Hayatımın en zor geçen iki saati
Yazmak mı daha hayırlı susmak mı? Çok düşündüm. Uyuyamadım düşünmekten. Bana bunca gözyaşını döktüren, annemin içine ateş salan, insanların kafasına yüzlerce soru işareti atan böyle bir olay karşısında susmanın anlamı bir yere kadar geldi benimle. Sonra “yaz” dedi içim. Kafamdan geçenleri gönlümden akıp gidenleri ya durup öylece izleyecektim ya da insanların az çok haberdar olması için elimden geleni yapacak, kalemimin gücü yettiğince yazacaktım.
Ben üzülünce ne yapacağımı bilemem hemen ağlamak gelir. Gözyaşları gelir destek için bir bir. Kendimi ifade edemem. Sorulan soruları, konuşulanları algılayamam doğru düzgün. Mantıklı cümleler kuramaz öylece kalakalırım. O gün de öyle oldu. Daha gün doğmamıştı ki kapımızı çaldılar. Rüya mı gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken eşimi emniyete götürdüler. Polislerin polis olduğunu algılayamayışım ve onların kargo için geldiklerini zannetmem durumdan ne kadar bihaber olduğumu kanıtlar sanırım. “Bu saatte postanın gelmesi çok saçma” diye kendi kendime konuşup bir taraftan da başörtümü alıp eteğimi giyerken eşimle sonradan polis olduklarını anlayacağım adamların konuşmasını dinlemeye çalıştım. “Üstüne rahat bir şeyler giy yanına bir şey alma” dediklerinde yavaş yavaş ayılıyordum. Eşim odaya gelip gardırobun önünde bir sağa bir sola “ne giyeyim” diye dolaşırken onun da kendine gelemediğini anlamıştım. Altına kot pantolonunu giyerken eşimin ellerinin titremeye başladığını fark ettim. Hiçbir şey diyemedim o da demedi.
Götürdüler eşimi. Sabah altı buçuktan sekiz buçuğa yatakta öylece oturdum. Hayatımın en zor geçen iki saatinde her şeyi düşündüm. Hayatımızı didik didik ettim. Suçumuz neydi? İyi yaşamaya çalışmaktan, daha iyi kul olma, daha iyi insan olma çabası göstermekten başka ne yapmıştık? Hayatımın her döneminde dürüst olmaya çalıştım, kimsenin hakkını yememeye fazlasıyla özen gösterdim. Daima mazlûmun ve mağdurun yanında durdum. Hakk’a daha iyi nasıl hizmet edilir onun yollarını aradım. Ne yapıyorsam Allah’ın rızasını kazanmak için yapmaya çalıştım. Doğruyu bulmak için mücadele verdim. Belki sesimi çok çıkaramadım, ama nerede durduğumu belli ettim hep. Ya eşim. O ne yapmıştı peki? Terörist şüphelisi olarak sabah güneş doğmadan site görevlisi ayağa kaldırılarak “Bu adam burada mı oturuyor?” diye fotoğrafla aranacak kadar ne yapmıştı? Tanıştığımızda iyi niyetini sorgularken zamanla daha da iyi yürekli olduğunu öğrendiğim adamın terörist şüphelisi sıfatıyla evimizden karga tulumba götürülmesi elbette içime dokunuyor. Alış veriş kasasında, banka kuyruğunda “hak” algısıyla daima hassas davranan, çirkeflere karşı sadece susup “ya sabır” çeken, hayatı boyunca dişiyle tırnağıyla daima mücadele vererek çalışan insanın terörist sıfatıyla yaftalanması, elbette içine dokunuyor.
***
Yazacak o kadar çok şey var ki nasıl devam edeyim bilmiyorum. Eşimin nezarette kaldığı süre zarfında baronun atadığı avukatla görüştüm. Eşimin emniyette verdiği ifadesinin örneğini bürosundan alabileceğimizi söyledi. Yaklaşık bir saat konuştuk. OHAL sürecinin sıkıntısından bahsetti avukat. Eşimin dosyasının temiz olduğunu ancak bu süreçte yapılabilecek çok fazla bir şey olmadığını söylüyordu. “Kimse yok mu?”ya bir dönem telefonla beş lira bağış yapan birinin altı aydır cezaevinde, Ankaralı bir iş adamının bir defa Bank Asya’yla çek alış verişinde bulunduğu için aynı şekilde aylardır cezaevinde olduğunu birebir avukatın ağzından dinlemiştik. Çok hikâye vardı. Ve bu hikâyeler puzzle parçası gibi birleştiğinde bütünü görmeyi sağlıyordu. Aslında puzzle parçasından farklı olarak tek başlarına da anlamlıydı bu hikâyeler. Vicdanları sorgulamayı sağlıyordu en önemlisi. Ama bazı insanlar bu hikâyeleri görüp okuyamayacak kadar körleşmişti. Bakara Sûresi 18. Âyeti (Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, doğru yola dönmezler) doğruluyorlardı. Daha ne kadar mağduriyet görmeleri gerekirdi hakkı ve doğruyu görebilmek için bilmiyorum. Ama benim yaşadığım gibi binlerce insanın mağduriyeti yetmemişti durumu görmelerine...
