HARUN TOKAK
Bir gurbet iftarına yetişmek için yine yollardayız.
Güneşin son kızıl ışıkları vuruyor karşı tepelere.
Ağaçlar, bahçeler bahar kokuyor, her taraf Ramazan kokuyor.
Tıpkı İstanbul gibi bu şehirde de bahar asıl leylak, erguvan ve zambakla başlıyor.
Geçtiğimiz yollarda erguvanların, leylakların her bahar bestelenen ve rengi dışında hiçbir notası birbirine benzemeyen müziğini dinliyoruz.
Sanki Bebek koyunda, sanki Çamlıca eteklerindeyiz.
Sanki Sultan Ahmet şenliklerine, sanki Süleymaniye’ye gidiyoruz.
Mor salkımlar gibi buram buram memleket kokuyor kalbimiz.
Bu mevsim memleket kokuları, bahar kokuları, Ramazan kokuları bir birbirine karışıyor.
Bahar kokuları, Ramazan kokuları kuşatıyor sancılı zamanlarımızı.
Bitmeyen sancılarımız, kangren olmuş yaralarımız, coğrafyamızda ve ülkemizde tükenmez dertlerimiz olsa da kutsal anların kuşatmasında olduğumuzun farkındayız.
Bulunduğumuz gurbet şehirlerinin üzerine akşam inince minarelerden ezanlar yükselmese de bir iftar akşamına koşmanın buruk coşkusu var içimizde.
Nisan çiçeklerinin narin yapraklarından, ateş ağaçlarının gümrah dallarından, leylak ve yaseminlerin eşsiz renklerinden, bahar naraları yükseliyor.
Gurbetteki bu garib duyguları bizi oldukça renkli bir iftar sofrasına taşıyor.
Kimi Suriyeli, kimi Cezayirli, kimi Mısırlı...
Yüz yıl önce aynı toprakların çocukları olan bizler, gurbetteki bir iftar sofrasında bir aradayız.
Hepsi çok değerli, hepsi alim insanlar…
Tatlı bir ezan sesi bir günün daha tamamlandığını haber veriyor.
Önce hurma ve su ile oruçlar açılıyor. Sonra topluca akşam namazı kılınıyor.
Yemekten sonra çay faslı başlıyor.
Ramazan ve iftar etrafında dönüp dolaşıyor sohbet.
Her konuşmacının ortak söylemi, “Bizi bir araya getirmekle ne iyi ettiniz.” oluyor.
Onları davet eden Hakan Bey’i çok seviyorlar.
“Onun, içindeki aydınlığın yansıdığı siması bizi çok etkiledi.” diyorlar.
En uzun konuşmayı siyah saçlarının aydınlık yüzünü harelediği Suriyeli Doktor Nidal yapıyor;
“Peygamberimiz buyuruyor ki” diye başlıyor sözlerine.
"Şüphesiz ki, Cennet, bir sene boyunca Ramazan ayının girmesi için süslenir.
Ramazan’ın ilk gecesi olunca “Müsire” denilen bir rüzgâr, Arş’ın altından eser.
Cennet ağaçlarının yaprağı ve kapılarının halkaları şiddetle sallanır ve bundan dolayı tatlı bir ses işitilir ki, duyanlar bundan daha güzelini hiç işitmemişlerdir.
Köşklerinin balkonlarına çıkan huriler derler ki:
‘Ey cennetin bekçisi olan Rıdvan! Bu gece nedir?’
Rıdvan adlı melek saygıyla cevap verir:
‘Bu gece, Ramazan ayının ilk gecesidir. Muhammed’in (s.a.v) ümmetinden oruç tutanlar için cennetin kapıları açıldı.
Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Kıyamet Gününde o kapıdan ancak oruç tutmuş olanlar girer, o kapıdan başka hiç kimse giremez.
O vakit, ‘Dünyada iken oruç tutmuş olanlar nerededir?’ diye bir ses yükselir. Oruçlular cennete o kapıdan girerler. Oruçluların en son kalanı da girince kapı kapatılır. Artık başka hiç kimsenin girmesine müsaade edilmez. O kapıdan kim cennete girerse ebedi olarak susuzluk çekmez.
Çok namaz kılanlar namaz kapısından çağrılır.
Mücahitler cihat kapısından çağrılır.
Sadaka sahipleri de sadaka kapısından davet edilir.’
Hazreti Ebu Bekir merakla sorar;
‘Babam, anam sana feda olsun ya Resulallah! Bir kişi bu kapıların hepsinden davet olunur mu?’
‘Evet, hepsinden davet olunur.’ der Allah’ın Rasulü ve sonra da ilave eder, “Ey Ebu Bekir, umarım ki, sen de o bahtiyarlardan olasın.’
Kadir gecesi olunca Allah (c.c) Cebrail’e emreder.
Cebrail, meleklerle beraber yanlarında yeşil bir sancakla yeryüzüne inerler. Sancağı Kâbe’nin üzerine dikerler.
Melek Cebrail bu gece melekleri teşvik eder. Onlar da her ayakta durana, oturana, namaz kılana ve zikredene selâm verirler ve onlarla musafaha ederler. Yaptıkları dualara “ min” derler.
