Hocaefendi üzerinde Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar’ın Etkisi

Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet ile ilgili hatıraları Hocaefendi’nin hayatı etrafında anlatan Tarık Burak'ın yazı dizisinin onuncu bölümünü yayınlıyoruz.

SHABER3.COM

Âşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-10

Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar’ın Etkisi

Tarık Burak - Samanyoluhaber.com

Fethullah Gülen Hocaefendi, kendi üzerinde derin etkiler bırakan Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un farklılığını şu şekilde ortaya koymaktadır:
 “Ben Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) babamdan, annemden tevarüs ettiğim duygularla, düşüncelerle sımsıkı bağlıydım. Fakat Efendimizin insanlık çapında yaptığı şeyleri ister mucizatıyla, ister Reşhalarla Bediüzzaman'da gördüğüm zaman kendi kendime çocukluğumda şöyle dedim; 
‘Demek ki ben uzaktan bakıyormuşum. Uzaktan bana göz kırpan o yıldızlar, nerdeyse çocukların ellerini uzatıp yıldızları avlamaya çalışması gibi şimdi benim avlayacağım ufka girdi.’
Meseleler Bediüzzaman'ı okuduktan sonra benim için daha inandırıcı olmuştur. Mesela yine Zat-ı ulûhiyet meselesine iki kere ikinin dört edeceğinden daha kesin bir kanaatin bende hâsıl olmasına sebep olduysa, Allah'ın kalbimde iman nurunu yakması onun rehberliğinde olduysa benim ona minnet duymam bir vecibedir.

Üstad Bediüzzaman'ın, başka hiç kimsede görmediğim bir tespiti daha var; O, dünyanın üç yüzü bulunduğunu, bunlardan birincisinin esma-i ilâhiye, ikincisinin insanların hevesatlarına, üçüncüsünün de ahiret hayatının kazanılmasına baktığını söylüyor ki, gayet manidardır.

Bediüzzaman'ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir. O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir. Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye'nin de bir müfessiridir. O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.

Eğer Sa'd b. Muaz'ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî'ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, "Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım." der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime "Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın." dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman'dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, "Üstadım" der yanına sokulur. Ve ardından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu'lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti.
Bir hayat boyu "garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem.." demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.

Hiçbirimiz, Üstad'dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikati anlatma, i'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir.

Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.”

“Üstad risalelerinde 'tarikatçı değilim' demiş. Fakat tarikat bir yolsa, Bediüzzaman Hazretleri’nin de bir yolu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü kendisi de bir yolu olduğunu ifade etmiştir. Nakşiler’in yolunu ifade ederken: 
‘Der tariki nakşi bendi, lazım amed çarı terk, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk’ demiş. 
Dünyayı, ukbayı terketmek. Yani, Allah mülahazasına kilitlenmek. Kendi özünü de terketmek, kendini de düşünmemek ve aynı zamanda bütün attığı bu şeyleri de düşünmemek. Ben şu fedakârlıkta bulundum, bu fedakârlıkta bulundum mülahazasını çıkarıp kafasından atmalı, atmayı da atmalı. Fakat insan sadece kalp ve ruh değil ki, cesedi de var. Kâmil velayet odur ki, ömür boyu insanın ruhuna refakat eden cesede de, o velayeti yaşatsın. Zaten sahabi velayeti de budur. Yani, insanın, bedenine ait şeyleri de, onlara karşı bir vefa borcu olarak ruhunun yanında ebediyet âlemine taşıma gayreti. Üstad böyle bir yaklaşımla ele alır bu meseleyi. 

Üstad, kendi mülahazalarını, ilk eserlerinde (Muhakemat, Lemaat) ifade ederken, çağın önemli velilerinden bir tanesi, (yanık şiirlerine bayıldığım bir zattır) ona diyor ki: 
‘Gel bir tarikatın başına geç, zamanın İmam-ı Rabbani’si ol.’ 
O zatı yürekten alkışlıyorum, çok önemli bir basiret göstermiş. Bediüzzaman’ı görüp, ondaki istidat ve kabiliyeti keşfetmesi, engin bir ferasetin var olduğunu gösteriyor. Fakat Bediüzzaman’ın ona verdiği cevabı çok daha enteresan:
 ‘Evet, bu müesseseler mübarek müesseselerdir, fakat ben önümüzdeki yıllarda korkunç bir tehlike görüyorum ki, iman ciddi bir tehlikeye maruz kalacak, bütün himmeti imanı ikame etmeye sarfetmek, iman uğruna mücadele vermek lazım’ diyor.

Küfrün küfranın ortalığı alıp götürdüğü, imansızlığın, ateizmin insanlığı iki büklüm ettiği bir dönemde, milleti sadece halkayı zikirlerle, hatme haceganlarla bir yere getirme herhalde zordu. Bu onlara karşı bir tavır alma değildi. 

