Övgüler, ancak manevî hazım sistemi güçlü insanlara zarar vermez!..
Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan Ketencizade, Divan’ında şeyhi için şöyle der:
Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.
Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.
Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.
Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.
Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.
Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.”
Aslında bu ve benzeri ifadeler İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için söylenmesi gereken beyanlardır. Fakat takdir edilip alkışlanan insanın hazım sistemi müsaitse ve “Bu sözler onların hüsnüzanlarının ifadesi. Ben beni biliyorum. Hazreti Üstad’ın felsefesiyle, ben beni beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyebilecekse, o türlü medh ü senanın bir mahzuru olmayabilir.
“Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”
İnsan övgü dolu sözlere muhatap olduğunda hemen şu hadisi hatırlamalıdır: “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” Hazreti Üstad, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor.
İnsan birileri tarafından takdir edilebilir; önemli olan, temellük etmemek ve “ben oyum” dememektir. Öyle düşünmek aldanma olur.
İnsanlığın İftihar Tablosu, büyüklüğüne ve faziletlerine rağmen (Hazreti Ali’nin dile getirdiği)
“İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu haliyle temsil ediyordu. Mesela, Hicret esnasında Kuba’da istirahat buyurduğu esnada Allah Rasûlü’nü ziyaret için koşan insanlar ancak Hazreti Ebu Bekir’in işaret etmesiyle kendisine yöneliyorlardı; zira o farklılık ifade eden hiçbir tavır sergilemiyordu.
Manevi sindirim sistemleri güçlü olmayan insanlar takdirler karşısında boyun kırılmasına mahkûm olabilirler.
İnsan, her zaman haddini bilmeli, konumunun farkında olmalı, temkin ve teyakkuz içinde bulunmalıdır. Kendi üzerinde görünen güzelliklere asla sahip çıkmamalı, hatta -Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla- “mazhar” dahi değil belki bir “memerr” olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü bizim üzerimizde görülen güzellikler bizim zatımızın lazım-ı gayr-i mufarıkı değildir. Suyun üzerinde güneşin aksini alan kabarcıklar gibi bu güzellikler de bizim üzerimizde bazen görünüyor, bazen de görünmüyor. Öyleyse bütün bu güzellikler, bize ait değidir ve bizden kaynaklanmamaktadır; o Güzeller Güzeli’ne aittir.
Yezid de Ehl-i Beyt’i “Paralel” Vehmetmişti!..
Övgüler karşısında büyüklük duygusuna kapıldığınız ve öyle bir komplekse esir düştüğünüz zaman çok kötülükler yapabilirsiniz. Zavallı Yezid’i türlü türlü kötülüklere sevk eden o düşünceydi. Kendini bir şey zannediyordu ve alternatif olabileceğini vehmettiği Ehl-i Beyt’ten kırk elli insanı “paralel” görerek Kerbela’da onların canlarına kıyıyor, kanlarını döküyordu. Evet, o türlü şeylere kapılırsanız, “Aman, kaçırırım elimden!..” diye şeytan artık her türlü kötülüğü yaptırtır.
Haccâc-ı Zâlim olarak bilinen Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin de belki bazı iyilikleri olmuştu ama seksen bin insanın canına kıydığı nakledilir. Şartlar aynı olsa, demek ki başka zaman da aynı şeyler yapılacak. Fakat, o da gitti, bir yâd-ı kabîh olarak kaldı zihinlerde; beriki de gitti, bir yâd-ı kabîh oldu zihinlerde.
Ehl-i Beyt’in yaptığı gibi, can pahasına sabit-kadem olmalı!..
Durduğunuz yerde sabit-kadem olmak, size düşen şeydir bugün. O türlü küçük esintilerle, “Şunu yaptılar, bunu yaptılar!” değil, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin gibi kelleyi verme pahasına bile olsa o mevzuda her şeyi tebessümle karşılamak.. “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş…” deyip kavlî ve fiilî duada ısrar etmek. Değil mi ki O’ndan, Dost’tan geliyor?!.
