Dünya'daki güzelliklerin hepsini Allat'tan bilmenin önemine dikkat çeken Hocaefendi 'Hepsi Allah’tan!..” sözü ile meseleyi taçlandıracaksın; onlara katiyen sahip çıkmayacaksın, katiyen.. “Var bir güzellik ortada; tebessüm ediyor benim çehreme; sanki benim davranışlarımdan dökülmüş gibi ama tenâsüb-ü illiyet (kozalite) mülahazasına göre, tenâsüb-ü illiyet prensibine göre, belli ki bunlar, benim eserim olamaz, belli ki Sahibinin eseri!” diyeceksin.
Meseleye böyle bakmayanlar, farkına varmadan “Din, İslam!” dedikleri zaman bile, şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir; şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir.' dedi
Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” “Bizim yolumuzda (Nakşibendî yolunda) dört şeyi terk etmek bir esastır: Dünyayı terk etmek, ukbâyı terk etmek, nefsi terk etmek, terk ettiğini de terk etmek, unutmak. ”
Terk-i Dünya: Herhalde Hazret’in ölçülerine vurduğumuz zaman, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır. “Dün geldi, bugün ayrıldı gitti; var mıydı, yok muydu, bana ne yahu!” diyecek kadar… Arkasından bakmamak.. gözyaşı dökmemek.. “Aman kaybederim!” endişesine kapılmamak… O endişeye kapılanlar, kazanma kuşağında kaybediyorlar. Farkında değiller, kaybediyorlar; her gün bir kere daha çok farklı bir kayıp kuyusuna yüzüstü abanıyorlar veya tepetaklak gidiyorlar. Dünyayı terk…
Terk-i Ukbâ; ukbâyı da terk. Çünkü ukbânın ötesinde Cemâlullah var, Rü’yetullah var, Rızaullah var; Enbiya-ı ızâm ile beraber aynı sofrayı paylaşma var, evliya-ı ızâm ile aynı sofrayı paylaşma var… Bütün bunların varlığı sana -bir yönüyle- ukbâyı da unutturacak. Seni alıp Cennet’te bir yere “Otağın burası!” deyip oturtacaklar; oturacaksın oraya ama görmeyecek gözün onu. Ukbâyı da öyle terk edeceksin. Terk-i dünya, terk-i ukbâ…
Vird-i zebânımız: “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..”
Terk-i Hestî: Kendini terk edeceksin; sen, kendini de sıfırlayacaksın. Bir çarpı çekeceksin kendi üzerine; O’na ulaşmanın yolu, bu. “Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken / Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana.” (Gavsî) Hep ben perdede görünüyorsam, sahnede görünüyorsam, ey Allah’ım, Sen tecelli eylemezsin. Zira Senin tecellin, benim yokluğuma vabestedir. Ben silinmeliyim ki, o zaman, ??? ?????? ?????? ????? hakikati tecelli etsin.
Ne yaparsam yapayım… “Bedir yaptım, Uhud’da hezimeti zafere çevirdim, Yermuk’ta bilmem ne yaptım!..” Bunları unutacak kadar… “Böyle bir şey yaptım mı, yapmadım mı?!.” Unutacaksın Hazreti Halid gibi. Zannediyorum ona sorsaydınız, Perslerin tepesine balyoz gibi, Romalıların tepesine balyoz gibi… “Sen ne yaptın?” “Vallahi ben bir şey yaptığımın farkında değilim. Sadece yaptığım bir şey var ki, onun ezikliği altında hâlâ eziliyorum: Okçular tepesinde, vazife ve sorumluluğunu unutan insanların oradan ayrılmalarını ganimet bilerek, Peygamber ordusuna arkadan hücum ettim! Aklımda kalan bu!..”
