Fethullah Gülen Hocaefendi, askerden sonra Edirne’ye dönmüş, yeni vazifesine dört kolla sarılmış, heyecanla işe başlamıştı. Tam o sırada Edirne'ye yeni bir müftü geldi. 1964 yılının Ekim ayında Suat Yıldırım Hoca, Diyarbakır'dan Edirne'ye müftü olarak atandı. Hocaefendi ve Suat Yıldırım Bey çok güzel anlaşıp kaynaştılar.
Hocaefendi, o günleri şöyle anlatıyor: “Bu arada Suat Bey de Edirne'ye müftü olarak geldi. Değişik yönlere çekilmesin diye ona ayrı bir ev tuttuk. Ben de ayrı bir evde kalıyorum. Ancak ikimizin evi de çok kötü ve hırpani idi.
Bir gün erkenden Suat Bey'i ziyarete gittim. Bana: "Bu evde çok pire var, bir türlü uyuyamadım" dedi. Ben de "İki odalı başka bir ev bulalım, odanın birinde siz, diğerinde ben kalırım" dedim. Bir ev bulduk. Yaşlıca bir kadının eviydi. Altlı üstlü iki odası var. Bir kenara da mutfak gibi bir şey sıkıştırılmış. Tam bir bülbül yuvası. Biz ikimiz gidince kadın çığlığı kopardı. "Bana bir kişi dendi, siz iki kişisiniz. Katiyyen olmaz, istemem de istemem..." Kadının bizi bir dövmediği kaldı.
Hemen yeni bir ev bulduk. İlk giriş salon gibi bir yere açılıyor. Yan yana iki odası var. Merdiven altında da bir mutfak. Helası, yukarıda oturan ev sahipleriyle müşterek ve bahçenin bir köşesinde. Kim helaya gidecek olsa, herkes tarafından görülüyor. Odanın birine Suat Bey, diğerine ben yerleştim. Ben o kötü evden, Suat Bey de pireli yerden kurtulmuş olduk.”
Prof. Dr. Suat Yıldırım Hoca, hatıralarında o günlere şöyle değiniyor:
‘Hassasiyetime dokunmayacak, rahatsız etmeyecek bir samimiyet ve şefkatle bana bir ağabey gibi davranıyordu. Bununla beraber, Müftü olmam itibariyle, kendisinden beş yaş küçük olmama rağmen, ayrıca bir saygı göstermekten asla geri kalmıyordu. Hemen bütün hizmetlerde bana fırsat bırakmayacak tarzda önce kendisi davranırdı. Sobayı yakmak, yemek hazırlamak, bulaşık yıkamak, evi temizlemekte hep önce davranırdı.
Hocaefendi karaciğerinden rahatsızdı. Bu rahatsızlık sebebiyle alerjisi vardı. Her yemeği yiyemezdi. Kaşıntılarının çok şiddetli olduğunu söylüyordu. Bazen, sinirlendiği veya kendisini rahatsız edecek bir tavır gördüğünde bu alerjik durum azar ve onu günlerce kaşındırırdı. Hatta, çok kere vücudu kanadığında çamaşırlarını değiştirmek zorunda kalırdı. O günün iptidai şartları düşünülecek olursa, günde birkaç defa çamaşır değiştirme zorunda kalmak, tahammül edilecek bir şey değildi. Hele kışın çamaşır yıkamak başlı başına bir çileydi. Hocaefendi ise, temizliğe karşı çok hassastı. Bazen muhatapları onun ruh halini anlamaz ve çok kaba davranırlardı. Bu durum onu fevkalade rahatsız eder; fakat muhatabının kalbini kırmamak için susardı. Tabii ki, onun bu susuşu birkaç gün kaşınması demekti. Hatta bazen kendisi espri yapardı. "Bu gece de senin için kaşınayım" derdi.
Başkaları için geçerli olduğunu düşünmese de kendi nefsi için geçerli olmak üzere şöyle dediğini hatırlıyorum:
"Nefsime güvenemediğimden, ilk gençliğimden beri Rabbime dua ettim: "Çevremdekileri rahatsız etmeksizin beni rahat bırakmayacak bir sıkıntıyı benden eksik etme" diye. Bu alerjik sıkıntımı, bu kabilden kabul ediyorum".
