Fethullah Gülen Hocaefendi, HERKUL.ORG internet sitesinde yayınlanan haftanın Bamteli sohbetinde hizmet gönüllülerine çok önemli mesajlar verdi
Hizmet gönüllüleri için “terörist” diyenler için 'Asıl terörist hep sulh, ıslah ve huzur temsilcisi olmuş insanlara iftira ve eziyet eden ahlaksızlardır.' diyen Hocafendi Hizmet gönüllüleri, yerlerinde kalmaya kararlı olmalılar tavsiyesinde bulundu
İşte haftanın sohbetinin metin haline getirilmiş hali...
Gönül diliyle insanlara teveccüh eder ve gönüllere otağ kurarsanız, çevrenizde bir hayli gönüllü oluşur; kendini bu işe adamış, bir daha da geriye dönmemeye azm u cezm u kast eylemiş dünya kadar babayiğit insan oluşur çevrenizde. Bu, gönül diline cevaptır. Çünkü öyle bir dilin arkasında “inâyet-i İlâhiye” ve “teveccühât-ı Sübhâniye” vardır. O, yanıltmaz; gönlün tesir gücünü artırır. Âdetâ bir koro tesiri icrâ eder, öyle bir gönül. Oradan ne gelirse, bî-kem u keyf, onu bilemeyiz; fakat oradan gelen teyîd, o gönlün üzerinde tesirli olur; onu da güçlü ve tesirli hale getirmek için yeter, artar.
Hakk’a adanmış ruhlar, kendilerine “terörist” diyenler için bir aynadır; asıl terörist hep sulh, ıslah ve huzur temsilcisi olmuş insanlara iftira ve eziyet eden ahlaksızlardır.
Bu disiplini her zaman koruyabildik mi, sahip çıkabildik mi, bilemeyeceğim. Fakat ne ölçüde sahip çıkıldıysa şayet, ona Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü, on katıyla olmuştur. Ezcümle; bir avuç insan, o mevzuda ciddî bir tecrübe görmeden, rehabiliteye tâbi tutulmadan, psikolojik bir eğitime tâbi tutulmadan, dünyanın dört bir yanına yayıldılar. Böyle bir şeyi istiskal eden, bir suçmuş gibi, bir günahmış gibi, bir kabahatmiş gibi anlatan şom ağızlar var. Eksik olmadı bunlar; bugün de olacak, yarın da olacak, öbür gün de olacak. Fakat denebilir ki; olan şey, yirminci asrın en büyük hadisesidir. Dünyanın dört bir yanında, bilmem kaç -belki iki yüze yakın- ülkesinde gönül diliyle insanların gönüllerine otağ kurma mevzuu, milletimize ait bir hususiyet olarak bu yirminci asırda tahakkuk etmiştir. Hem de başkalarının iki yüz senede yapmaya çalıştıkları ve belki ancak bir kısmını yaptıkları şeyi, Allah’ın izni, inâyeti, riâyeti ile yirmi küsur senede yapmışlardır. Başkalarının yaptığı zamanla mukayese ettiğimizde, onun onda biri kadar bir şey. Ve bu, hazmedilememiş, çekilememiştir; türlü türlü karalamalara başvurulmuştur.
En son karalamanın adı da “terör örgütü” ki, o “terör örgütü” dedikleri insanların en küçüğü Kıtmîr, bi-gayri haddin, min gayr-i haddin her zaman karşınıza çıkan Kıtmîr, size yemin ederim, bilerek bir karıncaya ayak basmadım, hayatım boyunca. Evet, size daha evvel arz etmiştim: Daha rüşde ermediğim dönemlerdeydi, zannediyorum 7-8 yaşlarındaydım. Bir akrep deliğine su döktüğümden dolayı hala ızdırap duyuyorum. Düşünün, aradan yetmiş sene geçmiş; arkadaşlarıma soruyorum: “Onu, Allah bana sorar mı?!. Ya o hayvan orada o sudan boğulduysa?!.” Beni teselli ediyorlar; diyorlar ki, “O, orada bir delik açınca, yukarıya doğru da bir şey yapar, kendini her zaman korumaya alır; o ölmemiştir!” filan. Ama ben, buna bir türlü inanmıyor ve hesap endişesi duyuyorum.