İslam’ın ruhi hayatı, sahabe yaklaşımıyla ele alınmalıdır. İmam-ı Rabbani bu hususda der ki: ‘Biz sahabi mesleğini ihya ediyoruz...’ Ancak tam anlamıyla sahabe mesleğinin ihyası Bediüzzaman’la gerçekleşmiştir. Şimdi böyle bir tecdid hareketinin, İslam’ın ruhi hayatından uzak olması, düşünülemez. Geceleri ruhbanlar gibi, ibadet aşığı bir hayat yaşayan sahabilerin, enfüsi hayatlarına karşı kapalı kalmak mümkün mü?
 ‘Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir’ der mesela Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde. İnsan olduğu yerde kalmamalıdır. İnsan-ı kamil olma cehdini göstermelidir. Ortaya koymalıdır. Risalelerde de bunu görmek mümkündür...”  

“Risaleler bendeki taşkınlıkları zapt u rapt altına aldı”

“Heyecanlı bir fıtratım. Nurları tanıdığım dönemde Kur'an'ın Latin harflerle yazılması Türkiye'nin gündemindeydi. Hemen kağıt kaleme sarıldım ve 'Ben de her mukaddesat sahibi gibi, içte dine tecavüz edenlere karşı içimin kükremesi ile fikrimde istihzar ettiğim birkaç sözü sunmakla bahtiyarım' diye başlayan üç sayfalık bir yazı yazdım. Arkadaşlar, bilhassa Kırkıncı Hoca hemen bu yazının Fetih Gazetesi’ne gönderilmesini istediler.
Gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum. Ancak babam bu yazıyı kendi defterine yazmış ve bazı yerlerde okumuştu. Avukat Sami Gobal da yazıyı beğenenlerdendi.
Yaşım 16 veya 17 olmasına rağmen, İslam'ın aleyhinde gördüğüm bu düşünce beni feverana sevk etmişti. Kurşunlu Camii’nin önünde Kâfiye'yi ezberlerken sağa sola gider gelir ve dünyayı başparmağıma taksalar da çevirsem, diye hayal kurardım. Bütün bunlar ruhumda vardı. Risaleler bendeki taşkınlıkları zapt u rapt altına aldı. Çünkü o, bir sistem mesajıdır. İnsana makul hareket etmeyi telkin eden bir eserdir. Halbuki ruhum çok müteheyyiçtir.”


Genel Seçimler (27 Ekim 1957)
1957 yılında ülkede genel seçimler yapıldı. Demokrat Parti %48 oyla iktidarını korudu. Demokrat Parti İslâmî bir parti değildi. Fakat, uzun yıllar süren tek parti iktidarından sonra Türkiye’de bir hürriyet havasının hakim olması ve dine saldırıların nispeten azalması Müslüman kesimlerin Demokrat Parti’yi desteklemesinde etkili oldu. Bu seçimin sonuçlarına göre 23. Cumhuriyet hükümeti de yine Adnan Menderes tarafından 25 Kasım 1957'de kuruldu.
 
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri siyasî hayatla ilgilenmediği ve bir parti kurup herhangi bir siyasi faaliyette bulunmadığı halde, o günlerde ülkedeki olumlu havanın devam etmesi için oyunu Demokrat Parti’den yana kullanma kararı aldı. Bizzat sandık başına giderek oyunu Demokrat Parti lehine kullandı. Yalnız, Menderes adım adım ülkenin üzerine gelmekte olan kara bulutları sezemiyordu. Ayrıca Bediüzzaman ve talebelerinin “demokrat kardeşlere tavsiye” başlığıyla gönderdikleri mektuplara da itibar etmiyordu. Menderes’in basireti bağlanmış, çevresinde dönen hadiseleri okuyamıyordu.

Ülkedeki Siyasi Gerilimin Tırmanması
Ülkede iktidar ve muhalefet arasında siyasi gerilim artarak devam ediyordu. Bu arada kışlada yönetim değişikliği yapıldı. 22 Ağustos 1958'de Genelkurmay Başkanlığı’na Orgeneral Rüştü Erdelhun, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ise Orgeneral Cemal Gürsel getirildi.

Adnan Menderes muhalefete karşı 12 Ekim 1958’de Vatan Cephesi denilen siyasi oluşumu kurdu. Vatan Cephesi destekçilerinin isimleri radyodan düzenli olarak halka açıklanmaktaydı. Bu oluşumun halkı kutuplaşmaya ittiği iddia edilmiş ve bu iddialar 27 Mayıs Darbesi'nin de önemli gerekçelerinden biri olmuştur.  