Değişik bir şahsiyeti olduğu her halinden belli idi. Dini takva dairesinde, yiyecek içeceğine son derece dikkatli, çok temiz ve tertipli, evine olduğu gibi giyimine de dikkat eden bir kişi idi. Evin bütün işlerini o yapardı. Bunu severek ve samimiyetle yapıyordu. Ben elimi bir işe uzatsam mani olur ve benden evvel davranıp o işi kendisi yapardı.
Altı ay kadar aynı evde beraber kaldık. Bu zaman zarfında, bir kere dahi, onun zahiren aşırı görülebilecek yarenliğe varan tavrını görmedim. Bana hep "Müftü Efendi" diye hitap ederdi. Halbuki ben, hem yaşça hem de ilim itibariyle ondan küçüktüm. Ve onun yanında katiyen müftü olduğumu hatırlamazdım. Gün geçtikçe kendisine karşı saygım artıyor, asla eksilmiyordu. Fakat buna rağmen, o hep bana karşı hürmetkar davranıyordu. Bu, onun asaletinden gelen bir davranış tarzıydı. Katiyen suni ve yapmacık değildi.
Dostluğu da hep ölçülüydü. Samimiyeti hep belli bir seviyede tutmasını gayet iyi bilirdi. Diyebilirim ki, bugün kendisinde müşahede ettiğimiz, dengeli hareket, kendisinde o zaman da aynen vardı. O gün için dikkatimi çeken ve hala çekmeye devam eden bir hususiyeti daha vardı. Katiyen, kimsenin karşısına yatak kıyafetiyle çıkmazdı. Ben ne beraber kaldığım süre içinde ne de ondan sonraki devrede katiyen kendisini yatak kıyafetiyle pijamalı vaziyette görmedim. Bu belki küçük bir ayrıntı gibi gelebilir. Fakat, bence çok nadir insanda bulunan bir hususiyettir.
Askere gitmeden simsiyah olan saçları, askerden sonra büyük bir kısmıyla beyazlamıştı. Bunun askerde gördüğü sıkıntılardan olduğunu söylerdi. Bu ve benzeri hususiyetleriyle, sıradan bir insan olmadığı intibaını veriyordu. Birkaç aylık beraberliğimiz esnasında bunu ben de yakından gördüm. Kendi yaşından çok olgun davranıyordu ve sıradan bir hoca değildi.
Bir insanı anlayıp tanımada, beş altı ay gibi bir süre aynı yerde kalmak yeterlidir sanırım. Hocaefendi için de durum aynıdır. Ben gün geçtikçe ve onu yakından tanıma fırsatı buldukça, ihlas, samimiyet, diğergamlık, hasbilik ve mürüvvet gibi mümtaz vasıfları onda fazlasıyla gördüm. Ve kendi kendime, bu insanla ebedi dostluk yapılır dedim. Çünkü o, hakikaten, dikkat çekecek kadar terbiyeli ve nezaketli bir insandı. İyi bir aile terbiyesi gördüğü her halinden belli oluyordu. Afif bir hayat yaşıyordu. Dünya malına ehemmiyet vermiyordu. Aldığı maaşın yarısını, okuttuğu bazı talebelere dağıtırdı. Onlara hediyeler alır ve gönüllerini kazanmaya gayret gösterirdi. Bütün bunları da sırf Allah için yapıyordu.
Çok defa büyük görünen insanlar, onlarla beraber olup mahremiyetlerine nüfuz edildikçe, onların zannedildiği kadar büyük olmadıkları ortaya çıkar ve birçokları bu durumlarda hayal kırıklığına uğrar. Halbuki hakiki büyük zatlarda durum tamamen aksi bir seyir takip eder. Onları tanıdıkça büyüklükleri artar. Hocaefendi'nin bende bıraktığı intiba da öyle oldu. Onunla beraber kaldıkça kendisine olan saygı ve güvenim arttı.
