Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Hesap vermeye hazır mıyız?
Allah (cc), canlı cansız bütün yarattığı varlıklar içinden insanı, sütün kaymağı gibi hârika bir varlık olarak intihab etmiştir. İnsan; aklıyla, irâdesiyle, şuuruyla, kalbi ve beyniyle, kan dolaşımı, sinir sistemi ve bunların vücuttaki fonksiyonlarıyla, mîdesi, bağırsakları, el-ayak, dil-dudak ve bütün uzuvlarıyla hârika bir varlıktır.
Bakara sûresi 152.âyette Cenâb-ı Hak; “Öyleyse siz Beni zikredin ki, Bende sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin” buyurmaktadır.
Küre-i Arz sofrasında saymakla bitiremeyeceğimiz; rengi, tadı, güzelliği ayrı Allah’ın nâmütenâhî nimetlerine karşı, acaba ne kadar şükrediyoruz? Aynı zamanda, maddî mânevî bizlere emânet edilen paha biçilmez kıymet ve değerdeki lâtifeler ve uzuvlara karşı, mülkün hakikî sâhibi Allah’a (cc) hesap vermeye ne kadar hazırız?
Böylesine mükemmel bir varlık olan insan, yaratılışının şuurunda olmalı, dünyâya niçin gönderildiğinin idrâkiyle hareket etme gayreti içinde bulunmalıdır.
Yüce ve kutsî bir dâvâyı temsil eden ve onun sorumluluğunu omuzunda taşıyan inanmış bir gönlün en birinci vazîfesi de, Rabbini tanıyıp sevmesi, emir ve yasaklarına saygıda kusur etmemesi, sonra da O’nu tanıtıp sevdirmesidir.
Allah tarafından Hz. dem’den (as) Hz.Muhammed’e (sav) kadar, gönderilen bütün peygamberlerin gönderiliş gâyesi; hakkı temsil edip muhtaç gönüllere gerçekleri duyurmak olmuşdur.
Cenâb-ı Hak Bakara Sûresi 151.âyette; “Size âyetlerimizi okuması, sizi tertemiz hâle getirmesi, size kitap ve hikmeti ve bilmediğiniz nice şeyleri öğretmesi için sizden birini elçi gönderdik.”
Tevbe sûresi 128.âyette de; “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” buyurmaktadır.
Buna rağmen Efendimiz’in (sav) vazîfesi tebliğdi. Mâide sûresi 99.âyette; “Peygambere düşen sorumluluk, sâdece tebliğ etmektir. Allah, sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilir” buyurmuş olmasına rağmen, Allah Rasûlü (sav), insanlara Allah’ı anlatabilmesi, sevdirebilmesi için âdeta kendini parçalıyordu.
Bu mevzûda Şuâra sûresi 3.âyette Cenâb-ı Hakk; “(Habibim) Onlar îman etmiyor diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin.” beyan buyururken;
Kasas sûresi 56.âyette de; “(Habibim) Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder. O, hidâyete gelecek olanları pek iyi bilir.” buyuruyor.
Demek ki, kimin îmâna liyâkatı varsa, Allah onu hidâyete erdirir. Hiçbir kimse sevdiklerinin kalbine îman koyma yetkisine sâhip değildir. Hangi kalbin îmâna liyâkatı olduğunu Allah’tan başka kimse bilemediği için; önemli olan hakkı tebliğle vazîfeli başta Peygamberler ve sonra vârisleri, sebeplerde kusur etmeyerek, kavl-i leyyinle herkese hakkı duyurmakla muvazzaf ve mükelleftirler.
O Nebîler Sultânı ki(sav), ümmetinin îmanla şereflenebilmesi için büyük sıkıntılara katlanmış, aslî vazîfesinin öneminden dolayı dünyâ nimetlerine kalben bağlanmamış, hiçbir zaman onlara tenezzül ve tevessül etmemiştir.
Allah (cc) O’nu (sav), Mi’raç’la, Cennet ve Cemâlullah’la şereflendirmiş olmasına rağmen, oralara takılıp kalmamış; -yokluk, açlık, çile, ıztırab, her türlü hakâret, alay, istihzâ ve netîcede emr-i ilâhi ile hicrete mecbur kalma pahasına- dünyâya, ümmetinin arasına geri gelmiştir. Tâ ki, onların ellerinden tutsun, Allah’ın Cennet ve Cemâlüllah’la şereflendirdiği o yüce makam ve mevkîleri ümmetine de kazandırabilsin.
Efendiler Efendisi Efendimiz (sav), 23 sene gibi kısa bir zaman diliminde, kendisine gönül veren ve îmanla şereflenen ümmmetini, bedeviyetten medeniyete çıkarmış, cehâletten kurtarıp -aklıyla, kalbiyle, ruhuyla- insanlığın zirvesine ulaştırmış, onları kıyâmete kadar beşere rehber, muallim ve model hâline getirmiştir.
Ehl-i îman için gâye dünyâ değildir. Gâye; dünyâda küfür ve dalâlet yangınından, âhiret hayâtı adına ise, insanları cehennemden kurtarmaktır. Onun için mü’minler bütün gücünü, muhtaç olanlara Allah’ı ve Resûlullah’ı sevdirebilmek için, îman ve Kur’an hizmetine adamak zorundadırlar. Bu vesîleyle saâdet-i dâreyn -dünya ve ahiret saâdetini- kazanma imkanını elde edebilirler.
Efendimiz (sav); ‘İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, îmar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!’ (Tirmizi) buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Hak Enfal sûresi 20.âyette; “Ey îman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin, Kur’ân’ı ve Resûlüllah’ın öğütlerini işitip dururken ondan yüzçevirmeyin.”
Nisa sûresi 69.âyette; “Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nîmetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, sâlih kişilerle berâber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar!”
Bakara sûresi 143.âyette; “Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şâhit olsun....”
Al-i İmrân sûresi 110.âyette de; “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız...” buyurmaktadır.
Mü’min, ölümle sona erecek dünyânın fâni şeylerine gönlünü kaptırmamalı, dâima ıslahçı olarak Hakk’ı muhtaç gönüllere duyurmalı, sevdirmeli, Hak rızâsının sevdâlısı olmalı ve her an Hakk’ın dâveti vukû bulacakmış gibi, âhiret için çok ciddi hazırlık içinde bulunmalıdır.