Hocaefendi’nin Ailesinin Erzurum’a Yerleşmesi (1958)
Alvar İmamı’nın vefatından sonra Ramiz Hoca Alvar’dan ayrılıp Ortuzu (Uzunyayla) isimli küçük bir köye imam oldu. Bu arada, oğulları yavaş yavaş Erzurum’a doğru adım atmaya başlamıştı. Hocaefendi zaten Erzurum’da kalıyordu. 
Ramiz Hoca, çocuklarının birer sanat sahibi olmalarını istiyordu. Aile 1958’de Erzurum’a taşındı. Ramiz Hoca ise, Ortuzu Köyü’nde (Uzunyayla’da) imamlığa hala devam ediyordu. Ailenin Hocaefendi dışındaki beş erkek çocuğu Erzurum’da matbaa işine girdi. Eski sayılabilecek ve ayakla çalışan matbaaları, kartvizit, fatura gibi şeyler basıyordu. Hocaefendi bu durumu, “Babam, çocuklarının bir zenaat sahibi olmalarını isterdi. İstediği gibi oldu. Kardeşlerim matbaa işine girdiler. Hiçbiri zengin olmadı. Kendi hallerinde hayatlarını sürdürdüler.” sözleriyle ifade ediyor.  
Ramiz Efendi ve Refia Hanım’ın Ortuzu Köyü’nde olduğu bir sırada Hocaefendi’nin dedesi Seyyid Ahmed Efendi, 1958’de ağır bir hastalıkla yatağa düştü ve üç-dört ay sonra da vefat etti.
Hocaefendi, 1959’dan sonra Erzurum'u terk edip ilim ve hizmet yolundaki uzun seyahatine çıkacaktı. Bu mukaddes göçün ilk durağı da Edirne olacaktı.  


Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Erzurum’dan uzun süreli ayrılmaya karar verdiğinde nüfus cüzdanına göre 17 yaşındaydı.
Hocaefendi, Osman Bektaş Hoca’nın talebeleri içinde çok zeki ve çalışkandı. Bektaş Hoca ona daha fazla itimat ve ihtimam gösteriyordu. Talebeler arasında bilemedikleri bir şey olduğu zaman hocaya soruyorlardı. Osman Bektaş Hoca da: 'Siz onu Fethullah'a götürün o size anlatır, izah eder.' diyordu. İşte böylece Hocaefendi daha fazla sevilmeye başlanmıştı. Ama sonraları, talebeler arasında bir çekememezlik ve kıskançlık baş gösterdi. Aralarında bir sürtüşme oldu. Tabii Hocaefendi'nin buna canı çok sıkıldı ve ilim için seyahat etmeye karar verdi. 
Bu kıskançlık ve çekememezlik Bediüzzaman ve Hocaefendi gibi Allah dostlarının daima yaşadığı bir hadiseydi. ‘Niye biz değil de, o…’ Bugün ki ağır imtihanın altında da tamamen bu haset yatmaktadır. Onlar hasetlerinden ‘İnsanları Allah yolundan çevirir de, o yolu eğri büğrü göstermek isterler. İşte onlar doğru yoldan, çok uzak bir sapıklık içindedirler.’ (İbrahim Suresi, 3) 
‘Onlardan bir kısmı bildiği halde (sırf hasetten dolayı) gerçeği gizlerler.’ (Bakara 146)

Ramiz Hoca, Hocaefendi’nin istikbali açısından mutlaka Erzurum'dan dışarı çıkmasını istiyordu. Buna her defasında Refia Hanım karşı çıkıyordu. 
Hocaefendi, bir gün annesine: - Anneciğim ben Evliya Çelebi gibi bu Erzurum'u terk edip gideceğim, seyahate çıkacağım, dedi. 
Annesi oğluna : - Oğlum nasıl olur, nereye gideceksin bu halinle, tek başına?' diyerek heyecanla sordu Refia Hanım. 
Hocaefendi: - Ben Arap memleketlerine gideceğim, Şam, Bağdat, Mısır'da Ezher gibi yerlerde okuyup Arapça ve Kur'an ilmimi geliştirmeye niyetlendim, dedi. 
Fakat, kader onu bambaşka bir tarafa sevk edecekti. 


Bu hadiseyi Hüseyip Top Efendi hatıralarında şu şekilde anlatıyor:
“Hocaefendi Erzurum'dan çıkmaya kararlı olduğunu söyleyince rahmetli annesi -halamız oluyor- oğlum diyor: 'Sen böyle nereye gideceksin, vesait yok, yol yok. Bizim de gücümüz yok ki, sana para verelim de sen seyahat edesin. Senin canın sıkıldı belli. Gel sen Edirne'ye git. Orada dayımızın oğlu var. Onunla beraber Ramazan'ı orada geçirirsin. Buradaki işler de yatışır, sen de inşallah bayramdan sonra döner gelir, okumana devam edersin' demiş. Hocaefendi de annesinin sözünü tutuyor ve 'tamam anne ben Hüseyin Efendi'nin yanına gideceğim, Ramazan'ı beraber geçirip döneceğim' diyor.”

Sonunda Refia Hanım’ın da muvafakatı alınarak Hocaefendi’nin Edirne'ye gitmesine karar verildi. Zaten, Bediüzzaman Hazretleri de Hatem Hoca vasıtasıyla rüyada kendisine gönderdiği bir kase cevizle bu hicretin ilk müjdesini daha önceden vermişti.

<< Önceki Haber Hocaefendi üzerinde Bediüzzaman ve Risale-i Nurlar’ın Etkisi Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER