Sahabe, dikenler arasında boy atıp gelişmiş birer güldür.
*Kur’an, geçmişlerimize dua etmemizi tavsiye buyurarak bizde onları hayırla yâd etme duygusunu uyarır. Bu cümleden olarak bir ayet-i kerimede şöyle denilir: “Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek mü’minler), ‘Ey kerim Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin ve gıll u gış bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ derler.” (Haşr, 59/10) Bu ayette öğretilen duayı en başta Ashâb-ı Kirâm hakkında düşünmek ve uygulamak gerekir.
*Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de “Seleflerinizi (sizden önce yaşayıp giden büyüklerinizi) iyi ve güzel yanlarıyla yâd edin, onların kötülüklerini sayıp dökmekten sakının!” buyurmuştur.
*Sahabe efendilerimiz cahiliye döneminde yaşamış olsalar bile cahiliyet onların semtlerine uğramamıştır. Onlar dikenler arasında boy atıp gelişmiş güller gibi görülmelidirler. Böyle düşünmek ve Ashab-ı Kiram’ı her zaman güzel duygu ve düşüncelerle anmak lazımdır.
Allah (celle celâluhu) insanların suretlerine değil sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir.
*Hazreti Pîr’in de dediği gibi: “Her mü’minin her sıfatı mü’min değildir; her kâfirin her sıfatı da kâfir değildir.” Bazı mü’minlerde kâfir sıfatı bulunur; bazı kâfirlerde de mü’min sıfatı bulunur. Mesela, insaf bir mü’min sıfatıdır; bu kâfirde de olabilir. Keza, ne olursa olsun insanı saygıyla karşılama; kendi dini, mezhebi ve hizmet metodunun muhabbetiyle yaşama fakat başkalarına da adavet etmeme; “İnsan Allah’ın antika bir sanatıdır. İnsan olması itibarıyla her insana karşı saygı duymak lazım.” demek de bir mü’min sıfatıdır. Diğer taraftan küfran-ı nimet, tembellik, atalet, hakikati görmezlik, ahlaksızlık; başkalarının hukukuna tecavüz, adaletsizlik ve toplum içinde herc ü merce sebebiyet verme gibi vasıflar ise kâfir sıfatlarıdır.
*Unutmamak gerekir ki Allah (celle celâluhu), insanlar hakkında onların sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir. Mesela sadakat sahibi olma, başkalarının ırz ve namusuna karşı hassas davranma, iffeti ve ismetiyle yaşama, kimsenin malına-mülküne göz dikmeme, teavün düsturunu işler hâle getirme, tembelliğe karşı ilân-ı harp etme, zamanı tanzim etme, imkânları rantabl olarak değerlendirme, araştırma ve hakikat aşkıyla varlığı didik didik etme gibi gerek tekvinî gerekse teşriî emirlere ait sıfatlar birer mü’min sıfatıdır. Kim bu sıfatlara sahip olursa, Allah onu muvaffak kılacak; bu sıfatlara sahip olmayan ise hem bu dünyada, hem de ötede cezalandırılacaktır.
*Nitekim Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” sözleriyle bu hakikate de dikkat çekmiştir.
“Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama / Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!” (N. Fâzıl)
*Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin ibret almaları adına pek çok peygamber kıssasına yer vermiştir. Bu kıssalarda ifade edilen önemli hususlardan birisi de irşat için gönderilmiş olan peygamberlere iman etmeyen kavimlerin helâk edilmiş olmalarıdır. İnkârda ve zulümde temerrüt gösterdiklerinden dolayı Hazreti Nuh’un kavmi umumî bir tufanla (Bkz.: Ankebût, 29/14), Hazreti Hûd’un kavmi uğursuz bir kasırgayla (Bkz.: A’râf, 7/71), Hazreti Salih’in kavmi korkunç bir sayha ile helâk edilmiş (Bkz.: Kamer, 54/31), Sodom ve Gomore halkının ise altı üstüne getirilmiştir.
*Bu kavimlerin her birinin, inkârın yanı sıra, alışageldikleri ve asla terk etmek istemedikleri bazı büyük günahlarından da bahsedilmektedir. Helak olmalarında o ahlaksızlıklarının da payı görülmektedir.