Evet, “terör” ile andıkları, “terörist” dedikleri insanlar, bunlar. “İnsan, insanın aynasıdır!” “İnsan” diyeceğim, çünkü “mü’min” demeye dilim varmadı. Zannediyorum, kendi karakterlerini okuyorlar sizde; kendi ruh hoyratlıklarını okuyorlar sizde; kendi vicdan huşunetlerini (kabalıklarını) okuyorlar sizde. Onun için çağın hâdisesi olan böyle bir açılımı engellemeye çalışıyorlar. Milletimiz adına onlara vüdd vaz edilmesine karşılık, insanlığın bu harekete sinelerini açmasına mukabil, bu pozitif şeylere mukabil, senelerden beri değişik negatif yollara başvurarak ona mani olmaya gayret ediyorlar. Yalana, tezvire, iftiraya başvurarak.. devlet hazinesini boşaltarak.. peylenebilecek insanları peylemek suretiyle… Bir yönüyle Mevlânâ ruhuyla her yanda mum tutuşturma işini/ameliyesini üzerine almış, deruhte etmiş insanların aydınlatma ameliyesini durdurmak için, akla-hayale gelmedik kırk haramîlik yapıyorlar.
Her halde meseleleri değerlendirirken, “Acaba bunlar mı terörist, yoksa bir kısım devletlerin başında terör estirenler mi? Bir dönemde Almanya’nın başında, bir dönemde Irak’ın başında, bir dönemde Libya’nın başında, bir dönemde bilmem nerenin başında bulunan, sürekli “terörizm” estiren insanlar mı, onlar mı terörist?!.” soruları da sorulmalı. Bu mevzuda kararı tarih verecek. Tarihin sayfalarına nasıl düşeceklerini gelecekte görecekler!..
Ne diyorum, bakın: “Teröristin, Allah, belasını versin! Ama terörist olmayan, dünyada sulh-i umûmînin temsilcisi ve salâhın timsali olan insanlara ‘terörist’ diyenlerin, evet onlara ‘terörist!’ diyen ahlaksızların, densizlerin de Allah belasını versin!” Evet, bedduaya dilimiz varmazdı, “Âmin!” de demezdik; fakat mesele, o ölçüde şenâat içinde cereyan ediyor ki, en selim vicdanlar bile bunun karşısında, bu ölçüde olsun başkaldırma lüzumunu duyuyorlar. Bari bu kadar!.. Yumruk sallamadık, yüz ekşitmedik… Neye karşı? Hitlerin SS’lerinin muamelesine karşı yüz ekşitmedik. Hiç olmazsa vicdan rahatsızlığını bununla ifade etme, karbondioksit atıyor gibi bununla rahatlama…
Mefkûre muhâciri babayiğitler, bir kısım tehlikeleri göze alarak hizmet mahallerinde kalmaya devam edeceklerdir; şayet su-i akıbet endişesi kavî ise, bir başka müsait zemin bulup yine hizmet edeceklerdir.
Belki bunları da zift medyası değerlendirecek; bilerek konuşuyorum; zift medyası değerlendirecek. Varsın değerlendirsin!.. Dünyanın dört bir yanına giden babayiğitler, babayiğitliklerine terettüp eden/düşen şeyi yapacaklar. Haramîler, bazılarını kaçırıyorlar; kaçırdıkları bazı kimselerden haber yok. Bunu kırk haramîlerin başındaki adam yapmamıştır. Ve belli bir dönemde, Haçlılar döneminde İngiltere başsız kalınca, oradaki Robin Hood’lar da yapmamıştır. Öyle bir şenâat, öyle bir denaet!.. Adamın evine gidiyor, derdest ediyor, arabaya koyup götürüyorlar. Nereye götürdükleri belli değil. Sonra saldıklarını meflûç olarak götürüp bir dağın başına koyuyorlar. Müslümanlık ile bunu te’lif etmek, mümkün değil. Kimseye “kâfir” demek, haddimize değil; fakat bu davranış, bu tavır, bu muamele, kâfir muamelesidir ve bunu görmezlikten gelen bir kısım teologlar, onlar da bu mesâvîye iştirak ediyorlar demektir. Burada onu paylaştıkları gibi, öbür tarafta da neyi paylaşacaklarını, Allah (celle celâluhu), tepelerine balyoz gibi vuracaktır; diyenin/edenin de, deyip etme karşısında sükût edip hatta onları tasvip edenin de, “Gerekli şeyler yapılıyor!” diye onların kuvve-i maneviyelerini takviye eden, onları teşci’ eden ve sevk eden insanların da.
