiklerinden koparılarak develere bindirilen kadınlar ve çocuklar develerden atlayıp şehitlere doğru koşarlar, cansız cesetlere sarılırlar.
Sonsuza dek onlarla olmak, onlarla kalmak isterler.
Güneşin taze ışıkları altındaki manzara cidden çok hazindir.
Ağabeyi İmam Hüseyin’in başsız bedenine kapanan Seyyide Zeyneb’in feryatları arşı titretir.
‘Allah’ım! Bu kurbanı bizden kabul et!”
Ehl-i Beyt kadınları ve kızları Kufe Valisi Ubeydullah’ın huzuruna çıkarılır.
Vali, Seyyide Zeyneb’e seslenir…
‘Allah senin ev halkından taşkınlık ve azgınlıkta direnenleri ve ileri gidenleri böyle yok ederek içimin derdini giderdi.’
Seyyide Zeyneb o en ıstıraplı anında bile çok güçlüdür. Zalim bir valinin karşısında dişi bir kaplan kesilir, yüreği yiğitleşir;
‘Sen yetişmiş yiğitlerimizi yok ettin, ev halkımı yok ettin. Eğer senin derdin bunlarla iyileşebiliyor, için rahatlayabiliyorsa iyileş ve rahatla bakalım.’
Vali, Kerbela’dan tek sağ kalan Zeynül Abidin’i öldürmek isteyince yeğenine sarılarak kükrer;
‘Beni öldürmeden onu öldüremezsin!’
Kendisine emanet edilen Ehl-i Beyt körpelerini korumak için başını korkusuzca kılıca uzatmaktan çekinmez.
Kerbela kasırgası, onu kudretli bir kale haline getirir.
Ehl-i Beyt kadınları ve çocukları birkaç gün daha Kufe’de kaldıktan sonra Yezit’e götürülmek üzere Şam’a doğru yola çıkarılır.
Babaları İmam Ali’nin Kufe yakınlarındaki mezarına bile uğramalarına izin verilmez.
Hayat nasıl bir şeydir.
Çöllerde evsiz, yurtsuz kadınlar, çocuklar…
Aylardır yürümekten şişen, patlayan, kanayan ayaklar…
Güneş kavruğu yüzler, yuvalarına kaçmış gözler, genç yaşta bükülmüş beller, kumdan bir canlı gibi düşe kalka hareket eden taze bedenler...
Günlerden beri küfelerin içinde, güneşin bağrında, kum fırtınaları arasında yol alan çocukların haline yürek dayanacak gibi değildir.
Kafilenin düşe kalka ilerlediği bir gün, sıcakla buğulanmış çöl ufkunda bir manastır görünür.
Bu manastırın genç ve oldukça güzel rahibesi karşılar kafileyi.
Kafilede esir muamelesi gören kadınların kim olduklarını öğrenince kafileyi sevk eden askerlere;
‘Siz ey Müslümanlar! Siz kendi peygamberinizin torunlarının kafasını kesip, kızlarını da böyle elleri bağlı olarak bir zalimin sarayına mı götürüyorsunuz? Yazıklar olsun size! Cehennem ateşi size azdır. İslam sizin kanlı ellerinizle kirlenmiştir. Kerbela denilen çöl, Müslümanların utancı ve yüz karası olacaktır. Asırlar sonra bile kimse bu vahşetle hesaplaşmaya cesaret edemeyecektir. İsa’ya ihanet edenlerle ve onu çarmıha gerenlerle bizim hesaplaşmamızın hiç de kolay olmadığı gibi.’
Kafile komutanı Şimir şeytanı, bu sözlerden etkilenecek biri değildir.
Pişkin pişkin sırıtır.
Ehl-i Beyt kadınları Yezid’in huzuruna çıkarılır.
İmam Hüseyin’in kesik başı gelse de kendisi gelmemiştir.
Seyyide Zeyneb’in Yezid’e karşı yaptığı konuşma sarayın sütunlarını sarsar;
‘Ey Yezit! Bizi aç ve sefil bıraktığına, bağlanmış ve zincire vurulmuş halimizle huzurunda bizi el pençe divan durdurmakla, bizi zavallı tutsaklar durumuna düşürdüğüne ya da bu yolla bizim üstümüzde egemenlik kurduğuna mı inanıyorsun?