*Geçmiş kavimler ile günümüzün insanları kıyaslandığında, o devirlerdeki bütün günahların bugün toptan işlendiği söylenebilir. Gerçekten de Sodom ve Gomore günümüzdeki ruhî çözülüş ve dibe vuruşun öşrüyle yerin dibine geçirilmiştir. Nuh Nebi’nin kavmi bugün yaşanan temerrüd ve hayâsızlığın çeyreğiyle sulara gark edilmiştir. İhtimal Âd, Semûd ve Eyke halkı bugün yaşananlara şahit olsalardı, hicaplarından yerin dibine girerlerdi. Maalesef zamanımız böyle korkunç bir sukûta şahitlik etmektedir.
Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’in makbul olan duası hürmetine ümmet-i Muhammed’i (s.a.v.) umumî bir helâke uğratmayacaktır.
*Şefkat Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin umumî bir felâkete uğramaması ve mütemadi olarak başkalarının hâkimiyeti altında kalmaması için yaptığı duaların kabul edildiğini fakat ümmetinin ihtilâf ve iftiraka düşmemesi ile alâkalı niyazının kabul buyrulmadığını ifade etmiştir.
*Bu konudaki hadislerin birinde, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimat) Efendimiz buyuruyor ki: “Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu ve dedi ki, ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman Ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı.” Evet, başka kavimler günah işledikçe semavî ve arzî âfetler onları kırıp geçirecek; fakat ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek ve ihtilâflarla hırpalanacak.
Allah Teâlâ ümmet-i Muhammed’i (s.a.v.) ebedî olarak işgale maruz bırakmayacaktır.
*İkinci talep olarak, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanların ilelebet sömürücü bir devletin işgali altında kalmaması adına yaptığı dua da kabul edilmiştir. Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybbîn gözüyle bazen mü’minlerin işgal altında kalacaklarını fakat bunun ilelebet devam etmeyeceğini görmüştür. Nitekim hayat-ı seniyyelerinden dört beş asır sonra Müslümanlar peşi peşine Haçlı seferlerine maruz kalmış, ardından da Moğollar gelmiş, hilâfet pay-i tahtının bulunduğu Bağdat’ı işgal etmişlerdir. Fakat bunların hiçbirisi kalıcı olmamıştır. Ne Haçlıların, ne Moğolların, ne de daha sonraki zalim ve mütecavizlerin işgalleri kalıcı olmuş, bir gün gelmiş Allah’ın izni ve inayetiyle hepsi sona ermiştir.
*Âlem-i İslâm’ı çok ciddî meşgul eden Haçlıların kimisi Alparslan’a, kimisi Melikşah’a, kimisi Kılıçarslan’a, kimisi de Selahaddin’e toslamış, tersyüz olmuş ve geldikleri gibi gitmişlerdir. Daha sonra Allah (celle celâluhu), Selçukluları güçlendirmiş, onlara iki asra yakın İslâm’ın kaderiyle alâkalı çok önemli bir misyonu eda etme fırsatı vermiştir. Selçukluların tesirsiz hâle geldikleri dönemde ise, Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın metamorfoz yaşayarak kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşum bütün âfâk-ı âlemde arz-ı endam etmiştir. Evet, Osmanlı, âlem-i İslâm’ın kuzeyinde İslâm dünyasının karakolu olmuş, onu korumuştur.
*Günümüzde ise İslâm dünyası daha farklı bir çerçevede yine işgaller yaşamaktadır. Eskiden kaba kuvvet kullanarak gerçekleştirilen işgaller, bugün İslâm dünyasının içindeki piyonlar vasıtasıyla yapılıyor. Müslüman coğrafyası, bu piyonlar eliyle sevk ve idare ediliyor. Müslümanlar arasından karakter itibarıyla başkalarının emeline hizmet etmeye müsait tiranlar seçiliyor, onlar sayesinde İslâm dünyası vesayet altında tutuluyor. Fakat şimdiye kadar tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep aynı şeyler yaşandığı gibi, inşaallah, bundan sonra da tiranlar uzun ömürlü olmayacak ve yıkılıp gideceklerdir. Zira Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda Cenâb-ı Hak’tan dilekte bulunmuş, Cenâb-ı Hak da O’nun bu dileğine icabet etmiş, “Senin ümmetini ebedî olarak işgale maruz bırakmayacağım.” müjdesini vermiştir.