Hocaefendi'ye, ben orada bulunduğum sırada da benden önceki devrelerde de birçokları için cazip gelebilecek evlenme teklifleri yapılmıştı. Edirne'nin en zengin ve soylu ailelerinden teklifler geldi. O bunların hiçbirini kabul etmedi
Fethullah Gülen'in resmi görevi Kur'an Kursu Öğretmenliği idi. Fakat fiilen kursta fazla çalışamıyordu. Zira orada vazifeli bir başka hoca, bir meşrebe mensup olup inhisarcı davranışla hareket ediyor, o da onunla niza çıkarmak istemiyordu. Kendisinde hayatı boyunca uyguladığı bir prensibi o zamandan beri uyguluyordu: Ona göre; dine, ilme, hayra hizmet eden insanlar arasında çekişme doğru değildir. Hizmet eden biri varsa ona rakip olmanın mânâsı yoktur. Onun yaptığından daha iyisini yapma imkanına sahip olsa bile, rekabeti terk etmek ve başka bir hizmet alanı bulmak gerekir. Zira birbirleriyle lüzumsuz rekabet edenler müspet hareketi muhafaza edemezler, bunun sonu iyi olmaz ve Allah Teala'nın tevfiki de birbiriyle ihtilaf edenlere gelmez. Tevfik-i İlahiyi celbeden, müminlerin vifakıdır. İşte bu şuurla Kur'an Kursundaki hizmeti öteki hocaya bırakıp kendisi başka hizmet sahası bulmaya yöneliyordu. Ona mukabil fahri vaizlik yetkisi olduğundan muntazaman vaaz ediyordu. Ayrıca imamlık kadrosu olmayan Darülhadis Camii'nde günde beş vakit namaz kıldırıyordu.’
Sıkıntılı Günler
Ramazan bayramı yaklaşmıştı. Hocaefendi, bayram tebrik kartı bastırmak istedi. Zira, o zamanlar bayram kutlama kartları önemli bir işleve sahipti. Diğer taraftan, bu kartın sıradan olmayıp hiç değilse azıcık bir mesaj taşımasını, böylece gönderdiği arkadaşlara bir teselli vermesini de düşünmüştü. Bunu da başka bir ifade kullanmaksızın, sadece bir hadis-i şerif mealini nakletmekle yapacaktı. Tebriğin arkasına da Habbab b. Eret hadisini yazdı:
"Habbab b. Eret (R.A) anlatıyor: Allah Rasulü, Kâbe'nin duvarının dibine oturmuş, düşünüyordu. Başını da örtmüştü. Yanına vardım ya Rasullallah, dua etmez misin Allah'a bize yardım etsin " dedim. Bunun üzerine Allah Rasulü, kaşlarını çattı ve şu mealde konuştu:
Siz de ıstırap mı çekiyorsunuz. Allah'a yemin ederim sizden evvel insanlar, sırf inançlarından dolayı alınır, hendeklere yatırılır, demir testerelerle biçilirdi ve yine dinlerinden dönen olmazdı. Yine sizden evvelki o insanların demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılır da yine onlar dinlerinden dönmezdi. Allah'a yemin ederim, Allah bu dini tamamlayacaktır; fakat siz acele ediyorsunuz..." (Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 29; Menakıb, 25)
Kartın bir tarafına bu hadisi, öteki tarafına tebrik cümlesi ile adresi yazıp matbaaya verdi. Matbaanın bildirdiği vakitte kartları almaya giden Fethullah Gülen Hocaefendi, basılan kartların Emniyet görevlisi tarafından alındığını hayretle öğrendi.
Matbaacı, kanun gereği bu tebriklerinden bir nüshasını göndermişti savcılığa. Derken, emniyette, adliyede kızıl-kıyamet kopmuştu.