Sizin kadınlarınız perdelerin ardına saklanacak da Resulullah’ın kızları tutsak edilecek ve pazar pazar, kapı kapı dolaştırılıp halka teşhir edilecek, öyle mi? Senin kaprislerin yüzünden şehir şehir dolaştırıldık.
Eli iş tutan bir erkeğimiz yok ki yardıma gelsin, bir yakınımız yok ki imdada yetişsin.
Ey Yezit!
Senin defterini dürmek için yalnızca Allah kâfidir; davacın, dedem Allah’ın Resulü olacaktır.
Seni devlete başkan yapanlar ve Müslümanların sırtına zorba saltanatını saranlar çok geçmeden görecekler başlarına nelerin geleceğini.
Ey Yezit!
Gerçek çehreni saklamak istediğin için istediğin kadar hileye başvur.
Kitabını bize indiren Allah üzerine yemin ederim ki ne bizim ışığımızı söndürmeye gücün yetecek ne de bize karşı giriştiğin iğrenç ve alçakça yaptığın rezaletleri silip yok etmeye gücün yetecektir.
Şehitleri mutlu sona ve mağfirete kavuşturan Allah’a hamd ediyor ve Allah’ın nice nimetlerine kavuşmalarını diliyorum’
Seyyide Zeyneb’in bu sözleri, Ehl-i Beyt meşalesinin sönmediğini, sönmeyeceğini, Kerbela mateminden muhteşem bir medeniyet doğacağını haykırıyordu.
Bu sözler, Kerbela kasırgasında titrek bir kandil gibi kalan Ehl-i Beyt ışığının, yeniden bir meşale ormanı haline gelebilmek için kahraman bir kadının yiğit yüreğine sığındığını gösteriyordu.
Kadınların önsezileri güçlüdür ve onlar medeniyetlerin taşıyıcılarıdır.
Yezit, Seyyide Zeyneb’in sözleri karşısında kendi sarayında rezil duruma düşer.
Yezit, Kerbela’nın başına bela olacağı endişesiyle Ehl-i Beyt kadın ve çocuklarını Medine’ye gönderme kararı alır.
Uçsuz bucaksız çöllerde yine aylarca sürecek bir yolculuk başlar.
Aylar önce çıktıkları Medine’ye dönerler.
Seyyide Zeyneb, koyu karanlık gecelerdeki korkunç fırtınalarda, dümeni kırılmış, direkleri çökmüş Ehl-i Beyt gemisini, bütün bütün dağılıp gitmekten kurtaran, sağa sola savrulan parçalarını yeniden derleyip toparlayarak o aydınlık gemiyi, asırların fırtınalı okyanuslarına yeniden salan kahraman bir kaptandır.
O herkesin elinde tutmaktan korktuğu bir zamanda yüreği ile sönmeye yüz tutan meşaleyi yeniden tutuşturan ve matemlerden medeniyet çıkaran bir kahramandır.”
İşte bu ve bunun gibi nice hikayeleri dinlediğim Derviş Odası’nı bu Muharrem ayında yeniden hatırladım.
Mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğuyorlar, belli bir süre yaşıyorlar, sonra ölüyorlar ama sadece bazı mekanlar ve bazı insanlar öldükten sonra da yaşamaya devam ediyor.
İşte fukara köyümüzdeki Derviş Odası onlardan biridir.
Bu mütevazı oda Muharrem gecelerinde tepeden tırnağa matem kesilirdi.
Gece ilerledikçe, sohbet kıvamını buldukça emektar soba da köz gibi kızarır, yandıkça yanar, yokuş çıkan posta treni gibi sesler çıkarırdı.
İşte tam da o demlerde karların arasından, gecenin karanlıklarından, kitapların sayfalarından, satırların arasından kahramanlar bir bir çıkar gelirdi.
O kahramanların arasında bir de kadın vardı.
O, İmam Ali’nin soylu kızı Zeyneb’ti...
Seyyide Zeyneb