Altmış sene evvel işlediğim bir hata; aklıma yeniden gelince, zina etmiş gibi… “Günahlarımdan tevbe ve nedamet edip Allah’tan binlerce, milyonlarca defa bağışlamasını diliyorum!” Zannediyorum Hazreti Hâlid’in, Ebu Süfyân’ın unutamadığı bir şey var ise, o da cahiliye döneminde, yani cahiliyenin yaşandığı dönemde -Ben o cahiliyeyi onlara da nispet etmekten hayâ ediyorum.- cahiliyenin hükümferma olduğu dönemde edip eyledikleriydi ki, ona da “zelle” diyeceğim. O zelleler, akıllarına geldiği zaman, Hazreti Âdem-vâri, “Zulmettik nefsimize yâ Rab! Eğer Sen yarlığamaz, merhamet buyurmazsan, biz, kaybedenlerden, tepetaklak hüsrana gömülenlerden oluruz!” (A’râf, 23/7) “Unuttuk veya hata ettikse, bundan dolayı bizi muaheze etme!” (Bakara, 2/286) diyorlardı.
Hayatını İlahî varidât çerçevesinde götürenler, kendilerini böyle sıfırlarlar. Sen, sende yok olunca esasen öyle şeffaf bir ayna haline gelirsin ki… Onun için Hak dostu, “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!” diyor. “Dil beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân, gecelerde.” diyor. Evet, kalb, öyle bir mir’ât-ı mücellâ haline gelince, o kalbinin vüs’ati, istiap haddi ölçüsünde O’nu duyarsın, O’nu hissedersin.
Fakat bütün bu duymalar ve hissetmelerin taçlandırılması, taçların da sorguçlandırılması, kendini sıfırlamaya bağlıdır. Allah, ne kadar senin üzerine iltifat-ı Sübhâniyesi ile sağanak sağanak şeyler yağdırıyorsa, o ölçüde kendini sıfırlayacaksın. “Bana biraz daha toprak olmak, toprağın altında bir şey olmak, toprağın derinliğinde bir şey olmak, bir şey olmak, bir şey olmak…” El-ayak hareketlerin ile, dil-dudak hareketlerin ile cihanlar fethediliyor, Hazreti Fatih’in İstanbul’u fethi gibi. Fakat bütün bunlar aklına geldiği zaman, “Hepsi Allah’tan!..” sözü ile meseleyi taçlandıracaksın; onlara katiyen sahip çıkmayacaksın, katiyen.. “Var bir güzellik ortada; tebessüm ediyor benim çehreme; sanki benim davranışlarımdan dökülmüş gibi ama tenâsüb-ü illiyet (kozalite) mülahazasına göre, tenâsüb-ü illiyet prensibine göre, belli ki bunlar, benim eserim olamaz, belli ki Sahibinin eseri!” diyeceksin.
Meseleye böyle bakmayanlar, farkına varmadan “Din, İslam!” dedikleri zaman bile, şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir; şirk bataklığında bata-çıka yürüyorlar demektir. Fakat, bunlar batarken bile “Bir ay sonra her şey düzelecek.. bir hafta sonra her şey düzelecek.. iki ay sonra her şey düzelecek.. üç ay sonra her şey düzelecek!..” derler. Bunlara dense dense -Terbiyem müsait olsa şöyle derim… Ama burada terbiyenin müsaadesizliğini bozacağım; bunlara dense dense- “dırıltı” denir.
Evet, ne “dırıltı” değildir? Böyle ilham sağanağı altında, varidât sağanağı altında bulunduğun zaman bile, her şeyi ayân-beyân gördüğün zaman bile, Hepsi Allah’tan!..” Bir el, bir ayak işareti ile, bir temsil, bir hâl işareti ile, cihan senin önünde dize geliyorsa şayet, yine orada, çok rahatlıkla demesini bileceksin: “Her şey, Allah’tan!..” “Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabb’im Sana döndüm yüzüm!..” İşte vird-i zebân, bu. Balyozlar senin başına inip-kalksa, mızraklar sinene saplansa, her gün bir yara ile -muktezâ-ı tabiat- inlesen, yine de gözün hep O’nda (celle celâluhu) olmalı, hep O’nda olmalı, hep O’nda olmalı…