Gece vakti, hafif hafif kar yağıyordu. Hocaefendi, dışarda bir gürültü duydu. Pencereden baktı, Resul Bey ve yanında tayfası... Hemen baskın olacağını anladı ve onlara göre mahzurlu sayılan kitapları kütüphanenin arka tarafına attı. Kapı çalındı, açtı Hocaefendi. Gelenler her tarafı aradılar, pek bir şey bulamadılar. ‘Öbür odayı da arayalım’ dediler. Hocaefendi: "Orası Müftü Efendi'nin odası, benimle alakası yok" dedi. İnsaflı insanlardı, ısrar etmediler ve Hocaefendi’yi alıp emniyete götürdüler. Resul Bey, Hocaefendi’nin askere gitmeden önce Edirne’de tanıdığı birisiydi. Hatta, onun merdiven boşluğuna itilmesini o önlemişti. Ancak Emniyet müdürü kesin emir verince Hocaefendi’yi almaya o gelmişti.
Emniyet müdürü genç birisiydi ve mütecavizdi. Toyluğunu çalım ile örtmeye çalışan bir tip... Kendisinin bayram tebriği için getirildiğini sandı Hocaefendi; ancak esas sebebi orada anladı. Emniyet müdürü, Kur'an kursu mütevellisi tarafından iyice doldurulmuştu. Ve esas baskını onlar yaptırmıştı. Müdür, Hocaefendi’ye: "Bak, Fethullah! Seni son defa ikaz ediyorum. Sen talebe ile meşgul olmayacaksın. Aksi halde buraya tekrar alır ve ne yapacağımı da bir ben bilirim bir de Allah bilir!" dedi. Hocaefendi de "Burada kuvvetlisin, yaparsın. Ama bir de bu yerin altı var. Seninle orada hesaplaşırız" diyerek cevap verdi.
Bir de başkomiser vardı orada. Gece gündüz sarhoş birisiydi. O da Hocaefendi’yi hesaba çekti. Yazdırdığı bayram tebriğini vatana ihanet olarak vasıflandırıyordu. Ayrıca, Kadir gecesinde, arkadaşlarıyla çok samimi bir hava içinde geceyi geçirdikten sonra, birbirilerine gayet içten ve yürekten sarılıp ağlayışlarının da hesabını vermek zorunda kalmıştı Hocaefendi.
Niçin bu kadar samimi imişler? Ve niçin hıçkıra hıçkıra ağlamışlar? Hocaefendi’nin bunlardan dahi hesaba çekildiği o günler, cidden zor günlerdi.
“Herkes dinî yaşantısının kadrine kıymetine göre belalara maruz kalır. Dini güçlü olanın maruz kaldığı bela da güçlü; dini zayıf olanın maruz kaldığı bela da zayıf olur.” (Hâkim, el-Müstedrek 1/99)
Fethullah Gülen Hocaefendi o günlere ait hatıralarını şöyle anlatıyor:
“Dar’ül Hadis Camiine, birkaç hâkim ve bir de savcı gelip gitmeye başladılar. Savcı Erzincanlı bir adam. Adı Selçuk. Cumadan sonra, “Selçuk Bey sizi bekliyor” dediler. Uygunsuz şeyler söyleyeceğini tahmin ettiğim için dışarıya çıkmadım. Diyeceklerini hissetmiş gibiydim. Bir bekçi gönderip beni adliyeye çağırttı. Uzun boylu konuştuk, bana: “Sen korkunç bir sistem düşmanısın. İsimleri açıktan söylemiyorsun; fakat ben senin konuştuklarından bunu rahatlıkla anlıyorum. Hep maziyi methediyor ve şimdiki hali kötülüyorsun. Halbuki, sende çok güzel bir konuşma kabiliyeti var. Başkasının kağıttan okuduğunu sen irticalen konuşabiliyorsun. Aslında bu kabiliyetini müsbet yönde de kullanabilirsin. Fakat sen…” dedi, bazı telkinlerde bulundu.”
