HÜSEYİN ODABAŞI - SAMANYOLUHABER.COM
“Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, ya MUHAMMED?
Yeryüzünde, riya, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor.
Diller, sayfalar, satırlar
"Ebu Leheb öldü "diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya MUHAMMED;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!”
Asıl bu devirde Ebu Cehiller, deccallar, her türlü medyanın imkanlarını kullanarak kıtalarla yetinmeyip kapı kapı dolaşarak her nurlu yüze karalar çalmakla meşguller...
Bugün bunca cehaletin mergup bir meta gibi başlarda taç gibi dolaştırıldığını bilseydi Arif Nihat Asya, ne derdi şiir diye ne yazardı? Belki de “kelimeler kifayetsiz” veya “dili bağlı kalbimin” deyip susmayı tercih ederdi.
Fakat Allah’ın imkân ve fırsat verdiği ölçüde biz susmayı uygun bulmuyoruz, susmayacağız.
Sosyal medyada, bazı Yotube’deki videolarında Hocaefend’inin teşbih ve mecaz ifade eden bazı sözlerini dili göğsüne kadar sarkıp yapışan hoca kılıklı Belamlar almışlar ve bu sebeple O‘nun küfre girip sapıttığına hükmetmişler. Hafazanallah!
İlk önce, kimlerin sapıttığını ve küfre girdiğini bazıları neden kendilerine meslek edinip görev bilirler bunu anlamak mümkün değil. Çünkü bir insan kendi itiraf etmedikten sonra kimin mümin veya sapıttığını Allah’tan başkası bilmez. Hayat devam ediyor ve son anına kadar kimin ne diyeceğini veya kalbinin nasıl olacağını bilemeyeceğimize göre bize kendi kalbimizin dışındaki insanların kalpleriyle ilgilenmemek düşer. Kuran “vela tecessesü” demiyor mu?
“Casusluk yapmayın, insanların gizli hallerini araştırmayın.”(Hucurat, 12)
Savaş esnasında ölüm korkusundan dolayı kelime-i şehadeti getirdiği zannıyla bir düşmanını öldürdüğü için Üsame Bin Zeyd’i Efendimiz(sav) o derece ikaz edip, tekdir etti ki, Üsâme(r.a): “Keşke şimdiden sonra Müslüman olsaydım da bu azarı duymasaydım” demek zorunda kaldı. Çünkü, Efendimiz(sav) Hz. Üsame’ye diyordu ki; “Onun kalbini mi yarıp baktın, O’nun kalbini mi yarıp baktın.” (Ebu Davut, Müslim)
Bu olaydan sonra gelen Nisa, 94’cü ayetle Allah(c.c), kıyamete kadar ona buna kafir, bidatçı iftirasında bulunacak tekfircilerin aslında kulağını çekmiş oldu:
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek «Sen mümin değilsin» demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 94)
Belam ve avenelerinin, küfrüne hükmettikleri videoda Hocaefendi: “Benim çok sevdiğim Cebrail parti kursa müsaadenle ben seni desteklemeyeceğim, diyeceğim. Asıl önemli olan Türk toplumunun vifak ve ittifakıdır.” diyor.
Burada gerçekten Hz. Cebrail(a.s) gelmiş de Hocaefendi’ye böyle bir teklifi yapmış değildir. Veya kaynaklarda ‘Cebrail (a.s) bir parti kurduğunda kurtulanlardan olmak için O’nun(a.s) partisine üye olmalısınız’ diye bir kayıt da yoktur.
Bu söz mecazdır, temsildir. Manası; ‘ben partiyle, politikayla ilgilenmiyorum’ demektir. Hiçbir mecaz gerçek olarak ele alınamaz. Çünkü, Bediüzzaman hazretlerine göre "Teşbih ve temsiller, havastan avâma geçtikçe, yani, ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla (zamanın geçmesi ile) hakikat telâkki edilir (anlaşılır).
Bundan dolayı ilmin elinden cahillerin eline geçen mecaz, teşbih veya benzetmelerin vay haline! O zaman pek çok söz anlamını kaybeder, dil esnekliğini kaybederek kekemeleşir.
Aslında mecazlı ve teşbihle anlatım edebiyatta sözün etkisini arttırmak için baş vurulan yaygın bir metottur. Edebiyat ve belagat açısından da bir mucize olan Kur'an-ı Kerim tevhit hakikatini anlatırken bu metoda baş vurur:
“Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, elbette, ikisi de bozulup gitmişti.” (Enbiya, 22)
“İki ilah olsaydı” ile “Cebrail parti kursaydı” arasında fark yoktur. İkisi de hakikati olmayan bir varsayımdır. Halbuki bizim de halk arasındaki söz esnekliğimiz, konuların daha iyi anlaşılması için böyle bir varsayımı mahzursuz görür. Çünkü, ‘faraza dedikten sonra Allah’a şerik bile isnat edilir’, bir kaidedir.
Burada olmayacak bir misalden bahsedilmiştir, o kadar!