Bu iş, tan yeri ağarıncaya kadar devam eder. Tan yeri ağarınca Cebrail:
‘Ey melekler topluluğu! Haydin gidiyoruz.’ der.
Melekler, ‘Ya Cebrail, Allah Teâlâ Muhammed ümmetinden olan mü’minlerin ihtiyaçlarını ne yaptı?’ derler.
Melek Cebrail cevap verir…
‘İçki içmeye devam eden, ana-babasına âsi olan, akrabalık bağlarını gözetmeyen ve insanlar arasındaki dostluk bağlarını kesen, fitne ve fesat çıkartan kimseler dışında Allah Teâlâ, bu gece müminlere rahmet nazarıyla baktı ve onları affedip bağışladı.’’
Suriyeli doktor hadislerden harmanladığı içli ve duygulu konuşmasını, “Birkaç gün sonra Kadir gecesi ama onu Ramazanın son on gününde aramak lazım.” diye sürdürüyor:
‘‘Bundan on beş asır önce yine böyle bir Ramazan gecesiydi…
O yıllarda dünya hiç de iç açıcı bir yer değildi. Çıldırdığı zaman dilimlerindeydi. Vahşet, anarşi ve terör bütün cihanı sarmıştı. İnsanın duyarsızlığı ile perişan olan hayvanların ürpertici sesleri yırtıyordu karanlıkları. Göz gözü görmüyordu.
Güllerin Efendisi, Hira’da günlerce kalıyor, insana insanca yaşama hakkının tanındığı bir dünya için yakarıyor, acz ve fakrın diliyle Rabbine iltica ediyor, bir ışık bekliyordu.
O, zifiri karanlık gecelerde, bu en sarp uçurumların başında, bir hüzün çiçeği gibi büküyordu boynunu. Zamanın ıssız dilimlerinde, günlerce bir başına kalarak bütün insanlık adına af ve inayet diliyordu.
Günler güzelliklere gebeydi.
Ve bir seher vakti…
Hayat suyu çöllerin ve dağların kılcallarında kaynamaya başladı. Çiçekler damlıyordu gecenin parmaklarından. Mekke, o güne kadar kimsenin görmediği bir düşe hazırlanıyordu.
Havada bir olağanüstülük vardı. Muştular vardı ötelerden. Semavî taklar kurulmuştu geceye.
Melekler kafileler halinde yeryüzüne inmeye başladı. Üstelik o kadar çok melek, o kadar ciddi bir arzu ile iniyordu ki hep birlikte bir turnikeden geçiyorlarmış gibi bir sıkışıklık ve zorluk yaşıyorlardı. Ve bu iniş, şafak sökünceye kadar devam etti.
Çöl yağmur kokuyordu.
Kutsal dağ Hira, dolgun bir ay ışığının altında, efsunlu gölgelerin hükümranlığında, süt buğusu mavi tüllerin arkasında etrafına pırıltılı gülücükler saçarken birden gök kapıları açıldı ve minör kıpırtılarla, ritmik hışırtılarla, usta, uyanık çıkışlarla ihtişamlı sonsuzluk senfonisi yeniden duyulmaya başladı.
Canlı, cansız bütün varlıklar o sese kulak kesildi. Bir anda bütün cihanı ötelerden gelen tatlı bir tebessüm gibi yağmur serinliği kapladı.
Diriliş başladı.
O gece, kadri yüce bir geceydi.’’
Daha bir asır önce aynı coğrafyanın insanları ile güzel bir gece geçiriyoruz.
Sık sık görüşelim temennileri ile ayrılıyoruz.
Havada yağmur kokusu var.
Gecenin parmaklarından çiçekler dökülüyor.
Ağaçlar, bahçeler bahar kokuyor, her taraf Ramazan kokuyor.
Tıpkı İstanbul gibi bu şehirde de bahar asıl leylak, erguvan ve zambakla başlıyor.
Her birinin mora çalan renge göz kırpması şehre ayrı bir güzellik veriyor.
Geçtiğimiz yollarda erguvanların, leylakların her bahar bestelenen ve rengi dışında hiçbir notası birbirine benzemeyen müziğini dinliyoruz.
Sanki Bebek koyunda, sanki Çamlıca eteklerindeyiz. Sanki Sultan Ahmet şenliklerine, sanki Süleymaniye’ye gidiyoruz.
Bu mevsim memleket kokuları, bahar kokuları, Ramazan kokuları birbirlerine karışıyor.
Soluksuz akan gündemlere, can sıkıcı haberlere nisan yağmurlarının bereket sağan kokuları değiyor.
Havada yağmur kokusu var.
Kim bilir belki de bu gece Kadir gecesi…
Kutsal geceyi aramayı ve anmayı unutma ey yolcu. Olur ki rastlarsın, olur ki bir anın değer o gecenin tılsımlı kanatlarına.
Ve an gelir gözyaşın ırmak olur gecenin mübarek zamanlarına akar da yeniden bir diriliş başlar ve yeni baharlar gelir.