Önünüze Bakın
Hocaefendi, askerden önce olduğu gibi Hüseyin Efendi'nin ısrarıyla bazı salı günleri kadınlara vaaz veriyordu. Vaaza çıkmadan bir hafta evvelinden sakalını bırakıyor ve vaaza sakallı olarak çıkıyordu. Bir iki defa da kadınlara "Ben konuşurken, önünüze bakın, benim yüzüme bakmayın!" demişti. Sorgu hâkimi bunu da mesele yaptı ve “Şuna bak, kadınlara: Bana bakmayın, önünüze bakın!’ demiş” şeklinde, esasen din adına Hocaefendi’nin lehinde olan bir sözü, tamamen saptırarak aleyhine bir delil gibi kullanmaya kalktı. Bir de kadınlardan istihbarat adına çalışanlar olacağı o güne kadar Hocaefendi’nin aklına hiç gelmemişti. Bu sorgu sırasında anladı ki, onlardan da istihbarat adına çalışanlar var ve bu salı vaazlarına gelip gidiyorlar...
Hâkim, tebrikleri müsadere etti. Milleti ayaklandırmaya matuf bildiri saydı ve sorgulamadan sonra Hocaefendi’yi bıraktı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bir başka yargılama mevzusunu ise şöyle anlatıyor:
“Suat Bey’in isteği üzerine bayramda Eski Camii’de vaaz verdim. Hutbeyi de caminin imamı Ekrem Hoca okudu. Konuştuğum şeylerde rahatsız edecek bir şey de yoktu. Biraz içki hakkında da konuşmuş olabilirim. Yalnız, şunları söylediğimi hatırlıyorum: "İçkiler artık cami duvarlarının dibinde içiliyor... Eğer bu gençliğe bir dur denmez ve bunlar İslami ölçüler içinde terbiye edilmezse, yakında babalarının kafataslarıyla şarab içerler. Ey adliyeci arkadaş, sen adaletli olursan, bir senen senelerce ibadet hükmüne geçer. Muallim arkadaş, bu milletin geleceğini bayraklaştıracak nesiller senin elinde. Onları iyi yetiştir..." Şimdi, bu sözlerde ne var? Önce bir vak'ayı anlatıyorsun. Herhangi bir şahsı hedef alıp da söylenmiş sözler de değil bunlar. Ama gel gör ki, bütün bu sözler mahkemede karşıma çıkarıldı. "Kim babasının kafatasında şarab içmiş?" gibi manasız sorgulamalara gidildi. Bir de benim her sınıf insana ayrı ayrı seslenişim, bölücülük kabul edildi. Niçin ayrı ayrı; adliyeci, muallim, esnaf, tüccar, demişim!.. Allah Allah! Bugün herkes böyle konuşuyor!..
Ekrem Hocaefendi'nin konuşmaları da benim üzerime yıkıldı. O da çok şiddetli konuşmuştu.
O gün camiye gelip vaaz dinleyenler çok rencide olmuşlar. Sadece bayram namazı için gelenlerle günlük cemaatın arasında ve söylenenleri değerlendirmede dahi çok büyük farklılıklar göze çarptığını bu hadise münasebetiyle daha iyi anlamış oldum. Hiç ümit etmediğim, daha önceden tanışıklığımız olan kişilerden bazıları bile o günkü konuşmaları hazmedememiş, hatta birisi "evimize yaralı olarak dönüyoruz" gibi, tarizlerde bulunmuştu...
On beş kadar amme şahidi gelip mahkemede aleyhimize şehadet etti. Bizi müdafaa eden şahitler de vardı. Onlardan birinin de istihbarat hesabına çalıştığını daha sonra öğrendik. Sözde mahkemede bizim lehimize konuşuyordu. Halbuki, aleyhimize rapor hazırlayanlardan biri oydu.
Bizim lehimize konuşanlardan Rıfat Bey, diye bir şahıs vardı. Daha önceleri çok kötü bir hayat yaşayan ve daha sonra İslami hayata dönen bu zat Edirne ileri gelenleri tarafından tanınıp saygı duyulan bir kişiliğe sahipti. Mahkemede lehimize konuşması, mahkeme heyeti üzerine çok ciddi tesir etmişti.