Cenâb-ı Hak, müminlerin birlik içinde yaşamalarını onların iradelerine havale etmiştir.
*Üçüncü istek olarak; İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlardaki hırs, tama, haset, rekâbet, şöhret hissi, makam sevgisi, parmakla gösterilme arzusu gibi duyguların onları bölüp parçalayacağını ve birbiriyle yaka paça hâline getireceğini gaybbîn gözüyle, engin ufku ve fetanetiyle görmüş, ümmetini böyle bir tehlikeden koruması için Cenâb-ı Hakk’a yalvarmıştır. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasına olumlu cevap verilmemiştir.
*Çünkü bu husus, doğrudan doğruya insanların iradeleriyle üstesinden gelmeleri gereken bir meseledir. Cenâb-ı Hak, müminlerin birlik içinde yaşamalarını onların iradelerine havale etmiştir. Zira Allah (celle celâluhu), insanları -bağışlayın- hayvan yaratmamış, yan yana koyduğunuzda olduğu yerde duracak ağaç yaratmamış, bilâkis insan yaratmak suretiyle onlara irade bahşetmiştir. Dolayısıyla insan, iradesinin hakkını vererek sahip olduğu haset, kin, nefret, gayz ve çekememezlik gibi menfi duygularla sürekli mücadele etmelidir ki terakki edebilsin. Farklı bir ifadeyle, vifak ve ittifakın sağlanması meselesi ümmet-i Muhammed’e ekstradan bir armağan olarak verilmemiştir. Bilâkis Yüce Allah bu konudaki tevfikini, şart-ı âdi planında onların iradelerini ortaya koymalarına bağlamıştır.
*Bu itibarla eğer mü’minler, birbirleriyle anlaşmak, uzlaşmak ve kucaklaşmak istiyorlarsa, Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Hazreti Mevlâna, Yunus Emre ve Hazreti Pîr gibi herkese kucak açmalı, şahsî hakları itibarıyla dövene elsiz, sövene dilsiz olmalı, gönüllerini kıranlara gönülsüz davranmalı; vifak ve ittifaka giden yolu her zaman açık tutmalıdırlar. Onlar, iradelerinin hakkını vererek buna muvaffak oldukları takdirde bu dünyada birlik ve beraberlik tesis etmiş olacaklar; ahirette ise Cenâb-ı Hakk’ın sürpriz lütuflarıyla karşılaşacaklardır. Onların burada ortaya koydukları böyle bir cehd ve gayretin ötede geriye dönüşü çok farklı olacaktır.
Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin gönüllerinde yaşadığı sürece, Allah (celle celâluhu), onları geçmiş kavimleri cezalandırdığı gibi cezalandırmayacaktır.
*Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’in umumî bir felâket ve helâke uğramaması için yaptığı duanın kabul olduğuna şu ayet-i kerime de delildir: “Sen, onların içlerinde olduğun sürece, Allah onları helâk etmeyecektir. Onlar istiğfar ettikleri sürece de Allah onları helâk etmeyecektir.” (Enfâl, 8/33)
*Malûm olduğu üzere Efendimiz’e ait bulunan nebevî hususiyetlere hususiyet-i Muhammediye denilmektedir. Buna göre Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarını ümmet-i Muhammed’in içinde geçirdiği ve onların başında bulunduğu sürece, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen helâk onlara gelmeyecektir. Âyetin zâhirî mânâsına göre bu hakikat müsellemdir. İşarî tefsir açısından ayetten şöyle bir mana da anlaşılabilir: Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin gönüllerinde yaşadığı sürece, Allah (celle celâluhu), onları geçmiş kavimleri cezalandırdığı gibi cezalandırmayacak, altlarını üstlerine getirmeyecektir. Eğer mü’minlerin arasında sağlam bir Muhammedî ruh varsa, Allah Teâlâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerinde ümmet-i Muhammedi bağışladığı gibi, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da kıyamet gününe kadar ümmet-i Muhammed’i bağışlayacak, sıyanet, riayet ve hıfz buyuracaktır.