Diğer taraftan teşbihlerin kullanılan malzemeye değil manaya, kasta bakılır. Örneğin Hz. Aişe den rivayetle Efendimiz(sav), kendisi vefat edip ahrete gittikten sonra hanımları arasında eli en uzun olanın O’na(sav) en erken kavuşacağını söyler. Hz. Aişe: “Biz de Efendimiz ’in(sav) diğer hanımlarıyla ellerimizi yan yana koyar ellerimizin uzunluğunu ölçerdik” diyor.
Kolu uzun olmak cömertlikten kinaye olarak söylenmiştir.
Hele Kuran’da bir ayet var ki Hoca Efendi'nin Cebrail teşbih ve temsilinden dolayı küfür isnadında bulunanlar buna ne der merak ediyorum:
“Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih Suresi, 10)
Mecaza hamletmeden bu ayeti anlamanın imkânı var mıdır?
Nasları hakikat-mecaz ayırımına gitmeksizin zahirine göre yorumlayan, koyu bir antropomorfik anlayışa dayalı uluhiyet fikrine sahip bulunan Yahudiliğin tesirinde kalma ve Kur’an’ın tevhit ilkesini aklî bakımdan yeterince temellendiremeyen “mücesseme mezhebinin” saliklerine sorarsanız Allah’ın bu ayete göre bayağı bildiğiniz insan eli gibi eli vardır. Gerçekten öyle mi?
Aslında mana açıktır; Resulüne(sav) itaat için birbiri üstüne konan eller aslında Allah’a da itaat için birbiri üzerine konmuş gibidir. Resul'üne(sav) yapılan itaat ve bağlılık aynı zamanda Allah’a bağlılık anlamına gelir. Yoksa ayette söz konusu olan “Allah’ın eli” tabirini 1500’lü yıllarda yaşayan Michelangelo’nun Sistin Şapeli’nin (kilise) tavan tarafına resmini çizdiği Adem’in eline uzanan tanrı eli gibi düşünürsek işin içinden hiç çıkamayız.
İçinden çıkılmaz gibi görünen pek çok konuyu bir çırpıda hal u fasleden Üstadım Bediüzzaman’ın tespitiyle konuyu bağlayalım:
“Teşbih ve temsiller, ilmin(bilenlerin) elinden cehlin(cahillerin) eline düştükçe, mürur-u zamanla (zamanın geçmesi ile) hakikat telâkki edilir (anlaşılır).
Cahillere de laf anlatmak öyle kolay olmadığını söyler Yunus:
“Aşksızlara benim sözüm, benzer kaya yankısına”
Arif Nihat Asya'nın dediği gibi Ebu Cehiller kıtaları gezip her türlü hayrın ve iyinin sesini kesme peşinde. Hakaretle ve alyla
İbrahim...Mecazları anlamam zühnin basit düşünmesinden ileri gelir. Oğlum Efendimiz içşin çok mu yemek yemiş demişti.
“Mücesseme” diye mezhepler oluştu.
Bu anlayışın doğmasının sebepleri arasında nasları hakikat-mecaz ayırımına gitmeksizin zâhirine göre yorumlama, koyu bir antropomorfik anlayışa dayalı ulûhiyyet fikrine sahip bulunan Yahudiliğin tesirinde kalma ve Kur’an’ın tevhid ilkesini aklî bakımdan yeterince temellendirememe şeklinde üç ana faktörden söz etmek mümkündür (M. Ramazan Abdullah, s. 511-512).
Mücessime’nin en belirgin özelliği Allah’ın cismanî niteliklere sahip olduğunu söylemesi veya O’na en, boy ve derinlik gibi cismanî vasıflar izâfe etmesidir.
Abdullah b. Sebe olduğu ileri sürülmüştür. Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin ilâhlığını iddia ederken dolaylı biçimde Allah’a cismaniyet nisbet etmiştir (Bağdâdî, s. 225).
Mücessime’nin Şîa’dan çıkan en önemli temsilcisi Hişâm b. Hakem’dir. Cisim terimini var olan her şey için kullanan Hişâm Allah’ı da genişliği, derinliği ve uzunluğu bulunan bir cisim şeklinde düşünmüştür. Ona göre Allah rengi, kokusu ve dokunma özellikleri bulunan bir varlık olup hareket eder, durur, oturur ve kalkar.
Hariciler böyle bir kelim ile sapıttılar. Bedevi ve cahil olmalarında kültürsüz olmalarından “ahkemul hakimin” ayetini yanlış yorumladılar.
Yedullah.. Allahın eli pikasso tanrının elini yaptı..
“Lev kane” ayetine ne diyeceğiz?
Hz Ayşe Zeynep'le ellerimizi ölçerdik
“Eğer melekle gelse parti kur dese ben yapmam.”
Üstadın annesi örneği.. “Yılan ayı yutmuş”
Sevr ve hutun dünyayı taşıması meslesi
Fatihin sevgilisi var mıydı..
Divan şiirinde semboller ve