O gün söylediklerinden hatırımda kalan şu sözü oldu: "Sayın hâkimler, geçmişimin nasıl olduğunu çok iyi bilirsiniz. Kale içinde içip nara attığım zaman herkesin ödü kopardı. Ben de bir devlet memuruyum. O zaman öyle idim. Şimdi de gördüğünüz gibi böyleyim. Benim bu dönüşüm bu arkadaşlar sayesinde oldu. Oraya gidip geldim ve kendimi bulup idrak ettim. Bütün kötülüklerden kurtuldum.."
Daha önce hâkimlerle savcılarla beraber yiyip içen Rıfat Bey, bizim Dar'ül Hadis camiinde yaptığımız sohbetlere devam etmiş ve Cenab-ı Hakk da onu hidayete erdirmişti. Ondaki bu ani değişiklik bütün Edirneli tarafından ilgiyle izlenmişti. Uzun boylu, görkemli bir insandı. Tabii ki onun söyledikleri o gün için çok mühimdi. Ve daha sonra da bu sözlerin tesirini görecektik.
Ancak, mahkeme aleyhte konuşanların sözüne daha çok itibar ediyordu. Mahkeme heyetinin bize karşı tavrı çok sert ve haşindi.
Sanat Okulu'nun müdürü aleyhte konuşanlardan biriydi. Sözde ben, "Şuraları basmalı, bunlara şöyle yapmalı.." gibi sözler söylemişim. Mahkeme heyetinden izin istedim ve "Bu şahsa sorun bakalım, şu, şu sözleri de söylemiş miyim?" dedim. Bu sözler daha ziyade huzur ve sükun adına söylediğim sözlerdi. Sorulunca adam: "Hoparlör bazen cızırtı yapıyordu, duymadım." dedi. Ben yine kalkıp " Hoparlör hep benim aleyhime olacak sözlerde çalışıp lehimde olacak sözlerde cızırtı mı yapıyordu? Çelişkisi bu kadar açık olan bir kişinin söyledikleri dinlenemez ve itibara alınamaz" dedim. Adam kararıp kaldı ve hiçbir şey söyleyemedi.
Bir hazine avukatı vardı. Çok defa teravih namazını benim arkamda kılardı. Birkaç defa da beni iftar yemeğine götürmüştü. Tanışırdık. O da aleyhime şehadet etmeye gelmişti. Hakim, beni göstererek "Bunu tanıyor musun?" diye sorunca yüzüme baktı ve "Tanımıyorum" dedi. Ardından da "Camiye girdim. Camide bir ihtilal havası vardı. Sarığının ucunu yana sarkıtmış veryansın ediyordu." dedi.
Israrla söz istedim. Nihayet razı oldular. Ayağa kalktım ve şunları söyledim: "Sayın avukatın sözleri hakkında bir şeyler arz etmek istiyorum. Değerlendirmenizi ona göre yapın. "Bu şahıs, senelerce benim arkamda teravih namazı kılmıştır. Bunun yüzlerce şahidi vardır. Salim Arıcı ile beni kaç defa iftar yemeğine götürmüştür. Sonra hatırımda kalmayacak kadar çok sayıda bir yere oturup çay içmişizdir. Şimdi, bir insan arkasında teravih kıldığı, beraber aynı sofrada yemek yiyip aynı masada çay içtiği birini "Ben tanımıyorum" derse, onun diğer sözlerine de ancak o kadar itimat edilir.
Ben bunları söyleyince, adam heyecanlandı, "Tanıyorum" dedi. Sonra da kaşkolunu tutup mahkeme salonunu terk etti. Bütün bu olanlar hep bizim adımıza zaferdi. Mahkeme uzun süre devam etti. Bana on seneye yakın bir ceza düşünülüyordu. Zaten vaizlik vesikamı da almışlardı. Artık vaaz edemiyordum. Bütün bunlar Ferit Kubat'ın başının altından çıkıyordu...”
Ferid Kubat o sırada Edirne valisiydi. Daha sonra da 12 Mart'ta İçişleri Bakanlığı yapmıştı. Hocaefendi’ye karşı dopdoluydu. Kinini gayzını adeta kusacak yer arardı. Bir defasında bütün din görevlilerini toplamıştı. Hocaefendi de gitmişti. Vali orada onun gözünün içine baka baka ve herkesin anlayacağı şekilde: "İçinizde bazı aşağılık hainler var. Bunları ezeceksiniz..." diyordu.