Hâlbuki o babayiğitler, bu güne kadar -yirmi senedir- bulundukları yerlerde denendiler; nabızları tutuldu, kalbleri yoklandı, elli defa; “insan” oldukları tespit edildi, elli defa. Elli defa testten geçirildiler ve onlar, oralarda bağırlara basıldılar. Fakat şimdi bir kısım peylenebilecek kimseleri kullanarak onlara kötülük yapıyorlar. Amerika’ya bile etek ile para döktüler, medya mevzuu oldu. Buradakiler haysiyetli davrandılar; öyle birisini uzaklaştırdılar. Fakat her yerde öyle haysiyetli davranma olmuyor; olmayabiliyor. Zira dünyada satılmayan insan sayısı, çok azdır; fiyatlar, farklıdır. Biri, on milyona satılmıyorsa, yirmi milyon verirler, otuz milyon verirler. Bazen milyar verdikleri de olur, dedikleri olsun diye.. yirmi-otuz seneden beri yapılan şeyler yıkılsın diye.. mâbed yıkıp onun yerine “dırârî mescid”ler yapıyor gibi, o hamleleri devam etsin diye. Yapacaklar bunu…
Fakat o babayiğitler, böyle bir kaçırılma meselesi söz konusu ise şayet ve bu mutlak ise, bunu göze alarak oldukları yerde kalmaya devam edeceklerdir. Ama başka yerlerde kendileri için hizmet etme imkân ve zemini müsait ise ve böyle bir sû-i akıbetten de endişe duyuyorlarsa, oradaki hizmetten ayrılır, başka bir yerde Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle o hizmeti yine devam ettirirler. Çünkü babayiğitliği şiar edinmişler onlar.. çünkü beklentisizler onlar.. çünkü adanmışlık ruhuyla hareket ediyorlar onlar. Zannediyorum yüzde doksan dokuz virgül dokuzunun yeryüzünde dikili bir taşı yoktur.. “saray” değil, sahiplerinin Allah belasını versin.. “filo” değil, onun arkasından koşanların Allah, belasını versin!.. Zaten verecek, emin olun!.. “Allah, gayûrdur”, Peygamber ifadesiyle “eğyar”dır, “gayretlilerin en gayretlisidir!” “Ey Rabbimin gayreti, ey gayretullah, düşmanlarımıza karşı çabuk yetiş imdadımıza!.. Ey Rabbimin gayreti, yetiş ki çözülsün ukdeler bir bir!.. Ey gayretullah, ey Rabbimin gayreti, Sana havale ediyoruz!”
Allah; bu sese, bu soluğa karşı yapacağını yapacaktır, tereddüdünüz olmasın! Onlar, yelken açtıkları o isyan deryasında öyle şeylere çarpacak, öyle dağılacak, öyle rezil ü rüsva olacaklar ki, tarih, onları yâd ederken, Hitler gibi yâd edecek, Saddam gibi yâd edecek, Kazzâfî gibi yâd edecek; isterse çevrelerindeki bir kısım -bağışlayın- yalakalar onları “mehdî” gibi göstersin, “emîrü’l-mü’minîn” gibi göstersin. Tarih, yanılmaz; bu gün olmazsa yarın doğru şeyler, bir bir, pırıl pırıl, böyle altın kelimeler ile o sayfalara dökülecek ve herkes bakacak oraya. Sadece bugün değil, o gün bile “Lanet olsun öylelerine!.. Lanet ile anılan cebâbireye rahmet okutturanlara, lanet olsun!” diyecekler.
Hizmet gönüllüleri, yerlerinde kalmaya kararlı olmalılar ama tedbir ve temkinde de kusur etmemeliler; zira zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde büyük bir vebaldir.
Evet, geriye dönelim: Yerinde kalmaya kararlı, her şeye rağmen yerinde kalmaya kararlı insanların, tedbir ü temkinde kusur etmemeleri lazım. Antrparantez burada bir şey söyleyeyim: İster içte, isterse dışta bulunan zalimlerin işlerini kolaylaştırmamak esas olmalıdır. Zâlimlerin en güçlüsü, İslam dünyasında içte. Irak’ta en büyük zalimler, içte idi; Libya’da da en büyük zalimler, içte idi; şimdi de dünyanın değişik yerlerinde zalimler içte. “Zalim” demek de tam ifade etmez; “ezlam”, müzâaf veya mük’ab zalimler içte. İçte veya dışta, zalime yardım etmek, zulme iştirak sayılır. Hatta yardım etmek değil, onun işini kolaylaştırmak da aynen zulmü paylaşma demektir.