Zalimlerin azab-ı ilahiye maruz kalmalarına da “ohh” değil, hayır! Kalbini ve vicdanını herkese açmış, orayı bir misafirhane gibi herkesi misafir etmeye hazır hale getirmiş engin vicdan sahipleri belki o zaman bile “ohh” demezler, “off” derler; “Keşke olmasaydı, keşke bu mesavî irtikap edilmeseydi, keşke bu zulümlere girilmeseydi!..” derler.
Allah mutlaka zalimlere hadlerini bildirecektir, hiç tereddüdünüz olmasın; ama haml (yüklülük) müddetine sabretmek lazımdır. Bu açıdan da çeken insanlar acınacak insanlar değildir, çektiren insanlar acınacak insanlardır.. âkıbetlerine ağlanacak insanlardır.
Okullar basılıyor, üniversiteye hazırlık kursları basılıyor, yurtlar basılıyor, hatta kreşler basılıyor. Şok tesiri yapabilecek bu hadiseler karşısında da tavır değiştirmeden hep centilmence, efendice davranmak lazım.
Musaların Firavunlardan özür dilediğini kim görmüş?!.
Bazıları “Kusurlarımız olmuştur!” sözünü bile açıkgözlülük ve çenesi düşüklük yaparak kendi hesaplarına mazeret, itizar, özür dileme gibi değerlendirmiş olabilirler. Varsın desinler, önemli değil. Bizim hata ve kusurumuz, Peygamber Efendimiz’in “Benim namım güneşin doğup battığı her yere gidecek!” tebşiri ve hedefi istikametinde Cenâb-ı Hakk’ın verdiği geniş imkânları gereğince değerlendirememiş olmaktır. Biz buna cinayet diyoruz, günah diyoruz. Acaba Allah’ın bize lütuf buyurduğu, önümüze serdiği imkanları rantabl olarak değerlendirdik mi? Değerlendirememişsek, işte biz ona kusur ve hata nazarıyla bakıyoruz.
Yoksa kim görmüş Hazreti Hüseyin ve çevresindekilerin Yezid’den özür dilediğini; mazlumların Haccâc-ı Zâlim’den özür dilediğini, Musaların Firavunlardan özür dilediğini, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Ebu Cehillerden, Utbelerden, Şeybelerden özür dilediğini kim görmüş. Öyle bir cinayet işlemekten de Allah bizi muhafaza buyursun.
Kötülüklerini zulümle perdelemeye çalışan haramîler utansın!..
Zalim, zalimdir; onun için olumsuz düşünmeyebilirsiniz; ona acıma mevzuunda kendinizi rehabilite ederek, sinenizde onlar için bile bir açık yer bırakabilirsiniz; bunlar ayrı bir mesele. Ama özür dilemeye gelince, neyin özrünü dileyeceksiniz? Hırsızlık yapan var mı içinizde? Şöyle diyeyim: Bir arpa kadar? En günahkârınız benimdir ama yemin edebilirim ben başkasının bir arpa kadar hakkını yemedim. (…) Öyleyse, sizin tırnak kadar haram yemediğinizi çok rahatlıkla söyleyebilirim. Neden özür dileyeceksiniz?
Evet, neden özür dileyeceksiniz? Rüşvet mi aldınız? Rüşvet mi verdiniz? Yakınınızı mı kayırdınız? Size pöhpöh çekenleri, sahte mabeyn-i hümayun insanlarını önemli yerlere mi getirdiniz? Neyin özrünü dileyeceksiniz? O açıdan da rahatsınız kral çıplak, Allah’ın izni ve inayetiyle. Sizi yere baktıracak bir şey yapmadınız.
El-âlem, kendisini yere baktıracak şeyler karşısında “Ne yapsam ki ben bu mesavîyi örtsem, mevzuyu değiştirsem, alternatif şeyler oluştursam, insanları o istikamete sevk etsem de benim mesavîmi, kral çıplak, üryanlığımı görmeseler.” deyip kıvranıyor. Elhamdülillah siz iffetli yaşadınız, ismetli yaşadınız, fetanetinizi din-i mübin-i İslam’ı i’la etme (yüceltme) istikametinde kullandınız; enbiya-yı izamın sıfat-ı hamsesini nisbî planda yaşamaya çalıştınız. Bu açıdan da sizi mahcup edecek bir şey yok Allah’ın izni ve inayetiyle.