*Âyetin devamında ayrıca mü’minlerin helakten muhafaza buyrulmalarının bir vesilesinin de istiğfar etmeleriyle gerçekleşeceği beyan buyrulmuştur. Ümmet-i Muhammed, hata ve günahlarından sonra hemen doğrulup istiğfar ediyorlarsa, Allah (celle celâluhu) onları yukarıdan, aşağıdan, sağdan ve soldan gelecek musibetlerden muhafaza buyuracak, onların altlarını üstlerine getirmeyecektir. Hâsılı, Allah (celle celâluhu), Efendimiz’in ümmet-i Muhammed hakkındaki umumî helâk edilmemesi duasına icabet buyurmuş, Kur’ân, bu hakikati dile getirmiş, tarih de bunu açık bir şekilde göz önüne sermiştir.
İnsanlığın salâhını düşünen ve ıslahı hayatının gayesi bilip bu uğurda mücahede eden kadın ve erkekler semavî ve arzî belâların önündeki aşılmaz setler gibidirler.
*Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerimede şöyle ferman buyuruyor: “Allah bir beldeyi, o belde ahalisi ıslahçı oldukları müddetçe helâk edecek değildir.”(Hud, 11/117) Bu ayet-i kerimede belaların def’ine vesile olan insanlar “muslihûn” sözcüğü ile anlatılıyor. “Muslihûn” isim cümlesidir. İsim cümlesi Arapça’da devam ve sebat ifade eder. Öyleyse “muslihûn”, aralıksız; yani yatarken-kalkarken, yerken-içerken, “İfsat içinde boğulan şu insanlığın hâli ne olacak?” diye düşünen, insanlığın insanlık zirvelerine çıkmasını planlayan, bu hususta projeler üreten, onları tatbikata koyan ve âdeta bunun haricinde hiçbir derdi, davası olmayan garipler demektir. İşte böylesi insanlar olduğu müddetçe, Allah o ülkeyi helâk etmeyecektir.
*O hâlde bu âyete istinaden şöyle denebilir: “Kur’ân’ı dert edinmiş, insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip, kadın-erkek bu uğurda mücahede eden bir zümre varsa, Allah o ülkeye semavî ve arzî belâlar vermeyecektir.” Nitekim Bediüzzaman Hazretleri’nin İzmir ve Erzincan depremleriyle alâkalı olarak şöyle dediği anlatılır: “Ya oralarda hiç hizmet eden yoktu veya onlar çok az, mağlup durumda idiler.”
*Demek ki, meseleyi sadece zalimin zulmüne de bağlamamak lazım. Ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak bir kısım zalimleri ya da arzî/semavî afetleri kullanır. Ne var ki, böyle bir ceza geldiği zaman sadece mücrimlerle sınırlı kalmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) buyurulmaktadır.
*Hadis-i şeriflerde nakledildiğine göre; Allah Teâlâ, bir meleğe, bir beldeyi helak etmesi için emreder. Vazifeli melek, o beldede hiç günah işlemeyen ve sürekli ibadet ü tâatte bulunan kimselerin de bulunduğunu -istifsar sadedinde- bildirince, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Belde halkıyla beraber onları da alt üst et! Çünkü onlar günah işleyenlere yüzlerini ekşitmediler; iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazifesini yerine getirmediler.”
*Hâsılı, bugün geçmiş kavimlerin işlediği günahlar toptan işleniyor. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti ve Allah Rasûlü’nün makbul duası hürmetine toplu helak olmuyor. Bununla beraber, zaman zaman bölgesel büyük afetler meydana geliyor. Unutulmamalıdır ki, ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselam) iki mühim paratoneri, iki mühim seddi vardır: Birincisi; maddî ve manevî şahsiyet-i maneviye-i Ahmediye’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) içimizde bulunmasıdır. İkincisi de ümmet-i Muhammed içinde hakka, hakikate, ıslaha sahip çıkan ve dâima Allah’a yönelen ehl-i hizmet ve ehl-i istiğfar bir zümrenin var olmasıdır.