Kıtmîr, 27 Mayıs’ta derdest edildi; fakat o zaman gençtim, askerlik yapmamıştım. Ne taviz verdim, ne de onların işini kolaylaştıracak tavır, davranış ve beyanda bulundum. Sizin en küçüğünüz.. içinizde bulunmak suretiyle kendisini de Allah’ın affedeceğine inanan, sizlerin en küçüğü.. “sizlerin Kıtmîri” de diyebilirim zira her türlü iddiadan uzak insanım. 12 Mart’ta da içeriye aldılar; hiçbir şeyi inkâr etmedim ama onların işlerini kolaylaştıracak ifadelerde de bulunmadım. Belki -bir yönüyle- kendimizi orada tam ifade etme imkânı oldu ki, bunu utanarak söylüyorum, oradaki mahkeme başkanı, “Tavır ve davranışlarıyla bize insanlık dersi verdi!” dedi. “Tavır ve davranışlarıyla…” Yalan söylemiyorum. Ama işlerini kolaylaştırmadım. “Salın bizleri; içeride tutmak için işlediğimiz bir cürüm, bir günah yok!..” Nedir bize isnad edilen şey: Kendi kendimize bazen Hazreti Bediüzzaman’ın -Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, ziyâ-i himmet, Hazreti Üstad’ın- kitaplarını okumak. İddianameye giren şey: “Lem’alar’daki İsm-i Kuddûs mü, İsm-i Kuddûs’ün Lem’aları mı? Bunları okumuşsunuz. 163’ün birinci fıkrasına girer: İktisadî, siyasî, kültürel, devletin temel nizamlarını dinî esaslar üzerine oturtma maksadıyla cemiyet kurma.” Madde, aynı. Ama hiçbir arkadaş da orada zalimin işini kolaylaştırmadı; aynı mağduriyeti yaşayanlar taviz vermediler, durdukları gibi dimdik durdular.
Dimdik durma, yiğitçe durma, tam mü’minliğin gereğidir; o duruşu temâdî ettirmek, ondan daha derin bir davranıştır, peygamber yolunun gereğidir. Allah, onların arkasında yürümekten bizleri ayırmasın; o mazhariyetten bizleri mahrum etmesin!
Evet, zalimin işini kolaylaştırmamak lazımdır. O gün de yine ayakta, dimdik duranlar, durdular, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir gün geldi, bir “imparatorluk” -ad vermiyorum- dağıldı; bir fırsat doğdu. “Onlar, esasen bizim soyumuz; açılalım, oralarda okullar açalım. O kardeşlerimizle geçmişten gelen o kardeşlik şuurunu yeniden canlandıralım. Onlara kucak açalım. Onlar, yetmiş sene tarihî değerlerinden, geçmişlerinden uzaklaştırıldılar. Mabetlerine kilit vuruldu; Allah’ı öğrenme, bilme, Peygamber tanıma yollarına engeller kondu. Değişik problemler sarmalı içine alındılar.” mülahazasıyla hareket edildi. İlk defa bu insanların imdadına koşmak, insanî bir vazife idi; aynı zamanda bir kardeşlik vazifesi idi. Cenâb-ı Hak lütfetti, hakikaten tuttu, o maya tuttu. “Orada tutan maya, dünyanın değişik yerlerinde de tutar!” diye, açıldı onlar bütün yeryüzüne, Allah’ın izni ve inayetiyle.
Hemen her on senede bir ülkede tecdit (!) yapmaya alışmış kimseler, bu defa ülkedeki din-diyanet adına gelişimi bahane ettiler; meseleyi biraz da ona bağlayarak “Bu defa da yeni bir tecdide ihtiyaç var!” falan dediler. “Bu hareketi bitirmek, bir ‘tecdit’ olacak!” falan dediler. Ama bu defaki, öbürlerinden daha tehlikeli idi; çünkü bunda kullanılan, âdîce/bayağıca birer argüman haline getirilen “dinî argümanlar” idi. Din kullanılıyordu; “din” deniyordu ama yalan idi. Yemin ederim, yalan idi. Kalblerinden gelmeyen, kalblerinin sesi olmayan, dilleriyle mırıldandıkları o şey, yalan idi.