Eşim dört gün nezarette kaldıktan sonra tutuklu yargılanmak üzere Sincan Cezaevine alındı. Haberi avukattan duyduğumda Ankara Adliyesi başıma yıkılırken insanın hayatta ne zor acılara katlanabildiğini fark ettim. O zamana kadar üzüldüğüm her şey boşunaymış gibi geldi. Ne saçma şeylere üzülmüşüm meğer. İnsanı en çok üzen şey “masum bir insanın çektiği ve çekeceği çileye şahit olmak” dedim o an. Acının bendeki karşılığı buydu çünkü. Mahkemenin karar sonuçlarını bekleyen on iki kişiden üçü tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalırken, kalanların tutuklu yargılanmasına karar verilmişti. Daha önce haberlerden duyduğum “itirafçı olma” ve “isim verme” meselesinin gerçek olduğunu sürecin içindeyken anladım. Eşim suçlu ise neden birinin ismini vererek çıkıyordu. Komiserler, avukatlar hatta hâkimler dahi “isim ver çık” diyordu. Neyin itirafçısı olup, kimin ismini verecekti eşim? Teröristliğe dair ne yapmıştı? Ve ne tür bir iftira ile kimleri ateşe atacaktı? Yanımda benim gibi eşi tutuklu yargılanan genç kadının ağlama sesleri zihnimde bir yerlerde öylece yankılanıp durdu. Aynı şekilde başka bir genç kadın bayılıp fenalaşırken ben nasıl bir hâldeydim hatırlamıyorum bile. Fenalaşan kadın için gelen ambulansın ışıklarında kayboldum bir süre ağlayamadım. Hiç geçmeyeceğini düşündüğüm bir yumruk oturdu içime. Fonda ağlama sesleri… Sonra “Yavrummm” sesiyle kendime geldim. Kayınvalidemle kayınpederimin varlığını unutmuştum. Kalktım hemen. Ağlıyordu annem. Yıllarca emek ve duâlarla büyüttüğü oğlunu köyde çiftçi olup sıkıntı çekmesin, okuyup kendini kurtarsın diye şehre göndermişti. Otuz yaşına gelince suçsuz yere siyasî bir dâvâ uğruna cezaevine alsınlar diye değil. Babam köşeye çökmüş sessiz sessiz düşünüyordu. Bir adamın ağlamaklı halleriyle her zaman karşılaşmazsınız. Ben hem eşimin hem babamın hem de kayınpederimin ağlamasına bu süreçte şahit oldum. Altmış beş yaşında sırtına bir yük daha binerken kayınpederimin biraz daha çöktüğünü gördüm o gün adliyede. Öylece kalakaldık üçümüz de. Sabahtan akşama beklediğimiz adliyeden güzel haberlerle çıkacağımızdan emindik. Hukuk ve adalet sistemindeki bozukluğa bir günde birebir şahit olsak da umutsuz olmanın Müslümana yakışmayacağını telkin ediyorduk kendimize ve birbirimize.
Çok sancılar çekiliyordu. Bu sancıyı sadece ben çekmiyordum elbette. Ancak payıma düşen sancı da sabrımı fazlasıyla zorluyordu. Bu düzen böyle devam edemezdi. Her kış baharın habercisiydi. Gece gündüzü de barındırıyordu içinde. Her şey geçecekti. Önemli olan süreci nasıl geçirdiğin, sabır sınavında nasıl mücadele verdiğin ve mazlûmun yanında durup durmadığındı. On sekiz gün olmuştu. Bu yaşadığım üç hafta içinde olgunluk merdiveninin basamaklarını üçer beşer çıkıyordum. Ve insanı pişiren tek şey acıydı. İnsanlığın her döneminde yaşanan sıkıntıları, zulümleri okuyorduk, ancak hakikî olarak pişmek yaşamakla oluyordu. İnsan yaşamadan da doğruyu yanlışı görebiliyor, akıl vasıtasıyla mazlûm ve zalimi ayırt edebiliyordu, ancak manevî anlamdaki değişim, göğüsteki daralma ve genişleme hissi, yaşanılan binlerce duygu değişikliği sadece bu sürecin içinde olmakla kazanılıyordu. Allah’ın bizim sabrımızı denediğine eminim. Olgunlaşmamız için bize fırsat verdiğine, bu yaşadıklarımızın günahlarımıza kefaret olacağına da itimadım tam. Çünkü başka türlü yaşamak mümkün görünmüyor. Yarın ne olacağını, eşine ne zaman kavuşacağını bilemeden, suçsuz, günahsız yere özgürlüğü elinden alınan insanlar için hiçbir şey yapamadan beklemek çok zor. Umarım bu yazdıklarım mağduriyetlerin giderilmesine bir nebze de olsa katkıda bulunur.
Güzel günler görebilmek duâsıyla. Allah’a emanet olun…
YENİ ASYA / Mağdur Kürsüsü