Vali, Hocaefendi’nin yakasını bırakmıyordu. Bu arada Suat Yıldırım Hoca, altı ay kadar Edirne'de kaldıktan sonra mecburen askere ayrıldı. Askerliği Tuzla Piyade Okulu’na çıkmıştı. Hocaefendi’nin vefası, onu Edirne'den yolcu etmeye müsaade etmedi. Ona refakat edip, birkaç aktarma yaptıktan sonra, Tuzla'ya kadar gitti. Beraberce kışlaya girdiler. Hocaefendi Suat Hoca’yı yeni muhitine alıştıracak kadar kaldıktan sonra mecburen ayrılıp Edirne'ye döndü. Fakat, “Gençliğimin alımlı çalımlı döneminin geçtiği yer” diye tanımladığı Edirne’de kalmanın tadı kaçmıştı artık.
Vali Ferit Kubat, çok zulüm ediyordu. Sol bir dünya görüşüne sahip Vali Kubat’ın gözünde Hocaefendi’yi “hain” yapan şey, onun aktif bir hoca olmasıydı. Hocaefendi’yi sürekli takip ve baskı altında tutuyordu. Aktif olarak insanlığa hizmet eden gönüller, daima hazımsızlıkla karşılanmıştır. Düşmanlık duygularıyla esirip duranların kini, öfkesi düşmanlıklarına verilebilir belki; ama vefasız dostların hazımsızlığına ise söylenecek bir tek bir kelime bulunamaz. Onların o hazımsızlığı daha derin ve sınır tanımayan bir nefreti, haseti barındırır.
Ferit Kubat’ın hayatının sonu da öncekiler gibi çok perişan geçmiştir. Kendileriyle aynı düşünceyi paylaştığı insanları kovalayıp durmuştur. Ölümü de hayatının sonu gibi son derece ibret vericidir. Ferit Kubat, bir ara izine ayrılınca Hocaefendi bunu fırsat bilip o da ayrıldı.
Hocaefendi’nin gayesi Edirne'den başka bir yere tayinini yaptırmaktı. Çünkü Edirne kendisi için artık sadece bir kâbus olmuştu. Emniyet Müdürü, "Kursta talebe okutmayacaksın" diye tazyik ediyor; vali elinden vaizlik vesikasını alarak, vaaz etmesine mani oluyordu... Ve o tek başına bütün bunlarla mücadele etmek zorunda kalıyordu...
Ankara'ya gitti. Orada Yaşar Hoca ile karşılaştı. Yaşar Hoca o sıralarda İzmir'deydi. O da bir iş için Ankara’ya gelmişti. Durumunu kendisine anlattı Hocaefendi. Bu dönemde Diyanette Özlük İşleri Müdürü Yaşar Gökten Bey'di. Bir de ona gidip durumu izah ettiler, fikrini aldılar. O da Hocaefendi’nin Edirne'de kalması için ısrar etti. Hocaefendi ise Kırklareli'ne gitmek istediğini söyledi ve isteğinde ısrar etti.
Bunun üzerine iki belge hazırlandı. Biri alakayı kestiğine, diğeri de yeni vazifeye başlamasına dairdi. Onları eline alıp Edirne'ye döndü Hocaefendi. Bu sırada, Ferit Kubat, Edirne'den ayrılmıştı.
Ferit Kubat’tan boşalan Edirne Valiliği’ne Nail Memik adında, cumaları da kılan, yumuşak tabiatlı bir vali yardımcısı vekalet ediyordu... Kendince başından bir sıkıntıyı defetmek için olsa gerek, Nail Memik, Hocaefendi’nin tayin belgesini hemen imzaladı. Elinden vesikanın alınmış olmasını hiç mesele yapmadı. Hocaefendi, Edirne'den ayrılsın da ne olursa olsun, razı gibiydi... Fakat kaderin cilvesi, bir müddet sonra Nail Memik de Kırklareli Valiliği’ne tayin edilecekti.